MEHMET
GÜLER'LE EDEBİYATIN TÜRLÜ SORUNLARI ÜZERİNE
BİR SÖYLEŞİ
E. ODMAN- Sevgili Mehmet Güler,
sizi öykü, roman,deneme yazarı olarak tanıyoruz. Ve bir
çok ödülünüz olduğunu da
biliyoruz. Sizce yazmak ne anlama geliyor?
M.GÜLER -
Oktay Akbal'ın "Yazmak
Yaşamak" adlı bir deneme kitabı var.
Akbalkendinden
yola çıkarak yazmanın yaşamak olduğunu anlatır. Akbal'a
göre
yazmak seçkin, soylu bir davranıştır. Bir ressam kendini
renklerle, müzisyen
seslerle ifade ederken, bir yazar da kendini sözlerle,
sözcüklerle ifade eder. Sayın
Akbal'a göre nefes almanın, mutlu olmanın, yaşamıçoğaltmanın en
soylu yolu yazmaktan
geçer...Sorunuz bana öncelikle Akba'ın o
güzelim Türkçesiyle anlattığı bu
kitabını anımsattı... Benim için de yazmak böyle
bir şey. Eğer yazarsanız, okuduklarınızdan,
duyduklarınızdan, gözlemlerinizden dağarcığınızda
biriktirdiğiniz sözler,
imgeler vardır.
Tıpkı bulutların yeryüzünden
kalkan sularla yüklenmesi, ağırlaşması gibi bir şeydir bu.
Zamanı geldiğinde o
bulutların yağmura, bolluğa, berekete dönüşmesine
kimse engel olamaz. Yazarlar
da tıpkı bu bulutlara benzer. Yağmurlarını en
soylu, en arı, en seçkin biçimde yağdırma kaygıları vardır.
Tüm bunların toplamı sizi yazar
yapar.Yağmur olma
yeteneğiniz,
birikiminiz olmadığı halde ille de yağmur olacağım diye ısrar edenler
vardır.
Bunlar yazar değil, yazıcıdırlar. İnsan,"yazar" kimliğini
bir nüfus dairesinden alır gibi
almaz. Şu kadar kitap yazdım, ben artık yazarım da diyemez. Bu kimliği
kendisine okuru, halkı verir. Böyle olunca yazar salt kendi
adına değil, içinde
bulunduğu toplum adına, insanlık adına konuşur, yazar. Daha geniş
anlamda
insanlığın ve doğanın
sözcülüğünü yapar. Biraz
aykırı bir dille söyleyeyim;
onların gönüllü avukatı,
sözcüsü olur... Benim için yazmak
işte böyle bir
şey.Özgürce,
özgünce hem kendi adıma,
hem içinde yaşadığım insanlık ve doğa adına konuşma, yazma hakkıdır. Bu biryaşam biçimidir
benim için. Korkunç bir değer
yitiminde, kendimi yeniden var etmenin, çoğaltmanın bir
başka adıdır... E.
ODMAN - "AşkıÇeyrek
Geçe" adlı kitabınızı okudum. Oradaki
öyküler, yaşamı ve aşkı algılama
biçiminizi gösteriyor. Yasakları aşmak, aşkı
büyültmek doğanızda var galiba? Aşk sizin
için neyi ifade ediyor? M.GÜLER -
Andığınız kitabımı 1993 yılındaCem
yayınevinde çıkmıştı. Aradan tam on üç
yıl geçmiş. Aşkı Çeyrek Geçebüyükler
için yazdığım öykü kitaplarımın
dördüncüsü. Çocuklar
için yazdığım
öykü
kitaplarımı da sayarsak, onuncu oluyor. Bu süreçte
öykü anlayışımda önemli
değişmelerin olduğunu söylemeliyim. Eskiden toplumcu
gerçekçi çizgimin daha çok
öne çıkmasını istiyordum. Bu çizgimden
şimdilerde
ödün vermiş değilim. Ama
eskisi kadar politik, slogan yüklü olmamasına
özen gösteriyorum. Söz
eleğinin ya da imbiğinin deliklerini daha da
küçülttüm.Çünkü
bir yazırın ne söylediği
için değil, neyi nasıl söylediği için
yazar olduğuna daha çok inanmaya
başladım... Aşkı Çeyrek Geçe adlı kitabımdaki
öykülerin tümünde izlek olarak
aşk seçilmiştir. O kitabın yazıldığı yıllarda "devrimciler
âşık
olmaz" tarzında bir anlayış vardı.Düzeni değiştirme, devrim
yapma gibi bir gündemimiz varken, âşık
olmakda neyin
nesiydi. Bu durum
yapacağımız devrime ihanetti. Bu yüzdençok hoşumuza gitse de
devrimci kızlara âşık olamazdık. Onların hepsi
bizim "devrimci bacımız"dı.Yanlışlıkla
âşık olanlar küçük burjuva
ideolojisinin bataklığına düşmüş
revizyonistlerdi.... İşteo
kitaptaki
öyküler, böylesi bir şablon devrimciliğine
karşı çıkmak amacıyla yazılmıştır. Yazılırken
aşkın insani bir duygu olduğu, insanı
azaltmadığı, tersine çoğalttığı mantığındanhareket edilmiştir.
