Günümüz Türk
Edebiyat ortamını düşündüğünüzde hangi yazarları, yazıları, kitapları ve
dergileri, hangi sebeplerden dolayı okumuyorsunuz?
Dr. Erdoğan Kul: Bu sorulara yanıt vermekte epey güçlük çektiğimi
itiraf etmeliyim. Güçlük çekmemin nedeni, mesleğim gereği herkesi ve her şeyi
okuyor olmam. Soruyu kendimce dönüştürerek yanıt vereceğim. Yani hangi
yazarların, kitapların, dergilerin okunmasına gerek olmadığını belirlemeye
çalışarak…
Buket Uzuner, Ayşe Kulin, Ahmet Ümit gibi
yazarların okunmasını gereksiz buluyorum. Roman tekniği, kurgu, üslup, dil,
konu vs. açısından okura verebildikleri/verebilecekleri hiçbir şey
yok. Maksat zaman geçirmek, oyalanmak, merak etmek ya da eğlenmekse,
bunları çok daha zahmetsizce –hatta daha yeterli bir biçimde- sağlayan başka
alanlar var… Murathan Mungan, Enver Ercan, Ümit Yaşar Oğuzcan, küçük İskender,
Sunay Akın, Cezmi Ersöz, Cemal Safi
gibi belirli bir kategoride eşleşen isimleri de aynı bağlamda "şiir"
açısından söyleyebilirim.
Aslında anılması gereken pek çok isim, pek çok kitap var; ancak
öbürlerinin hangileri olduğu/olabileceği, andığım isimlerden ve belirttiğim
nedenlerden çıkarılabilir. Örneğin, Orhan Pamuk ve Elif Şafak'tan burada
bahsetmemiş olmam bir eksiklik sayılmamalı... Dergilere gelince… Varlık, Yasakmeyve, Gösteri, Milliyet Sanat,
Mesele, Hayal, Kitap-lık adlı dergilerle, sağcı-dinci bütün (sözde) edebiyat
dergileri okunmaya, izlenmeye, para verilmeye değmez durumdadır. Nedeni basit;
bunların hiçbirini var ve sürekli kılan temel etken "edebiyat" değil…
Dile, edebiyata, insana, insanlığa, düşünceye,
düşleme "yeni", "özgün", "değişik" vs. herhangi
bir şey kazandırmayan ve varoluşlarındaki temel dinamik bakımından aslında
farklı ulamlarda irdelenmesi gereken her türlü yayınla zaman geçirmektense bu
süreci daha yararlı bir eylemle içeriklendirmek (uyumak, dinlenmek, sinema
filmi izlemek, müzik dinlemek, hayal kurmak, yemek yapmak, birini düşünmek,
hiçbir iş yapmamak...) çok daha işlevsel olur, diye düşünüyorum. Erkan Ezbiderli: Neden okumuyorum ya da neden okuyayım ki?
Maalesef Türk şair ve yazarlarının bir çok şey yanında mevcut edebi kirlilikle
de, vicdani gereklilik olarak uğraşmaları gerekiyor. İşte bu kirliliğe susan
vicdansızları, üstüne bir de ben tüküreyim izim kalsın, bir ucuna da ben
yapışayım belki başım göğe erer diyenleri, asla okumuyorum. Hadi bunu da boş
ver, misal, biri çıksa ve dese ki, bu adamların tiplerini beğenmiyorum, o
nedenle okumuyorum, söyleyebilecek hiçbir şey bulamayız. Henüz yirmili yaşlardayken başıma çok büyük
bir felaket geldi. Dönemin ünlü romanını okumaya çalıştım ama otuzuncu
sayfasında pes ettim ve o romanı bir daha hiç açmamak üzere bir kenara koydum.
Bu roman: Orhan Pamuk'un Yeni Hayat romanıydı. O zamanlar çok okuyan biri
değildim ve bir baş yapıt olduğu söylenen bu romanı bitirememem üzerimde büyük
bir güven kaybına neden oldu, bu yüzden de yaklaşık iki sene elime başka bir
roman almadım. Gün oldu, yalnız olmadığımı ve Orhan Pamuk'un romanlarını
aslında hiç kimsenin okuyup bitiremediğini öğrendim. Popülerden uzak durmam
gerektiğini de.
İşte insanları böyle soğuttular edebiyattan,
okumaktan. Bu, tam anlamıyla bir zulümdür. On yedi on sekizli yaşlardaki bir
çocuk nereden bilecek ne nedir değildir diye, memleketin en iyi yazarı olduğu
söylenen yazarın eserini iç çeke çeke okumaya çalışırken, zekasından ve en
mühimi tat alma duygusundan şüphe edecek ve böylece bu acıyı yaşamamak
için eline tekrar kitap almayacak. Bir on on beş sene önce bugün olduğu gibi
boş zamanı geçirebilmek adına, yoğun bir teknolojik saldırı olmadığını
düşünürsek, bugün işler daha da vahim demektir. Yani, post-modern roman adı
altında insanlara işkence yapıldığını düşündüğüm için, kendine bunu şiar
edinmiş hiçbir yazarı okumuyorum. En iyisi bu olduğu söylendiği için de,
eskinin ustaları ve bir iki istisna hariç, "tescilli" hiçbir Türk
yazarını da okumuyorum. Trevanian'ın Şibumi'sini üçüncü kez okumayı yeğlerim
veya Stefan Zweig'in Freud biyografisini yedinci kez. Sonra da okuyucu az, insanımız cahil, okumuyor
diye laf salatası yapıyorlar. Bu salataya tuz ekip limon sıkanların da ne
eserlerini ne de dergilerini okumuyorum. Zira, insanımızın okumaması
cahilliğinden değil, okuyacak bir şey bulamamasından kaynaklanıyor. Nereden
anlıyorum, örneğin Dostoyevski'nin romanları on yıllardır bir çok yayınevince
basılıyor ve baskı üstüne baskı yapıyor. Memleketin en iyi edebiyat dergisi
olduğu iddia edilen Varlık Dergisine bir kez para verdim ama o da aynı şekilde
bir etki yaptığı için, o günden bugüne yalnızca, bayağılığı bire bir test etmek
üzere, genç kalemler bölümüne kitapçılarda göz atıyorum, o kadar.
Ayrıca, poşetlenmiş hiçbir dergiyi de okumuyorum. Zira, iki
kez poşetlenmiş dergi aldım, birisi Altay Öktem'in hazırladığı Kara Kalem ilk
sayısının yer aldığı bir rock metal dergisi olan Yüxexses, ikincisi de Fuat
Çiftçi'nin hazırladığı Şiiri Özlüyorum dergisi. Bunları alma nedenim, ikisinde
de şiirimin olmasıydı. Birinde şiirimi Altay Öktem'in alıp baştan sona
kendisinin yazdığını gördüm, ikincisinde kapakta ismim olmasına rağmen şiirim
bile yoktu. Tövbe ettim, içinde şiirim olduğu söylense bile poşetlenmiş hiçbir
dergiyi artık alıp okumuyorum. İnsanların dergiyi alsın ya da almasın kitapçıda
karıştırma özgürlüklerinin elinden alınmasına karşıyım, çünkü bu da edebi bir
kültürdür. Poşetlenmiş dergiler ticari mallardır, mesela hiçbir edebi niteliği
olmayan kadın, magazin, porno, müzik vs. dergileri gibi. Ekonomik koşullar
bahane değildir, çünkü edebiyatın temel meselelerinden birisi, insan
ilişkilerini ve davranışlarını paranın belirlememesidir.
