ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

*Bir Yürek Çeşnisidir Yaşamak (III)

   

 
Bir aralık günüydü, Antiller’de, bir deniz üssünde
“Tora! Tora! ” sesleri.
Savaş uçakları, deniz altıları, destroyerler,
Kruvazörler ve denizciler...
Ve sonra, adalar savaşı: Sulu, Mandana, Borneo,
Sumatra ve diğerleri.
Ve sonra Singapur,Tayland, Birmanya, Kıta Çin’i,
Japon Adaları...
Ve komutanlar yürür caddelerde at sırtında,
Muzaffer askerleriyle.
Ve gemide ve karada, üniformasız açların
Ateşinde yanarım!
Yüreğim, insanseverlerin barış gözlü yüreğidir
Olimpiyat Parkı’nda,
Leman’a kanarım!
 
Düşler içinde bir düş ağacıyım: ilaçsız, aşsız,
Sigarasız siperlerin.
Kasılır barış gözlü yüreğim, açılır batısından
Doğusuna halklar ülkesinin.
Kurulur savunma hatları sovyetlerin,
Dalgakıran gibi göğüsler saldırıları.
Soluk damara kan, dermasıza derman verir
Ve nefes aldırır dört bir yandaki dostlara.
Yirmi milyona yakın şehit,
Bir o kadar da harp malûlü, dediler onlar için.
Ve onları ki; büyük zaferin,
Gerçek barışın kızıl yıldızlarıydılar ezilenlerin
Ve sohbetimizdeki kardeşliğin, evimizdeki
Sıcaklığın ve soframızdaki tokluğun...
Büyük kahramanıydılar kurşunlanırken
Her karışından, her saat geleceğimiz!
 
Düşler içinde ben bir umut feneriyim
Haziranda yakıldım Normandiya’da!
Tel örgülere, çapraz engellere, mayınlara
Ağır toplara, hafif makinelilere karşın
Dalga dalga yararlar denizi,
Karınca gibi ayak basarlar karaya, ateş altında.
Ve sonra ırmak ırmak, kentlere ve daha ileri,
Akın akın başka ülkelere.
Sonra, masa başı savaşları: bir ileri-bir geri...
İmzalı, imzasız uzlaşmalar.
 
Savaşın, ne olduğunu mezarlardan öğrendim,
Ne suçlar işlemişiz!
 
Verdim ismini çocuğuma, şiirime ve resmime
Verdim ismini umuduma ve düşüme, barışın!
 
De ki gel; sönmüş ocaklara, yıkılmış yurtlara...
Mühendis Zenon’un Aspendos’undan gel!
De gel, suların yanmış maviliğine vurularak,
Beyaz kanatlı yelkenler açarak!
De ki gel; rengin, beni ilgilendirmez,
İnsandan insana yürüyüşün beni ilgilendirir!
Unutma, daha dündü, Karonga’da bulundum,
İki buçuk milyondur yaşım;
De, gel ki göresin, Malavi’de bir müzede
Sergilenir, sencileyin kuruca kurgum!
Haydi, gel, de ki; yalan dolan değilim ki
Çocuklardan haçlı seferi çıkarayım!
Verdim ismini doğuşuna, gelişine, varışına:
İnsan gibi insan oluşuna.
De gel, de ki nerelerdesin hâlâ,
Gözlerin, gözlerimde ağlamasın,
Kapatma gözlerini;
Zehirden de zehirli ve yangılı ten yanıklarıdır,
Hiroşima’dan aldım, Nagazaki’den aldım...
 
Utanmıyorum ayaklarımın yokluğundan,
Bir başka coğrafya’da, dağların karına verdim.
De ki gel; ne lüzum var dahasını saymaya,
Yüreğim yaralı bir yürektir, kanar anılarıyla!
 
Yürü, gel dostluk köprüsüne ülkelerin
Sınırlarından, dilediğin çiçekle gel!
De yürü, gel liman liman kardeşlik fuarına,
Belindeki palmiye kuşağıyla.
De, yürü gel barış dünyasına, uzakları
Yakın ederek, zeytin dalım: Bir Eylül Günü!
 
Verdim ismini çocuğuma, şiirime, resmime
Verdim umuduma ve düşüme ismini barışın.
Barış gözlü yürektir yüreğim, yüreğinize asın,
Bir kadavra içinde çürümesin!
 
Hal bu üzre; bir yürek yürüyüşüdür savaşta
Barışla yoğrulup yaratılmak.
Hal bu üzre hal; bir yürek çeşnisidir barış
İçinde bir Dünya’da yaşamak.
Hal bu üzre haldır ki bir yürek cefasıdır aşkın
Güzelliğinde yanmak
Ve kendi penceresinden kanayacak akışı,
Bazı varışı, bazında duruluşu.
 


Yüreğim, aşk gözlü yürektir yüreklerin
Defilesinde, çağlayışından beri zamanın.
Ben ne idim: çaresizdim, kimsesizdim
Yer bilmez, yol bilmez kimseydim
Ama şanslıydım çünkü köşküm,
Benden önce yaratılan yürekli insandı.
Yerden böcekler, kayada bir öbek yaprağın
İçinden tomurcuklu başaklar.
Çalılıkta, yuvada bir kuş ve yumurtaları.
Büyük bir evde kadın ve çocuklar...
 