Gerçek aşk da
öyledir. Birçok yasakların gölgesi
düşer onun üstüne. Bu genelde bağnazlıktır.
Töresel baskılardır. Dinsel bakış açılarıdır. Bazen
de devrim adına konuşan
insanların devrim yobazlığıdır. Ben, devrim yobazlığına karşı yazmıştım
o
kitabı. Bana göre gerçek aşk bir sapıklık değil,
devrimin doğrudan
kendisidir... E.
ODMAN - Öyküden romana geçme
süreciniz
nasıl oldu? M. GÜLER
- Ne kadar kabul etmesek de öyküyle
roman arasında kuvvetli bir kan bağı, akrabalık ilişkisi vardır. Bu iki tür var
olduğu sürecebu
bağı, ilişkiyi kimse yok edemeyecektir.
Hoşlansak da, hoşlanmasak da durum budur... Tüm bu
gerçeklere karşın, roman da,
öykü debağımsız
birer türdür. Roman
öyküyü ne kadar etkilerse,
öykü de romanı o kadar etkiler. Bu etkileşim ne
fazla, ne de eksiktir. Bu yüzdendir kiöykü
hiçbir zaman romanın alt basamağı,
minyatürü olmamıştır.... Genç
yazarlar, yazma eylemine genelde öyküyle başlarlar.İlk kalem alıştırmalarını
burada yaparlar.
Sonra roman bir kuma gibi öykünün
üstüne gelir, oturur. Roman,
etli, butlu, alımlı vamp bir kadın
gibidir. Yeni kumanın zulmüne, aşağılamalarına
öykü sabırla karşı koyar.... Bazı
yazarlar vardır ki ilk sevgilisi olan öyküye sonuna
kadar bağlı kalırlar.
Bazıları ise romana geçişi ustalaşmanın bir
göstergesisayarak
orada demir
atarlar. Daha büyük sulara yelken
açtıklarını
düşünürler, bir daha da
öyküye dönmezler. İlk
gözağrılarına, sevgililerine
ihanet ederler...
Doğrusu hep öykücü
kalan yazarların sabırlarına, vefalarına hayrankalmışımdır. Ben bunu yapamadım. İlk
göz ağrım olan öyküden de kopmadım
ama.Benim
için roman yazmak daha büyük,
daha usta yazar gözükmek kaygısından doğmamıştır.
Söyleyeceklerimin roman
gerçekliğinedaha
yatkın olmasından
doğmuştur. Bu bir gereksinimdir, hatta zorunluluktur. Cephede bazen
tabancayla,
bazen de uzun menzilli silahla savaşırsınız. Öykü
kısa menzilli yakın dövüş
silahıysa, romanuzun
menzilli dövüş
silahıdır benim için... E.
ODMAN - Çocuk öyküleri, romanları da
yazıyorsunuz. Butür
kitaplarınızla
çocuklara neler kazandırmak istiyorsunuz? M. GÜLER
- Büyükler edebiyattan ne
kazanıyorlarsa, çocuklar da onu kazanmalılar; ne bir fazla,
ne bir eksik.