Şiire gelince. Benim şiir kitabı okumak diye
bir alışkanlığım yok, daha doğrusu, ben şiir kitabı değil, şiir okumayı
severim. O nedenle, eskinin büyük şairleri dışında hiçbir şiir kitabını satın
almıyorum. Şiir kitabından anladığım, - eğer bir konsept yoksa - bir şiir
sergisidir ve ancak bir koleksiyon özelliği taşır. Yani, bir iki saatimi
ayırıp, kitapçılarda bir çok şairin şiirini okuyorum, sonra bir felsefe ya da
psikoloji kitabı alıp çıkıyorum kitapçıdan. Şiirin metalaşamayacağı da böylece
anlaşılıyor. Zira, şiirin metalaşması, yani mallaşması demek, her sene şiir
kitabı çıkaran Küçük İskender şiiri gibi şiirin cansızlaşması demektir. Cansız
şiirleri okumuyorum, fotokopi şiirleri okumuyorum, mesela Haydar Ergülen kitabını
elimden bırakıp kendimi, orada bile, Edip Cansever ya da Turgut Uyar okurken
buluyorum. Şairler şiirlerini dergilerde yayımlamalı ve yeteri olgunluğa
gelince, ihtiyaç ve talepten bu şiirler, kendisi de değil, kitaplaştırmalı
bence. Yok saysalar ve görmezden gelseler de, son dört senedir ısrarla
dergilere şiir göndermem bu yüzdendir.
İki tip var, birincileri şiirlerini
dergilerden, yani insanlardan saklarlar ve bunları kitaplaştırırlar. - Bkz.
Franfurt Kitap Fuarı, Türk şiir gecesi ve şiirlerin tercüme edilmediği için
küfredip orayı terk eden Almanlar - İkicileri ise, yüzeysel, sığ ve bayağı
edebi çevrelere ayak uyduramadıklarından da biraz, hiçbir dergide
yayımlanamadıkları için kitap çıkarma zorunluluğu duyarlar. Bu nedenle,
dergilerdeki şiirler kitaplaşmaya layık olmayan şiirlerdir ve kitaplar
özgüven yoksunu şiirlerden oluşurlar. Her iki hal de, içinde bulunduğumuz
ortamın koftiliğini ve dergiciliğin ve edebiyatın dostlar alışverişte görsün
mantığıyla yapıldığını gözler önüne seriyor. Böylece, olgunlaşmamış şairlerin
şiirleri nedeniyle, mevcut şiirin okuyucusu, yetmiş milyonluk ülkede ancak bir
iki bin oluyor. Yani, poşetleseniz, hatta altına kaplatsanız dahi kimse
dergilerinizi ve kitaplarınızı alıp okumuyor. Ve bu bilindiği için de, bir
şekilde kakalarız denilip, şiirler Almanlara tercüme edilmiyor!
Yazar olarak okumanın gerekliliğine inanmakla
beraber, zaman kıtlığı nedeniyle, edebiyata ayırdığım zamanı genelde yazma
yönünde kullanıyorum. Maalesef yoğun okuma nöbetlerine girdiğim günler çok geride
kaldı. O nedenle günde bir iki şiir, bir iki öykü ya da makale dışında hiçbir
şey okumuyorum da diyebilirim. Ayrıca, okunması gerekenleri bizden
sakladıklarını ve gözümüze değenlerin aslında mevcuda eklemlenmiş yazar ve
şairler olduğunu bildiğim için onlara karşı bir ön yargım var. Ve en önemlisi,
bu adamların tiplerini sevmiyorum! Her ne zaman ki, özgür ve özgün yazarlar
kitaplarını rafların en nadide köşesinde sergileyebilecekler, her ne zaman
ki onur ve gurur duygusuna sahip şairler şiirlerini özgürce dergilerde
yayımlayabilecekler, işte o zaman, bu millet de benim gibi tekrar okumayı
sevecek.
Prof. Dr. Şehmus Güzel:I-mutfak (gece. iç gürültü dış gürültüyü ör(t)üyor.
buzdolabının bizzzizitları. uzaktan asansörün yaralı bir fil benzeri
«çığlıkları». bu bir işaretttir: asansörümüz yakında
arızalanacak demektir. arada bir açılıp kapanan kapılar. kimi kez sertçe.
komşumuz genç bayanın bir belki iki yaşındaki bebeğini uyutmak için söylediği
ninni. radyo açık: haberler kötü: bombay'de bombalar... ey-vah!
kahve deminde. pencereden bakıyorum: seine nehri'nden gelen veya oraya
doğru akan, bi git-gel transı içinde bayğın, tarihi ve tebessüm eden
kanallarından birinde, bir taka geçiyor, ışıklar içinde, ışıkların içinde, ve
aniden kendimi boğaziçi'nde canımın içinde hissediyorum.
sarıldık dört bir
yandan: duygularımızın ve duyularımızın esiri olduk. pat diye. ah!
ah! diyorum «yakalandık» işte! zafer'in nitekim
«tessslim ol şehmus tessslim ol!» seslerini duyuyorum.
ah! evet ah! yakalandık! umarı yok bu işin. eller
yukarı! ve «soruşturmaya» alınıyorum...)
Ben masumum.
Evet P.A.T.'ın bir «soruşturma»
açtığını, Puşt Ahali Edebiyat Platformu'ndan aldığım şirin iletiler sayesinde
biliyordum. Ama Paris'te yaşayan birinin böylesi bir soruşturmada hariçten
gazel okuyan durumuna düşmesi olasılığının ötesinde bunun daha çok bir
istanbul-istanbul meselesi olduğunu sanıyordum.
Evet ben masumum.
Bu soruşturma « türkotürk » bir
iştir. Bir « iç meseledir ». « Dışarıdakilerin » müdahale
etmemesi gerekir. Hariçten gazel okuyanlara sarı veya kırmızı kart
gösterilebilir.
Bunlar ve bunlara benzer bence çok yerinde nedenler sonucu
soruşturmaya yanıt vermiyordum. Ve yanıt vermeyi de düşünmüyordum. Ama açık
konuşmak gerekirse sonuçlarını da merakla bekliyordum.
Zafer Yalçınpınar'ı hesaba katmamıştım ama.
İstanbul Büyük Dükalığı'nın bu en sevimli ve en bitirim delikanlısı öyle
düşünmüyor olmalı ki, o kendisine has üslubuyla ve « Üstadım Şehmus »
(Herkese, bu arada sevdiği ve/veya sevmediği dergilere bile
« üstadım » sıfatıyla hitap ettiğini/dediğini/yazdığını
duymayan/okumayan kalmadı, bildiğiniz gibi) diye bir email
gönderiyor : « Soruşturmaya cevabını merakla bekliyorum » ve
benzeri şeyler yazıyor. Çok hoş.