Çocuğun daha çok bilgiye, öğrenmeye,
rehberliğe gereksinimi olduğunu düşünen
bazı yazarlar, çocuklara öykü ve roman
yazarlarken daha didaktik olmayı
yeğliyorlar. Çocuğu eğitmeyi, bilgilendirmeyi öne
çıkartıyorlar. Bana göre bu
önemli bir yanlış. Edebiyatın işlevi her yaş için
aynı.... Çocuklarımızı,
gençlerimizi ne kadar erken edebiyatla, yazılı
kültürle tanıştırırsak, gelecek
içino
adar sağlıklı kuşaklar
yetiştirmiş oluruz. Çocuk ve gençlik edebiyatı
yazarları, akıl dağıtmadan,
öğreticiliğe kaçmadan, lirizmden
vazgeçmeden çocuk edebiyatı yaratmak
zorundalar. Eğitimciliğim sırasında görmüşolduğum boşlukların beni
bu alana ittiğini düşünüyorum. Dil tadının
sindiği, lirik bir çocuk ve gençlik edebiyatı
yaratmayı da kendime ilke
olarak seçtim. Çocukların büyük
okurlara
göre daha sıcak, duyarlı, yalın ve içten oluşları,
çocuk edebiyatının farklı
bir yanı.Çocuklarla,
çocuk
edebiyatıylabirlikte"çocuk
yüzlü güzel bir dünya"
kuracağımız düşü bana tüm heyecanların
üstünde yeni bir heyecanveriyor... E.
ODMAN - Çok ödüllü bir
yazarsınız.Yarışmalar ve ödüller hakkında neler
düşünüyorsunuz?Genç yazarlar
için bu konuda neler
söyleyebilirsiniz? M. GÜLER
- Evet, çok ödüllü bir yazarım.
Daha
doğrusu idim. Yirmiye yakın irili ufaklı edebiyat
ödüllerim var.Bir
dönem geldi ki ödüllerden sıkılır oldum.
Daha seçici davranmaya başladım
(Kütüphanemde plaketleri koyacak yer
bulamıyorum dersem abartmış sayılmam)... Genç bir yazar
adayının bugünkü
koşullarda adını duyurması oldukça zor.
Ödüller, yazar adaylarının dikkat
çekmeleri için düzenlenmiş iyi bir
olanak. Ama bu durum genç yazar adaylarının her
ödülün arkasından koşmalarını gerektirmez. Daha işin başında
da olsalar, bu alanda seçici
olabilirler. Aldıkları ödülün altında
ezilmeden, çıtalarını daha da
yükseltebilirler. Ödüller, daha
çok genç yazarları arayıp bulmak için
bir
fırsat olmalı. Ama çoğu zaman ödüledoymayan
büyük ve ünlü yazarlardan
gençlere yer kalmıyor ki... Ben,
şimdi söyleşi yaptığım sevgili
Esra Odman'ı seçicisi olduğum bir
öykü
ödülünün içinde tanıdım.
Fena mı oldu? Böyle bir ödül olmasaydı belki
yine
tanıyacaktım onu. Ama bu kadar kestirmeden olmayacaktı...
Ödülleri saygın kılan
unsur, verdikleri parayla koşut değildir.
Ödülün kimin adına konmuş olması,
seçici kurul üyeleri, katılımcılar, birlikte o
ödülün kimliğini
oluştururlar.Aldığı
ödülle yücelen
yazarlar olduğu gibi, ödülü kabul eden
yazarların yücelttiği ödüller
de vardır. "Filan yazarın artık
ödül alma zamanı gelmiştir"mantığı,ödül kurumunu en
çok
yıpratan mantıklardan birisidir. Her koşulda ödüller
yazara değil, yapıta
verilmelidir. İlle de yazara ödül verilmek
isteniyorsa, bunun adı "emek
ödülü" olabilir ancak... E.
ODMAN - Sizi etkileyen yazarlar kimler?
Yaşamınızı değiştirdiğini
düşündüğünüz bir
öyküya
da roman var mı? M.GÜLER
-Hayranlıkla okuduğum, etkilendiğim o
kadar çok yazar var ki. Bunların adlarını saymaya kalksam
birkaç sayfa
doldurmam gerekir. Dolduracağım birkaç sayfanın
içinde yine de unuttuklarım
olacak. Bu daistemeden
yeni bir
haksızlığa konu olacak. Öyleyse en iyisi saymaya
kalkışmayayım... Bunun yerine
ne tür yazarlardan tat aldığımı söyleyeyim: bir yapıt
edebiyat ürünüyse, onda
edebiyat tadının olması gerekir. Edebiyat tadınaöncelikle dilin iyi
kullanılmasıyla varılır.
Dil tadı sinmemiş, kendi biçemini(üslubunu)
yaratamamış bir üründen böyle bir keyif
almaya olanak var mıdır?.. Dil tadının yanında elbette ki başka
değerler,
erdemler de aranır
yazınsal ürünlerde. Nedir
o değerler, ele alınılan konu, o konuya yaklaşım, konunun kurgulanması
bilinç
akımı, yazarın kullandığı metaforlar, fanteziler, sahicilik,
içtenlik,biçimsel
ustalık bu mimariyi tamamlar... Çok
bilinen formülüyle söylersek, "öz
ve biçim" diyorduk buna.
Önce öz
vardır. Öze uygun tasarlanan da bir biçim.Nazım Hikmet bu
birlikteliği kadının bacağıyla çorap arasındaki ilişkiye
benzetir. Öz kadının bacağıdır. Çorapsayapıtınbiçimsel yanını
oluşturur. Giyilen her çorap nasıl kadının bacağına
göre biçimlenirse, yapıtlar
da giydiği öze göre biçimlenmelidir,
der... Biçimle
öz arasındaki bu diyalektik ilişkiyi
her yazar kuramaz. Bildirigibi
yazılmış, slogan dolu yapıtlardan hoşlanmıyorum. Ama toplumsal
sorumluluğu
olmayan yapıtlardan da hoşlanmıyorum. İşte tam bu noktada yazarın
niteliği
çıkıyor karşımıza. Hem toplumsal söyleminiz olacak,
hem de biçimsel
kaygılarınız. Kaçak, sayıklamalarla dolu kekremsi, kabız,
bunalım edebiyatını
bu yönden beğenmiyorum. Benim beğeneceğim yapıt
gürül gürül akmalı,
çağlamalı,
esmeli, dağın, kırın, kentin kokusunu, rengini toplayıp getirmeli.
Kısacası
içinde insan sıcaklığı olmalı...Sevgili
Esra, yaşamımı değiştiren bir öykü ya da roman
henüz çıkmadı. hiçbir zaman da
çıkmayacak. Çünkü
hiçbir ürün, bir
insanın yaşamını değiştiremez. Olsa olsa etkiler.
Çocukluğumuzda, gençliğimizde
okuyup da bir ömür boyu etkisi altında kaldığımız
yapıtlar bile değiştirme
değil, etkilemedir sonuçta.
Çünkü hiçbir yapıtın
böylesine değiştirme,
dönüştürme gücü yoktur.
Tamam, bir insan ömür boyu okuyarak, yazarak kendini
değiştirebilir. Ama bu bir yapıtla, bir öyküyle, bir
günde, anlık dönüşümlerle
olmaz. Yüzlerce, binlerce yapıtın birikimiyle bir
ömür boyu süren süreçteyeni yansımalarve yönsemeler
olarak kendini belli eder
ancak. Orhan Pamuk'un "Bir kitap okudum, hayatım değişti"
sözü roman
gerçekliğinde sadece bir
fantezidir. Gerçekle ilgisi yoktur... Esra
ODMAN - Öykü sizce nedir? M. GÜLER
- Burada bir tanıma zorluyorsunuz
beni. Sanat yapıtları hiçbir zaman tanımlanamaz. En
güzel tanım bile
kucaklayamaz onu. Bir parçasını, bir özelliğini
mutlaka dışarıda bırakır. Çünkü
tanım kısa, sanat uzundur. Tanım bir kalıptır, sanat ise ele avuca
sığmayan bir
devinimdir. Tanım bir donmuşluktur, sanatsa bir atılımdır. Tanım bir
bitmişliktir, sanatsa yeni başlayan bir devrimdir... Sanatla tanım
arasındaki
bu çelişkiden dolayıdır ki ben
tanımdan
yana değil, sanattan yanayım... Pek çok yazar, kuramcı,
eleştirmenin de benim
gibi düşündüğünü biliyorum.Tanıma karşı
çıkanların en aklı başında olanları bile, yeri geldiği zaman
tanım yapmaktan
kaçınmamışlardır. Çelişki
midir bu?