Aynı günlerde Zafer'in Senem Korkmaz'la yaptığı « gönlü
açık » ve « gönüllere hitap eden » sıkı ve sahici söyleşisi (http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/dilinkemigi.html) ulaşıyor. Okuyorum:
Evet Zafer hep kendisi, asla değişmeyecek, değişmesi için de hiçbir neden yok
ayrıca, hem niye değişsin ki. Ama bunların sonucunda benim fikrim değişiyor: Ve
bilhassa Zafer'in sohbeti sayesinde soruşturma konusunda önümde yeni kapılar
açıldığını duyumsuyorum. Soruşturmaya yanıt vermeliyim diyorum. Ama bu son
derece kişisel ve kimi açılardan belki, belki bile değil mutlaka, bencil
olabilecek. Maalesef katlanamayacaklar şimdiden
« inebilirler ». Bense önümde açılan kapılara doğru bir hamle
yapıyorum : Bu kapılardan birine, salona doğru gidene yöneliyorum. Buyurun
birlikte salona geçelim. II- salon (hep aynı gece. aynı mekan. eşim
tezgahında tapisserie'lerinden birine dalmış,
örüyor, ölçüyor, sayıyor, mırmırmırıldanıyor. radio classique açık : bela
bartok'un neden anadolu müziğine bu kadar yakın sesler ve nefesler
bulduğunu hep merak ettim. elbette anadolu seferi ve sesleri onu da etkisi
altına aldı. ayrıca doğu avrupa ve hele macar havaları da biraz bizim havalar
değil midir ? güzel hoş da aynı zamanda şu soruyu da sormanın
zamanıdır : nasıl oluyor da o kadar ses, hava, nefes, çalğı dinleyen,
kayıt altına alan bir kompozitör aynı zamanda bu kadar orijinal olabildi ?
bu kadar orijinal, bu kadar büyük ve bu kadar yaratıcı. ve
bu kadar « uyanık ». yürüyerek birinci
kata çıkıyoruz, salonda asma kattaki bilgisarayım, evet evet bilgisarayım,
yaklaştığımı görünce memnun, kapağını açıyor, hoş geldin diyor, hoş bulduk can
hoş bulduk. yerimi alıyorum.) Madem ısrar ediyorsunuz, kimleri ve neleri
okumadığımı yanıtlamak istiyorum hakim bey : Ve bunu bir tür sıralama
içinde sunuyorum : En kötüsünden en kötüsüne giden bir biçimde :
- İntihal takımının yazdıklarını. Yani (ç)alıntı
yapanlarınkileri okumam. Hiç okumam.
- Bir başkasının yazdığı makaleyi alıp kendi ismini koyarak
yayınlayanlarınkileri okumam. Asla okumam. Burada alıntı filan söz konusu
değildir. Burada A'nın yayınladığı bir makaleyi B'nin aynen alıp kendi ismiyle
yayınlaması söz konusudur. Bu inanılmaz gibi gelen hırsızlıkta bir hatta
iki örnek var. Bu örnekleri bir kenarda tutuyorum. Ve bunu
kendileri (Onlar kendilerini bilirler. Keratalar) açıklamadıkça ben de
açıklamayacağım.
- Berlin, Brüksel, Londra, Madrid, Paris ve benzeri
başkentlerde (başabelakentlerde) dinlediklerini (Bunun ille üniversite
dersliklerinde olması da şart değil, sokakta, yolda, herhangi bir mekanda da
olabilir) duyduklarını « kendi malları » gibi İstanbul, Ankara, İzmir,
Mersin, Antalya, Adana veya Diyarbakır'da pazarlayanlarınkileri okumam.
Hiçbir zaman okumam.
- Öğretmenlerinin ve/veya öğretim üyelerinin
/ « hocalarının » doktora seminerlerinde anlattıklarını not
edip, « makale » biçimine getirip kendi isimleriyle yayınlayanlarınkileri,
teksir edip ders notu olarak yayınlayanlarınkileri veya kitap biçimine
dönüştürenlerinkileri okumam. Böyle bir şeyin kokusunu uzaktan alırım ve
hemen yolumu değiştiririm. Bu konularda 1970'lerin sonundan bugüne, birçok, ama
gerçekten birçok örnek var. Tanıdığım bilim kadın ve adamı dostlarımın ve benim
Fransızca makalelerimi aynen alıp bir taşra kentinde veya Paris'te « çok
bilmişlerin » bir üniversitesinde doktora tezi olarak takdim eden
öğrencilerim ve öğrenciler de var.
- Üç sayfalık bir makalede bir sayfasını birinden,
ikinci sayfasını başka birinden alan yani alıntı faslını kabul edilebilirlik
sınırlarından aşırtanlarınkileri okumam. Ayıplarım. Alıntı yapılan metinleri
ararım.
- Yüz sayfalık bir kitapta başka bir kitaba 99 atıf yapılmış
ve yüzüncü sayfada atıf yapılmamakla birlikte aynı kitaptan bir kez daha alıntı
yapılmışsa okumam. Ve yazarının ismini kara listeye alırım. « Suyunun
suyu » kitap yazanların listesi çok uzun. Kara listemdeki isimler de çok
kala-balık.
- Türkçe'den Fransızca'ya, Fransızca'dan Türkçe'ye
çevirileri asla okumam. Genel olarak hiç bir çeviriyi okumam. İstisnalar bu
kuralı bozmazlar : İyi bir istisna olarak Qiu Xiaolong isimli Çinli
yazarın sıkı ve sahici polisiye romanlarının Amerikanca'dan Fransızca'ya
çevirilerini hiç kaçırmam örneğin. Qiu konusundaki bir makalemi "www.insanokur.org" sitesinde veya Yazın dergisinin
116. sayısında bulabilirsiniz.
- Fransız şiirinden ve şairlerinden (ç)alıntı yapanları
okumam, Ece'yi okurum.
- « Aphorisme »i « aforizma » diye
türkçeleştirip « uydur uydur » uyduranlarınkileri okumam
« aforizma ederim ». Dalga geçerim : Yazanla değil
yazdıklarıyla. Özlü sözleri, deyişleri « (y)erinde » ararım. Bulurum.
Esenlik ve mutluluk kapılarını zorlarım.
- Büyük holdinglerin yanaşması ve
« havuzlarında » « çimmelerine » göz yumulan ve bundan
kendilerine İstanbul Büyük Dükalığı'nda pay çıkaran cahillerin yazdıklarını
okumam : Yazdıklarından geriye bir keçi boynuzunu dolduracak kadar bile
bir şey kalmadığı için. Yazdıkları Edirnekapı'ndan öteye geçemediği için.
- Kopya çekenlerinkileri okumam. Notlarını kırarım. Sınav
sırasında yakalarsam sınıftan çıkarırım. « Haydi bakalım başka
sınıfa ! »
- Edebi veya toplumsal alanlarda hiçbir ciddi meseleye
değinmeyenlerin yazdıklarını okumam.
- Korkakların, gece altlarına işeyenlerin, yataklarını
ıslatanların yazdıklarını okumam. Burnumu tıkarım.
- Prevert'i, Sartre'ı, Aragon'u, Umberto Eco'yu, Michel
Foucault'yu taklit edenleri okumam. Acırım.