Elbette ki çelişkidir. Zaman zaman bunu ben deyapıyorum. Bu da yazma, yaratma
yanımdan değil, öğreticilik tavrımdan kaynaklanıyor. Yani bir
yere gelince yine
öğretmenliğimiz öne geçiyor... Şiire kırk
kapıdan girilebileceği söylenir.
Doğrudur. Öyküye de en az kırk kapıdan girilir. Kırk
kapıya kırk tanım
yapsanız, kırk birinci kapı açılır
önünüze.Kırk birinciyi tanımlarsanız kırk
ikincisi çıkar. Bu böylece sürüp
gider. Bunu bile bile yine de öykü üzerine
birkaç söz söylemekte yarar var:
Öykü, şiir kadar yoğun bir anlatı
türüdür.
Eksik ya da fazla sözü kabul etmez. İki ucu da
uçurumlara açılır. Yaşamın
bütününü kucaklamaz, anlık
vuruşlarlaanlık
görüntüler çizer. Cortazar'ın
dediği gibi, "öykü nakavtla
kazanmak zorundadır." Öykü toplumun kıyısında da
dursa, sıradan, silik
insanları da yansıtsa, o hayatın odağındadır. Büyük
meydan muharebeleri yapmaz
o,gerilla
savaşlarıyla mutlaka kazanmak
ister. Çoğu zaman da kazanır... Kaldırım taşının, telefon
direğinin, penceremiz
önünde solmuş çiçeğin de bir
öyküsü vardır. Bir dostla
çekilmiş eski bir
fotoğrafın da. Çehov'un dediği gibi usta bir
öykücü,
öyküsünü bir pirinç
tanesinin üstüne deyazılabilmelidir.
Öyküde söz ekonomisi vardır. Ve
yaşamımızın vazgeçilmez bir parçasıdır o... E.
ODMAN - Ölüm hakkında neler
düşünüyorsunuz?
Şimdi ölseniz neler yapmadığınız için
üzülürsünüz? M. GÜLER
- Sevgili Esra, her şeye karşın
yaşamanın böylesine güzel olduğu bir dünyada
durup dururken ölümü anımsatmanın
ne faydası var? Öykü ve romanlarımızda zaman zaman
ölümü anlattığımız da
oluyor... Filistin-İsrail
savaşında günahsız yere ölen
binlerce insanın acısı henüz içimizden
geçmedi. Bunların ortalama 500 tanesi
çocuktu. Irak'taki kirli
savaş,
ülkemizde yirmi yıldır devam eden kardeş kavgaları biz
yazarları derinden
etkiliyor. (Bir şey yapamamak, sadece seyirci kalmak bizleri daha da
kahrediyor.)Aziz
Nesin, ömrünün son
günlerinde tuttuğu notlara bakmış, "Daha 250 yıl yaşasam bu
notlarımı
bitiremem" demişti. Benim yayımlanmış otuz kitabım var. Bu otuz kitabın
toplamı duygularımı, düşüncelerimi anlatmaya
yetmiyor. Nice otuz kitap daha yazsam,
yine de söz ve imge dağarcığımı boşalttım diyemem.
Çünkübeyin denilen o müthiş
varlık, sizi her an
yeni konulara anlatımlara, imgelere çağırıyor. Ben, en iyi,
en güzel kitabımı
henüz yazmadım. Hiçbir zaman da yazamayacağım...Kendimi şair olarak
görmüyorum. Ama zaman
zaman şiirler de yazıp bir köşeye koyduğum oluyor.
Ölümü hatırladığım bir gün
mezar taşımın yazısını şiir biçiminde dile getirdim bile.
Öldüğüm zaman bu iki
dörtlüğün taşıma yazılmasını
çocuklarımdan istedim. İstersen o şiirimle soruna
yanıt bulmaya çalışayım: Ne
kuş sesi duyacağım Ne
daldan düşen yaprağı Tamamlamaya
geldim Eksilttiğim
kara toprağı
Başımı
yüksek koyun Dağa,
denize bakacağım Kâğıt,
kalem, silgi verin Gittiğim
yeri de yazacağım E.
ODMAN - Bir
gününüzden bahseder misiniz bize? Bu
günlerde neler yazıyorsunuz? M. GÜLER
- Bir çekirdeğin içinde nasıl ulu bir
ağaçsaklıysa,
bir günün içinde de koca
bir ömür saklıdır aslında... Bu yıllarda tamamen
yazmaya verdim kendimi. Gönüllü
çile çekmek gibi bir şey bu. Yazmanın
bir yanı cennet, bir yanı cehennem oluyor sürekli.Aslında her şair, her
yazar ölümsüzlüğü
arıyor.Bu
süreçte zamanın azaldığını
duymak korkunç bir şey. Zaman zaman böyle bir
duyguya kapılıyorum. Kapılınca da
zamanı damlalıklarla kullanmaya çalışıyorum. Bu duyguyla
daha bir saldırıyorum
okumaya, yazmaya. Yirmi dört saatin buna yetmediğini
görüyorum... Konfüçyüs,
"Tanrım,bana
çiçek dolusu bir
bahçe, bir ev dolusu kitap ver" der. Son yıllarda ben bunun ikisine de sahip
oldum. İstanbul'un
kıyıcığında hem doğayı, hem o büyük kenti dinleyerek
okuyor, yazıyorum. Yazma
uğraşım kadar bahçemle de uğraşıyorum.
Çiçeklerimle, ateşböcekleriyle,
serçelerle, kargalarla konuşuyorum.
Yılan, kaplumbağa, kelebek, kedi, kadın yontuları yaptım. Taşların
üstüne
resimler çalıştım. Bahçemden okadar çok
öykü, şiir, roman çıkardım ki
inanamazsınız. Yakın
yıllarda kepezli,
Mardin cinsi sütbeyaz güvercinler besledim. Onların
evlerini kendi ellerimle
yaptım. Yuvalarına alıştırdım. Ve en sonunda "YeryüzüAşk,
GökyüzüSevda" diye bir roman yazdım.
Altına gururla imza attığım en önemli
yapıtlarımdan birisidir bu. Şimdilerde "Karga
Öyküleri" diye çocuk
öyküleri yazıyorum. "Aptal karga" dediğimiz o
kuşların ne kadar zeki,
mücadeleci olduklarını mizahi bir dille vermeye
çalışıyorum... Evin
hallerini en iyi anlatan şairlerden
birisi Behcet Necatigil'se, biri de sevgili dostum Abdülkadir
Budak'tır.Bunların
kenarına, kıyıcığına ev
ve bahçe sevdalısı olarak beni de
ekleyebilirsiniz Bu günlerde tezgahımdaiki çocuk kitabı, bir
de öykü kitabımınhazırlıkları var. Gün
yirmi dört saat yerine kırk sekiz saat olsa ne iyi
olurdu... E.
ODMAN - Yazmaya yeni başlayan çiçeği
burnunda genç yazarlara, yazar adaylarına neler
önerirsiniz? M. GÜLER
- Çiçeği burnunda genç yazarlara
hiçbir
şey önermeyeceğiniz gibi, şunları şunları yaparsanız, şuraları
uygularsanız, şu
yollardan giderseniz şu
başarıları elde
edersiniz diyerek pek çok akıl dağıtmalara da
girebilirsiniz. Her ikisinin de
kendi mantık ölçülerinde doğru ve haklı
yanları olabilir... Öncelikle çocuklar
için yazan yazarların didaktik olmamaları için
çok vurgu yapılır. Bu mantıktan
yola çıkarak, genç yazar adaylarına bir şeyler
önermek istemiyorum. Sular aka
aka kendi
yataklarını kazdıkları, yollarını
buldukları gibi, onlar
da kendi
yollarını bulmalılar.Yol
bulmaları
biraz zaman kaybına uğratabilir onları. Ama sağlıklı olan l budur ana
göre...