Varolmakla olmamak arasındaki yazımları göz yaşartır çünkü.
Bir serinlik duymuyor musunuz ? Bir temizlik. III- bahçe. (sabah, zamanlardan kuşluk vakti. mekan aynı.
etraf cıvıl cıvıl. bu kadar kuş. bu kadar ağaç. bu kadar böcek. bu kadar çiçek
olunca. ana kapıdan çıkıyorum : bahçedeki karşı çitin dibinde,
kapıdan epey ötede tavşanlar : bütün bir aile. kapı gıcırtısıyla birlikte
korkuyorlar ve birdenbire dönüp kayboluyorlar. ama kıçlarının yuvarlak
beyazlığı kalıyor : akıllarda. bir sincap geçiyor : bizim fındık
ağaçlarını bitirdikten sonra komşu bahçedeki ceviz ağaçlarını yağmalamaktan
dönüyor : minik elleri arasında koskocaman bir ceviz : o da
panikliyor ve elindeki cevizi düşürüyor. ama can cevizden tatlı, o da
tabanları yağlıyor ve sağ taraftaki ağaçlar arasında yitip gidiyor.
hiçbir kötü niyetim yok aslında: bende böylesi şirin bir sincaba veya korkak
tavşanlara kötülük yapacak göz var mı? yok. işte tam o sırada beyaz bir kelebek
uçuşuyor etrafımda: çok hoş: fısıldıyor kulağıma : « putları yıkmak
lazım ! putları yıkmak lazım ! ». vay anasını kelebekteki
hafızaya bakar mısınız ? haklı, evet yeni putları yıkmak lazım yeniden.
putlarla hesaplaşmak da. putlaşmayı önlemek de. ama nasıl ? kelebek
konuşuyor: merak etme, diyor, onlar, o kötülük adamları, asılacaklar
yalanlarından. halay başı tutanların elinden alınacak mendilleri. isimleri
verilerek ve yaptıklarıyla birlikte teşhir edilecekler: bugün belki bugünden de
yakın. ne kadar doğru.) Bahçem dopdolu. Her türlü çiçek, her türlü gül, ner türlü
ağaç ve her türlü ağaçcık, kısacası her şey var :
İşte baş harfe göre sıralıyorum :
Adam Sanat, Adam Öykü, Agos , Akatalpa, Akdeniz Edebiyat,
Akşam Kitap,
Amik, Aratos, Ardıçkuşu, Argos, Arkadaş, Aşkın E Hali, Beaux
Arts Magazine,
Berfin Bahar, BH Sanat, Bilim ve Ütopya, Broy, Cahiers du
Cinéma, Caravanes,
Connaissance des Arts, Culture Communication, Cumartesi, Cumhuriyet
Kitap,
Çağdaş Eleştiri, Çağla, Çalı, Çekirdek
Sanat, Çömelek, Dar Sokak, Deli Defteri,
www.dergi.havuz.de, Ekin Sanat, El Punto De Las Artes, Elden
Ele, Esmer, Europe Revue Littéraire Mensuelle, Evrensel
Kültür, Gerçemek,
Gırgır, Göğe Bakma Durağı, Güne Bakan, Güney Dergisi,
Güney Rüzgarı, Hariçten
Gazel, Her Şeye Karşın, İçel Sanat Kulübü, İle,
İmpressions du Sud, İnsancıl,
Insanokur.org, Kaçak Yayın, Kaldıraç, Kırk Merdiven,
Kıyı, Kum, Le Magazine
Littéraire, Leman, Le Monde-2, L'œil, Les Peuples
Méditerranéens, Les Temps
Modernes, Lül, Mahsus Mahal, Mavi Ada, Mavi Yaren, Mum,
Mühür, Newroz, P Dünya
Sanat Dergisi, P.A.T., Penguen, Radikal Kitap, Oluşum/Genèse,
Önsöz, Öteki-siz,
Özgür Edebiyat, Özgür Pencere, S, Sanat ve Hayat,
Sanatoloji.com, Sınırda, Şair
Çıkmazı, Şehir, Taflan, Tan Edebiyat, Tavır,
Télérama, Tîroj, Türk Dili
Dergisi, Uç, Virgül, Yaba Öykü, Yaratım, Yazın,
Yeni Adana, Yeni Harman, Yeni
Olgu, Yine Hişt, Yoğunluk , Yom Sanat Birkaçının mevsimi geçmiş ve solmuş bile
olsalar, parfümleri beni mest ediyor : Adana, Ankara, Bursa, Trabzon,
Eskişehir, Mersin, Diyarbakır, Antakya, Konya, bütün Anadolu akın ediyor
bahçeme. İstanbul, İzmir de elbette. Paris, Madrid, Frankfurt, Köln de.
Ama bilhassa öbürleri. Hani gözlerden ve kameralardan çok uzaktakiler: Benim de
katıldığım oldu bu parfümlere. Benim de elim ve gözüm değdi. Arı gibi ben
de çalıştım ve çalışmayı sürdürüyorum. Ve bu nedenle daha da mutluyum.
Mutluluktan uçuyorum...evet uçuyorum. Ayaklarım yerden kesiliyor...Yükseliyorum...Gittikçe
daha çok yükseliyorum...Evimden, bahçemden uzaklaşıyorum... IV- dünya (akşam olmak üzere. uçuş devam
ediyor...budapeşte'ye varıyorum. tuna nehri'nin üstünde bir tur
attıktan sonra iniyorum. lenin caddesi yerli yerinde. yürüyorum. marx ve
engels'le göz göze geliyoruz. marx hınzırca bir göz kırpıyor. ben de.