Edebiyat fakültelerinin bugün iyişair,
iyi yazar yetiştiremediği vurgusu yapılıyor. Ben katılıyorum buna.
Edebiyat
fakülteleri iyi akademisyenler, eleştirmenler
yetiştirebilirler, ama yaratıcı
yazarları maalesef yetiştiremiyor. Büyük
yazarlar daha çok hayatın içinden besleniyor,
fışkırıyor. Kendi iradesiyle
kendini var ediyor. Nedenini öğrenmek istiyorsanız, bunun
altında işte o
öğreticilik ruhu yatıyor. Yaratıcı yazarlık baskılarla,
birtakım müdahalelerle,
oyma kafa, doldurma akıl mantığıyla ortaya çıkmıyor. Dayatmaların, birtakım
şablonların,
formüllerin, reçetelerin yaratıcı
yazar
yetiştirmediği açıkça
görülmüştür. Yazarlığın aslında ne
okulu, ne kalıpları,
ne de yasaları var.
O, kendi yasasını
kendiiçinden
var eden bir sistem. Formüle
edilmiş, öğretilere bağlanmış sistemler
büyük yazarlar çıkartmaz. Büyük
yazarları hayatın sütlü damarları
besler. Yazmak, yaratmak çok uzun bir maratondur. İlk
çağın Isparta,
Atina şehir devletlerinde, çocuklar
çok ağır sporların altına sokuluyorlardı.
Çürükler eleniyor, sağlıklılar
yollarına devam ediyordu. Yazmak ve yaratmak da böyle bir şey.
Onyedi yaşında
herkes şairdir. Bu çok önemli
değil. Önemli olan, o
uzun maratonu sonuna
koşmak. Nazım'ın dediği gibi, "bu
ata binmeye yürek, bu kılıcı kavramaya bilek gerek..."Anka kuşu gibi kendi
küllerinden kendini
yaratmasını bilenler büyük yazar olmayı hak ederler... E.
ODMAN - Ankara Üniversitesi'nin 4-6 Ekim'de
düzenlediği önemli bir sempozyumda bildiri
sunacağınızı öğrendik. Sempozyum ve
sunacağınız bildiri hakkında bizleri kısaca bilgilendirir misiniz? M.GÜLER -
Bu sempozyumun baş mimarı sayınProf.
Sedat SEVER. Sempozyumun özgün adı da
"2. Ulusal Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu."134 yazar, akademisyen ve
bilim adamının
bildiri sunacağını biliyorum. Son yıllarda yükselişe
geçen çocuk ve gençlik
edebiyatına bu sempozyumun önemli katkılar sağlayacağı
umudundayım... Benim
bildirimin konusu "bir Gençlik Romanını Kurgulamak ve
Yaratmak"Son
yıllarda yazdığım, konusu ve anlatımı
itibarıyla ilginç bulduğum bir gençlik romanım
var. Adı: "MATRUŞKABEBEK(LER)"
Adına dikkat ettiğinizde
"-ler" hecesinin ayraç içinde olduğunu
görürsünüz. Rusya'dan gelen
matruşka bebekler de birbirlerinin içinde değil midir? O
bebeklerden yola
çıkılarak yazılmış bir romanımın kurgulanış ve yaratılış
yöntemini anlatacağım.
Yakın günlerde bugençlik
romanımın
milli Eğitim Bakanlığı'nın "Bir Yazar, Bir Kitap" projesiyle
gün
ışığına çıkacağını umut ediyorum. Okurlarımı, 4-6 Ekim'de
yapılacak sempozyuma şimdidendavet ettiğimi
belirtmeliyim... Sevgili Esra ODMAN,bu
söyleşiyefırsat
yarattığın için sana
teşekkür ederim...