sonra ikisine birden n'aber baballar diyorum. « iyilik sağlık,
n'olsun » yanıtını alıyor ve geçiyorum.) Zafer, Senem Korkmaz ve arkadaşları İstanbul'dan yola
çıkıyorlar : Edirnekapı'yı güle oynaya, türküler ve şiirlerle
geçiyorlar. Budapeşte'nin Buda tarafında buluşuyoruz. Eskişehir bütün
medeniyetlerden alıp biriktirdiği bütün güzelliklerini takmış
takıştırmış : Tam orada Hilton Oteli'nin tam karşısındaki Opera
Binası'nda hepimiz bir araya geliyoruz. Salon hınça hınç. Yerlerimizi
alıyoruz. Bela Bartok'dan « Barbe Bleue'nün Şatosu » operasını
izliyoruz. Hep birlikte. Mest oluyoruz. Tek « acte ». Yedi
« kapı ». Ve sonra çıkıyoruz. Mutluyuz : İşte o anda meydandaki
biri « öbürlerine », « onlara », « yazdıklarınızı
sakalıma anlatın » diye bir nara atıyor. Biz de ona katılıyoruz. Gülmekten
kırılıyoruz. Evet sakalımıza anlatın. Ve haber vermedi demeyin: İşte
zamanı geldi/geliyor : Dükalıklarınızın sonu göründü. Halay başında
duramayacaksınız artık. Mendillerinizi başka işler için kullanmak
zorunda kalacaksınız. Başka işler için evet : Hani hiç alışkın olmadığınız
işler : Yar-at-mak işleri. Putların yıkılmasına çeyrek var çünkü. Senem Korkmaz: Yurtdışında olduğum için zaten Türkiye'deki
dergilere filan ulaşamıyorum ama topu topu 2 yıldır burdayım dolayısıyla
"Türkiye'deyken neleri/kimleri okumazdım"ı düşünerek yanıtlayayım
soruyu. Bir kere açık söyleyeyim, hiçbir edebiyat dergisini (varlık,
yasakmeyve, kitaplık, v.s.) takip etmiyordum. Neden dersen, tat vermiyorlardı;
ayrıca Türkiye'deyken ciddi bir zaman sıkıntım vardı. (Hem okulda, hem de
okuldan sonra ve hafta sonları da dershanede çalışıyordum; o yüzden tek boş
günüm yoktu.) Dergilerde yazıp çizenlerdense şiiri şiir yapan eski ustaları
tekrar tekrar okumayı tercih ediyordum. Bunun beni bir çeşit kirlenmeden
koruduğunu düşünüyorum aslında. Onun dışında mesela Cezmi
Ersöz, Murathan Mungan, Küçük İskender, Tuna Kiremitçi,
Kürşat Başar filan gibi isimleri de okumuyorum. Bu adamlar ciddi infial
yaratıyor bende. Zaman harcamaya değmez. Ayrıca Hilmi Yavuz filan da şiirinden
zerre tat almadığım şahsiyettir; bana hitap eden tek bir şiiri yoktur zat-ı
muhteremin. Okumam! Cemaat şairleri tayfasından Reha Yünlüel, Ömer Şişman
bilmem ne adını bile duymadığım tiplerdi; merak edip de henüz bakmadım ne yazıp
çizmişler diye! Haydar Ergülen şiiriyle üniversitedeyken tanışmıştım; ama çok
keyif aldığım söylenemez. Pek takip etmedim daha sonra. Selim İleri hiç
okumadım; neden bilmiyorum ama bir kayıp değil sanırım. Buket Uzuner'i de pek
sevemedim nedense. İlk etapta aklıma gelenler bunlar. Modern roman, öykü
bağlamında Vecdi Çıracıoğlu, İ. Oktay Anar, Alev Alatlı severek okuduklarım.
Anar gerçek bir fenomen! Eskilerden Hüseyin Rahmi, Yakup Kadri, Halit
Ziya, Reşat Nuri, R. Mahmut Ekrem, Nabizade Nazım... Kısacası tüm edebi
dönemlerin önemli şair ve yazarlarını döne döne okurum. Hele hele Hüseyin
Rahmi, M. Şevket Esendal ve Sait Faik'e resmen hastayım.. Ayrıca Rıfat Ilgaz ve
Muzaffer İzgü, Yaşar Kemal, elbette Nesin bayıldığım adamlar. Oğuz Atay'ı
söylememe gerek dahi yok. Ona tapılır ancak herhalde! Modern şiirde takip
ettiğim adamlar belli: Puşt Ahali sayesinde tanıdığım Zafer Yalçınpınar,
Erdoğan Kul, Özge Dirik. Ayrıca Janset Karavin de ilgimi çekiyor. Her gün bir
sürü köşe yazarını okurum ama içlerinden yalnız birini ciddiye alır ve ona
hakikaten çok saygı duyarım: Selahattin Duman! Geçen gün yine Orhan Pamuk'la
ilgili nefis bir değerlendirme yapmıştı iki lafın arasında, resmen bitirdi
beni! Sevdiğim çok adam var; bir de sevmediklerim ama okuduklarım: Orhan Pamuk,
Elif Şafak... Zaten soru da "Kimi okumuyorsunuz?" değil miydi?
Fazladan okuduklarımı da yazmış oldum, kusura bakmazsınız artık.
Ali Tekmil: Tepeden tırnağa, ya da uzaktan yakına doğru
gelmeye çalışırken:
Yanına yaklaşanda, yaşama; uğursuz uyak, kötürüm ayak gerçeğimize
uzaaakkk! bir galaksinin perde aralığından hâyal- meyal baktığı sanısını
uyandıran ve soluğundaki sanallığı galaksiler ötesinden "alıcısı"na
(b)ulaştıran… "Her türlü acıyı ve ağrıyı allem edip,
kallem edip, abra kadabra ekleyip, güllük- gülistanlık mekânlarda gülücük
ve bol alkış yağmuruna döndüren illüzyonist, şarlatanist, post modernist,
tarotist, remilist, göz bağcı, yeni sağcı, kandırıkçı, iltimasçı…"*
yazarları…
tufan huylu gemsiz'inde değilmişiz duygusu uyandıran ve kaptanınseyir defterinde "kayıtsızlıklarına" ancak Hiroşima
reyonundan ulaşılan yazıları…
Ben'deki iç iyiliğini "sanatçı"
sapağında ve her iki elindeki estetik ve felsefik balonlarla karşılayıp
organizatörler, editörler, menajerler, dizayncılar, işgüderler; yelsiz yerleri
yellendirenler, fersiz gözleri mahşerin yedi gergefine gerdirenler eşliğinde, toy-
düğün diye dambıl- düdük imam kayıklarına gönderen… " Şiir öldü" ya
da "has şiirin mütehassısı burada" diyip de dediklerinin altına
çerden çöpten yek- patlar bile atamayan dergileri, kitapları ve bilumum
neşriyatı ve bunları sözümün sağlam göğüne nakşetmeye yeltenenleri okumam.
Yukarıda, sanki birbirine baş bağıyla bitişik değilmiş gibi
gözüken ve fakat doğalarının Irak ıraları gereği bile praksiste adamakıllı
girişik yaşam eyleyen noktalardan dil ve dilbaz düzlüğüne inerken:
Günlük dilin, derinliksiz ve kuyum dirhemleriyle
bile tartılamayacak denli ağırlıksız, renksiz, kokusuz ve çağrışımdan,
sezgiden, doğurganlıktan, retorikten … yoksun; alımlayıcısının kafasına
reklâmik sopalarla vura vura ancak, değeri kabul ettirilebilen şair
döküntülerini geçerim. Cilt'e değil iç'e bakarım. Döküntü ve kaşıntı
problemleri, uzmanlık alanıma hiç girmediler.
Kısaca: Okuruna illüzyon nesnesi olarak bakan,
alımlayıcısını verili gerçeklikten ve böylece de insani yörüngelerden
olabildiğince uzaklaştırmayı ve artık yaratıcılarının ağızlarından bile
ortalığa dökülüp saçılmış krizik ve kaotik geçitleri tepmelerinde
ayaklarına hayat bağı olabilen hegemonya kontrollü, kalantor antetli
kağıtları kirli küpüne kapatır ve gözlerimin kanatlarını ilkyaz
ovalarının gariban köşeli, kalender göğüne ayarlarım.
Yine,
yukarıda gösterilenlerden; adlarla
ağrımadığım, sanırım, anlaşılmıştır. Elbet, önceden deste deste
istifleyip
şimdilerde dönüp bakmadığım dergi, kitap, şiir, şair,
eleştirmen, yazar ve
yazıları vardır. Ancak bu, öyle büyük ve ağır bir
arşivdir ki, adlarının
anılması, bana göre ve bu eşikte "boğaz akıntıları"ndan
kurtulmada kerteriz olamayacağından ve aslında menzil bir; akıntıda
fidayda
menzili olduğundan, özür dileyerek, "ne Şam'ın şekeri, ne
arşivin
yüzü" diyorum. Anlayacağınız, Fırtına Deresi'ndeyiz ve şunun
şurasında kaç
yüzgeçlik bir gücüz? Ne çavlanlar, ne
çığlar- çığlıklar önümüzde, hep dikine
dikine! Ben, işimize bakalım, derim. Yumurtlama
düzlüğüne vardığımızda hangi
keskin dişlerden, ne peşrevli pençelerden kurtulup koro
eylediğimizin fazlaca
bir önemi olmasa gerek. Benim suyum Ayhatun** ve dizginim
doğduğumda elimdeydi…
Suyun gözüne! Suyun gözüne! (* "Çukurunu Arayan Bulur!" adlı yazımdan alıntı. ** Ayhatun Suyu: Zile yakınlarında bir kaynak suyu.) Cem Kayalıgil: Günün edebiyat ortamı, bir yol bulup
isimlerini duyurmuş yazarları olduğu kadar, sadece dar bir kitle tarafında
tanınmak durumunda kalan yazı işçilerini de kapsar. Bu ikinci camianın salt
"taşra edebiyatı"nın aktörlerinden oluştuğu yanılsamasına kendimizi kaptırmamamız
icap ediyor. (Bunu; cevabımın ilk cümlesinin, bir düzeyde yaygınlık kazanmış
olan bu kalıp-kavramın işaret ettiği, sınırları belirsiz topluluğu akla
getireceği endişesiyle söylüyorum. Yoksa ben de "taşra edebiyatı"ndan
ne anlaşılması gerektiğinin kesin olarak belirlenemeyeceğini düşünenlerdenim.)
İkinci camianın üyeleri arasında küçük şehirlerde yaşayanlar büyük bir nüfus
oluşturuyor: Bunlar kâh büyükşehirde basılan ve yaygın dağıtıma giren edebiyat
dergilerine öykü ve şiir gönderiyor kâh yerel matbaa ve fotokopicilerde,
anaparası tamamen kendi cüzdanlarından çıkan kitap ve dergiler bastırıyor.
Şanslı olanları ve/ya iyi/uygun bulunanları gazetelerin kitap eklerinde
kendilerinden söz ettirebiliyor; ürünlerini birtakım dergilerde yayınlatabiliyor.
Ama ikinci camia içerisinde bir de büyükşehirli yazı işçileri var ki ben
bunların, küçük şehirdekilerle karşılaştırıldığında iki açıdan avantajlı
olduklarını düşünüyorum: Birincisi, günümüzün edebiyatını şekillendiren
"isim sahibi" şair ve yazarlarla yüz yüze görüşebiliyor, bunların
düzenledikleri etkinliklere ve atölye çalışmalarına katılabiliyorlar.
İkincisiyse, herhangi bir gerekçeyle, ismi bilinenlerin uzağında
olsalar/dursalar bile, küçük şehirdekilere göre daha fazla sayıda okura
ulaşabilecekleri mecralara sahipler: Kitaplarını veya dergilerini kendileri
çıkardıklarında bile bunları şehrin büyük kitapevlerinde sergiletebilecek
bağlantılar kurma imkânları daha fazla veya işlek noktalar tespit edip okura
elden verebilme/satabilme şansları yüksek. Ayrıca bir çevre yaratabilip birkaç
yere duyuru astıktan sonra, mesela bir kafede buluşup kendi kendilerine sunum
yapabiliyorlar; öykü ve şiir günleri düzenleyebiliyorlar.
Ben Ankara'da yaşıyorum ve dolayısıyla ikinci
camia içerisinde ilk andığım gruptan ziyade büyükşehirli kesimle olan temasım
daha fazla. İçine dahil edebileceğim birkaç kişiyle tanışıklığım ve ahbaplığım
olmakla birlikte bu kesimle asıl teması, "genç edebiyatçı
arkadaşların" Konur Sokak kitapçılarında bulunabilecek dergilerini/fanzinlerini
karıştırmakla kuruyorum. Bazen de, keyifsiz olmadığım bir anıma rast gelmişse,
sokakta ayaküstü şiir kitabı satmaya çalışanların beni durdurmalarına izin
verip ürettiklerine göz atarak edebiyat ortamının periferisindekilerin
neler yaptıklarını görmeye çalışıyorum. Bu kesimin dergi, fanzin ve
kitaplarını ara sıra aldığım da oluyor; ancak alma edimim şayet anlık bir
zorunluluktan kaynaklanmamışsa bunları niye aldığımı ben de bilmiyorum. Çünkü
alışverişimin üzerinden bir dakika geçmiyor ki bunları hiçbir zaman okumayacağım
gerçeğiyle burun buruna geliyorum; çünkü: Bunlardaki öyküler, sadece yazarını
ilgilendiren, birinci tekilde sıkışıp kalmış metinlerden; düzyazı, deneme ve
inceleme yazıları aslında beylik söylemler ve/ya fazlaca etkilenilmiş
yazarlardan alıntılar demetlerinden; şiirlerse ya en bayağı duyarlılığın ya da
insanı kriptolojiden medet umduracak hale sokan bir imge simyacılığının belgesi
olmaktan öteye geçemiyor. Ama hayır; muhtemel tahmininizin aksine, bunları, bu
gerekçelerle "kötü edebiyat" olarak değerlendirdiğim için okumuyor
değilim. Samimiyetle söyleyeyim ki isteyenin istediği şeyi istediği şekilde
yazmasına da; yazdığını yayınlamasına-yayınlatmasına da ve hatta
satması, gözümüze sokmaya çalışması veya yazdıkları sayesinde şu ya da bu ödülü
kazanmasına da bir itirazım yok. Gerçekten. Çok çok "Kötü yazar"
derim; kötü yazan birisini okurken kaybettiğim zaman için hayıflanır, ona
kızar, onu gözlerinde büyüten okurları varsa onlara içimden küfrederim (onu ben
zamanında gözümde büyütmüşsem kendimle dalga geçerim); becerebilirsem
küfürlerimi içimde tutup edeplice yazı yazar, bunu birilerine okutmaya
girişirim... Yapabileceklerim bunlardan ibarettir; o kötü yazarın (veya onu
"var" edenlerin) "varlığına itiraz" ise "ahlak"ımın
gönül indiremeyeceği bir şeydir.
Peki eğer edebiyat ortamında isimlerini
duyur(a)mamış bu "anonim" yazı işçilerinden denk geldiklerim, hep ama
hep, yukarıda çizdiğim şemayla uyuşan ürünler ortaya koyuyor ama ben bunda
onları reddetme sebebi bulmuyorsam, onları okumayışımın asıl gerekçesi olarak
neyi sunabilirim? Bunun üzerine çok kafa yormuş olmama karşın bulduğum cevap
hâlâ yetersiz kalabilir ya, o cevap şöyle bir şey: Ben bu yazarların hepsinde,
yani kendisini en fazla öne çıkartmak isteyeninden en geride tutanına dek
hepsinde; yazınsal üretim ve edimin yaşama aşkın bir "öz" taşıdığına
ve sırf bu yüzden kendi başına "değerli" olabileceğine dair bir
inanç; kâğıda döktüğü şey karşısında para-narsisistik bir esrimişlik hali
buluyorum. Bu böyle söylenince fazla iddialı duruyor, bir de şunu deneyeyim:
Ben bu yazarların hepsinde, bir "yazıya kul kölelik hali", bir
"kendi yazdığına yenik düşmüşlük" görüyorum. Reddettiğim, görmek
istemediğim, varlığını sezince yazılan şeyden soğuduğum tavır bu: Estetik
duyarlılık sahibi olunduğunda, bu duyarlılıkla yaşıyor olmayı haddinden fazla
önemsemek; bu duyarlılık kağıt üzerinde eyleme geçtiğindeyse adeta bir sanat
tanrısından vahiy iniyormuş sanrısına kapılıp kendini olduğundan büyük görmek.
Kısacası, "Ben sanatçıyım, ben önemliyim,"deki böbürlenmeden ve
"O mu? O gerçek bir sanatçı!"daki iltifatçılıktan, evet,
tiksiniyorum. Anadolu'nun en ücra köşesinde, en soğuk bozkırında,
"şartlara rağmen" kalemi elinden bırakmayan "kardeşimiz" de
dahil olmak üzere hiçkimse, sırf "yazdığı" için özel birisi olduğunu düşünmemeli.
Kendini "o" kılan dizgelerle olan hesaplaşmasındaki evrensel boyutu
yakalayabilmiş, bunu yazıyla kurgulayabilmişse ancak o zaman
("yazarlığı" değil) yazdıkları dolayısıyla okunmayı hak ediyordur.
Neyi niye okumadığımın
gerekçesini çok genel bir çerçevede verdim. Soruşturma benden "günümüz
Türk edebiyat ortamı" özelinde bir cevap beklediğine göre, dediklerimi o
şablona uydurmaya çalışarak sözü bağlayayım: Öncelikle "yazıya kul kölelik
hali" barındırmak elbette sadece günümüzün anonim yazarlarına has bir
özellik değil; ismi bilinen pek çok yazı işçisinde de bunu gördüğüm oluyor –
öyle ki isim vermeye kalksam liste hep eksik kalacak. (Şunu da söylemem
gerekiyor galiba: Dilleri, dünyaları veya kurgularında özel bulduğum bir yan
yoksa ben onları da okumuyorum.) Buraya kadar sadece, soruşturmanın isim
verilmesini zorunlu kılmayışına dayanarak, beni huysuzlandıran bir yazınsal
tavrın altını çizmeye çalıştım. Bunu yaparken büyüteci anonim yazarlar üzerine
tutmaktaki gayemse belli birilerini rahatsız etmekten çekinmem değildi. Ben
daha çok, onların niye "anonim" kalmaktan kurtulamayacağının
sinyalini vermeye çalışıyordum: Onlar, "yazar oluş"a bence içermediği
bir değer atfeden edebiyat ortamımızda; yazının karşısındaki mağlubiyetlerini,
üzerinde daha fazla düşünülmüş bir estetik eksende değerlendirebilenlerin
gölgesinde kalmaya mahkûmlar. (Çoğunun burun kıvırdığı Orhan Pamuk bile
yazınsal esrikliği hiç olmazsa Doğu-Batı ikilemi masallarıyla harmanlıyor.)
Tanımları gereği bu anonim edebiyatçılara da isimleriyle seslenemiyorum. Ama
gocunacak yarası olanlar herhalde çıkacaktır; çünkü handiyse kendi kendilerine
tezahürat yaptıkları edebiyat sahasındaki varoluşlarının biçimi gereği, onlar
kendilerini, bizim onları bildiğimizden daha iyi biliyorlar.
Zafer Yalçınpınar:"İnsandan çok eşyaya benzeyenler"i ve
"duvar saatleri gibi ahmak olanlar"ı okumuyorum.
Ferit Kona:
Ödül alan yazarların yüzde doksanını, ödül sahibi olmalarının ardından
okumuyorum. Gül Acemi: İster düzyazı isterse şiir veyahut edebiyatın
farklı bir alanında olsun, hayatın imbiğinden süzülmemiş, sentetik, sahici
olmayan, samimi ve incelikli olmayan, insan-insan, insan-kadın,
insan-adam olmayanları okumadım, okumuyorum, okumayacağım. Her şeyden önce
insan olmalı ve insan olmak zor iş vesselam. Emrah Özesen: Orhan Pamuk'u korsan
kitaba karşı olduğu için okumuyorum. Aziz Kemal Hızıroğlu: Uzunca bir süredir okumadığım
dergilerden başlayayım: Örneğin Varlık, Kitap-lık, Hürriyet Gösteri,
Yasakmeyve, (yayımlanıyorsa) Broy, Heves, Milliyet Sanat, Sonra Edebiyat, Şiiri
Özlüyorum, Üç Nokta... Bunları niye okumadığıma dair pek çok şey
sıralayabilirim, ancak nicedir 'sahici' bulmadığımı ve onlara gereksinim
duymadığımı belirtmekle yetineyim. Ekonomik gerekçelerle edinemediğim dergiler
Afrodisyas Sanat, Berfin Bahar, Bireylikler, Evrensel Kültür, Her Şeye Karşın,
İnsancıl, Mühür, Sanat ve Hayat, Sincan İstasyonu, Sözcükler, Taflan, Virgül,
Yaba Edebiyat ve Yaratım... Bunların dışında bana düzenli olarak gönderilen
Akköy, Tay, Kar, Mavi Liman, Şehir, Sunak, Mut Çıtlık, Andız vb. dergileri
seviyorum, yazı ve şiirlerimi de yayımlanmak üzere iletiyorum. Yazı ve şiirlerini
okuma gereksinimi ya da merakı duymadığım şair ve yazarlara gelince... Zevkle,
sevgiyle ve öğrenerek okuduklarım yanında okumak istemediklerimin sayısı çok
fazla tabii ki. Ben yine de belli başlılarını örnekleyerek geçmek istiyorum;
Ataol Behramoğlu, Baki Asiltürk, Celal Fedai, Cenk Gündoğdu, Doğan Hızlan, Enis
Batur, Enver Ercan, Haydar Ergülen, Hilmi Yavuz, İsmet Özel, Küçük İskender,
Lale Müldür, Metin Cengiz ve Şeref Bilsel... Bu saydıklarımın arasında bir
zamanlar arkadaş olduğum kişiler de var, ama ben yaratıdaki estetik ile
yaratıcıdaki etiğe çok önem veriyorum. Bu iki olgunun birbirinden aşırı uzak
olması, algımı ve sezgimi altüst ediyor. Yapıtları anlamakta, inandırıcı
bulmakta, sezmekte ve sevmekte eksiliyorum. Acı çekiyorum. Bunca yorgunluğun,
hüznün ve maddi sıkıntının üzerine bunlara katlanamıyorum kısacası. Çünkü
genelde sanatçı, özelde şair ve yazar "ne yapalım, önünde sonunda insanız
işte" yargısının ötesine geçen, aşkınlaşan ve dolayısıyla hayatı da
aşkınlaştıran kişi olmalı diyorum. Timuçin Demir: Büyük Basın kuruluşlarının ya da
yayınevlerinin "kalitedir" sunusu ile ya da sürekli liste başı
göstermesi ile kaliteli olduğu iddia edilen kitapları okumuyorum. İnceliyorum,
değer görürsem okuyorum!
· Bir yazarın kendisini kanıtlama çabası
içinde olduğunu gördüğümde ya da reklam çabası içinde olduğunu gördüğümde onu
okumaktan kaçınıyorum. Orhan Pamuk gibi. · Bana bir şeyler verebilecek, dimağımı
karıştırmayacak, aksine açacak kitapları, bir bakış açısı, bir derinlik, bir
görüş kazandıracak yazarları okumaya çalışıyorum. · Bazı kitapları gereksiz derecede pahalı
olmasından dolayı okumuyorum. · Liste başı diye illa okumuyorum., · Orhan Pamuk'u okumuyorum. Türkiye gerçeğini
bilmediğini ya da farklı gösterme çabası içinde olduğunu düşündüğüm için
okumuyorum. · Basit dille yazılmış, sadece yazılmış olmak
için , ünlü olabilmek adına yazılmış kitapları, yazarları okumuyorum. · Yazar olmak için gerçek anlamda
çabalamayan, çalışmayan, çalışmadığını hissettiğim yazarların kitaplarını
okumuyorum. · Doğan grubunun dergilerini okumuyorum. · Genelde Cumhuriyet grubunu okuyorum. · Dergilerde reklam içine boğulmuş bir yapı
ile karşılaşırsam okumuyorum. · Dergilerde çok ağır bir dil ile
karşılaşırsam, halka inemeyen derin ama sade bir yazı tarzı ile
karşılaşmamışsam okumaktan kaçıyorum. Bu tarz dergi ve yazarların halka
ulaşamadığını, ulaşmak çabası içinde olmadığını ya da halkı geliştirmek üst
düşünce, bakış açısı katmanlarına çıkarma felsefesi içinde olmadıklarını
düşünüyorum. · Dini içerikli romanları sürekli din
sömürüsü içerisinde oldukları için (genellikle) okumuyorum. ·
Gücün silahı olan, kalemi olan bir yazar, dergi görürsem okumuyorum. ·
Edebiyata gerçek anlamda hizmet amacı ile yola çıkmamış bir dergiyi okumuyorum. ·
Kaliteli yazar, şair standardından ödün veren, "biz de bir dergi çıkarmış
olalım" diyen dergileri okumuyorum. ·
Vizyonu, misyonu, bakış açısı olmayan dergi ve yazarları (köşe yazarlarını)
okumuyorum. ·
Yabancı dilden çevrilen kitaplarda çevirmenin çevirme kalitesi ve yayınevinin
dizgi kalitesi düşükse okumuyorum. ·
Yazarın yazdığı dil basitse okumuyorum. Dilbilgisi zayıfsa, kelime haznesi
zayıfsa, Türkçe kelimeler kullanma oranı az ise okumuyorum. Türkçemizi hem
konuşma hem de yazmada güzel kullanan, kullanmaya çalışan yazarları tercih ediyorum. ·
Doğruyu yazmayı kendine ilke edinmiş dürüst ve samimi yazarları okumayı tercih
ediyorum. Uğur Mumcu gibi. ·
Bir derginin içeriği yeterince dolu ve çeşitli değilse, birçok kesime edebiyat,
şiir açısından hitap etmiyorsa okumuyorum. Herkes aradığını bir düzeyde
bulabilmeli. Cemre Boran: Soru tersinden ele alınmış görünüyor.
Ancak ironisi de burada. Dincilik, ırkçılık ve şoven milliyetçilikle ilgili
yayın yapan hiçbir yazar, yazı, dergi ya da kitabı okumuyorum. Ayrıca
içtenliksiz, aşırı benci, sevgisiz ve başka hesaplı, edebiyat birikimi
yetersiz, şair ağalığı yapan, ahbap çavuş ilişkilerinde bulunanları da
okumuyorum. Janset Karavin: Yaşamdan daha büyük ve o nedenle de daha gerçek olandır yazın ve
bu tanımlama tamamen özneldir.
Yaşamdan büyük olmak demek, yaşamın çirkinliğini, insanın bu
çirkinliğe ırası nedeniyle katkısını yadsımamaktır ya da bahis mevzu ıra
ayarınca dile getirirsek:
'Nefes alıyorsa 'bok' da vardır', demeliyiz.
İşte bilginin farkındalığıyla kurgulanmış olan, yaşamın yadsınmışlığından
daha 'gerçek' ve bunun doğal sonucu da daha iğrençtir. Gerçek dayanılmaz biçim
ve düzeyde iğrençtir. Gerçekle yüzleşmişlik, insanın kendisiyle de
yüzleşmişliği önkoşulunu gölge edindiğinden, bunu başarabilenler ancak ve ancak
önce 'esasen bunun bile bir 'boka' yaramayacağını' ayrımsayabilenlerdir.
Bu 'farkındalıktır'; bilgiden önceki basamak! Bilgiye uzanan labirentte (ki bu
'kurgusuzdur' ve 'tektir') kaybolmamak için gereksineceğimiz ise ne bir fener
ne de belimize bağladığımız bir ariadne ipidir, (Burada belirtmeliyim belki de,
çok kere, pekçok fırsatta dillendirdiğim gibi: Kuyu derin değil, ip kısadır.)
tek gereksinimimiz hep-bağsızlıktır.
Bu hep-bağsızlıkla, yaşama ama onun yadsınmışlığına değil,
iğrençliğinin farkındalığına iliklenmiş gerçekliği okurum ben. Beni,
farkındalığımdan koparıp cam pabuçlarımla prensin kollarında dansa fırlatacak
olan yadsınmış, mis kokulu sözde yaşam gerçekliklerinin iştah açıcılığı midemi
bulandırır kusursuz güzelliğiyle. Bunlar 'kurgulu' bile değildir; âdeta 'kuruludurlar' (duvar
saatleri kadar ahmaktırlar...) hatta pilli bebeklerdir. Pilli bebekler
albenilidir, vitrinlerin gözdesidir onlar şüphesiz ama hiçbirinin pipisi
yoktur, Mikelanj'ın Davud'unun aksine!
Yaşadığımız çağın, bizlere sunduğu tecavüz travması sendromlu
okumalarımızda bilmeliyiz ki; "tecavüz travması sendromu, kurbanların
çektiklerini zihinlerinden tümüyle sildikleri bir durumdur. Öyle ki, kimi zaman
sanığı bile teşhis edemezler." ***
****Philip Paul
TAŞ UÇAK
ş i i rs e r
g i s i / ZaferYalçınpınar * 10-28 ŞUBAT
2009 ODAKULE SANAT
GALERİSİ
* Sergi Kapsamındaki
Söyleşiler:
"Haklılığın İnadı"
13 Şubat 2009 Cuma
/18.00-20.00
"Günümüz Edebiyat Ortamı ve
Meydansızlık"
20 Şubat 2009 Cuma
/18.00-20.00
"Boşluğun Dili"
27 Şubat 2009 Cuma
/18.00-20.00