Aşk, âşıklarından yoksundu henüz, vahşiydi,
Evcilleştirdim seven yüreğimle.
Aşk, bunun neresinde, dediler, o bir
Ayva gibidir, yarısı dalda, yarısı yabanda.
Sevmeyi, sevilmeyi bilmez, dedi ilk kadın,
Eşini odasında aldatan tanrısal büyük adam.
Sevmeyi, sevilmeyi bilmez, dedi ilk erkek,
Eşini odasında aldatan tanrısal büyük kadın.
İlk insan, benim; bakımsız ve zavallı, barksız
Ve bineksizdim henüz.
Fakat sevmek ve sevilmek, çiçek ve yaprak gibi
Özgürce bir arada olurdu bizde,
Gönülleri çelen, aşk gözlü yüreğim, ben.
Girdim kıllı göğsüne ilkel insanın, sevdirdim
Aşka getirdim.
Boşalımda da kabaydı o, okşaya okşaya
Güzelleştirdim âşık gözlü yüreğimle.
 
İşleyen zaman katarından kopmadım
Eğiticisinden aldım derslerini, belledim
Ve belleterek geldim.
 
Koymadım ismini ben aşkın, mutsuz zadelerin
Marifetidir yüceltilmesi.
Bir sefil bahçıvanıyım onun,
Ne benim dirim gibi, ne benim ölüm gibidir,
Çok daha uzundur geçmişi.
Kafa yormakla çözemedim cazibesini
Üzerimdeydi kalemi, yazdı beni:
Yukarıdan atar tohumluk damlasını,
Topraktan hoşlandığı için midir bulut?
Belki de gök denizinin teridir yağan,
Sıcak havalarda daha çok terleyen denizin.
Yaz yağmurunu severim kurumuş toprak gibi,
Damla damla yıkanan ağacı da.
Yaşamayı, bizimle olan herkesi seviyorum
Çıkardan mıdır hoşnutluğum;
Sıramı atladım galiba, başka bir rolde miyim,
İleri bir insanı gibi söyleniyorum!
Barbardır, dediler ilkel insana
Oysa ben, ne yürekler eskittim yârenler için!
 
Her şeyin sadesiyle, durusuyla, hilesiziyle,
Sütün ve yemişin tadıyla beslendim.
Yan atıp yatmadım gündüz hamağında,
Tanıdım kendimi, öğrendim halimi.
Güldüm bolluğa, içerlendim darlığa
Ağladım canavar ağzındaki ölümlere.
İşte bakın, gülmesini biliyorum
Hem de kahkahalarla sarsıla sarsıla,
Üzülmesini de ve hıçkırıklarla ağlamasını da!
Sürüyle gezen koyun misalinden farkım:
İnsan olmaktı, düşünerek varmaya çalıştım.
Zoru, zahmeti çekerek ve pişmiş eti tadarak;
Kutlu teni sevemeden yıkılıp uzandık gecelere.
 
Tanrım, dedim tanrılar beni aldatıyor,
Aşkımı çalıp saraya kapatacaklar!
Kıskanıyorum, dedim ışığı güneşten
Gündüzü ufuktan, yıldızı aysız geceden.
Demiri bulup, eritip dökmeyeceğim kalıplara
Alfabesini, cefasız anlaşılmasın diye.
Biliyorum, henüz yazılmadı kitabın
Resmin de çizilmedi, sahi, sen nesin, aşk?
Hiçbir kütükte, tablette, dikili yazıtta ve
Mezar taşında kaydın yok mu, var: o yazılar!
Bilirim o destanları, öyküleri, masalları
Ve şiirleri, mânileri, türküleri ve şarkıları.
Anlatamaz onlar seni, kıskanıyorum, dedim
Sözü dilden, gözü kaştan, kirpikten.
Kaşı kaş eden, kirpiği kirpik eden gözdür,
Onsuz bir tutam ya da birçok kıldır.
İşte, görün, ilkel dediğiniz insanın alfabesini
Sizin gibi, tıpkı insan gibi değil miyim aşktan?
 
Âşık gözlü yüreğim, ben seven yüreğinizde
İlk insanda da, çağdaş insan da ben varım.
 
Aydınlıktır ışığın aşkı, ay da gecenin nişanlısı
Töredir, nişanlısını kaçırmış.
Böyle düşündüler sonraları, böyle yaşadılar mı, Bilmiyorum...sevgileriyle öykülenmişim. Dil dertlidir anlam boşluğundan, bakıştan bakışa Bir şeyler geçer, kalmaz arada. Sevmek, kıskanmak mıdır, sevmeyenler Kıskanabilir mi, dikilemez mi anıtları sevenlerin?
 
Yüreğim aşk gözlü yürektir, dedim yolunca,
Yüzüme çarpıldı kapı kör kıskançlıktan!
 
Üzerimde nar kırmızısı şal, omzumun biri çıplak,
Ayaklarımda meşin sandalet.
Tanrım, dedim tanrılar hırsız, aşkımı çaldılar,
Tanrılar eşsiz midir tapınaklarında?
Ellerim havada: hani, ayrılanım...hani, ocağım
Hani, ateşim...külüm, aşkım?
Ben yanarım döne döne, dünya döner şuna buna,
Ondan yanar özüm: dünya kanar!
Yüreğim, kırk gözlü aşk pınarıdır yüreğinize
Kanarım göz göz, dönerim yana yana.
Girdim görünmezliğe, daldım gönül bilmecesine
İlerledim bir dar yol çıkışına: yolcuysan
Özlemle, ayrılıkla;
Bahçıvansan kıskançlıkla başın belâda demektir.
Sorguya çekildim bire bir: ne aldın, ne verdin?
Ve neyi sundun ağrısı için gönül dilencisine?
Yolcuyum, dedim, ayrılık sardı beni.
Bahçıvanım, dedim, kıskançlık dolandı dilime.
 
Omzumdan kaydı sevenlerin nar kırmızısı şalı
Serildi önüme, serildi peşim sıra tutkuların şalı. Döndüm...döndüm...döndüm...dönedurdum!
Yandım...yandım...aşkın rengine yanakaldım!
 
Kapandım üzerine, uçtum at sırtında sana doğru
Bir sevdalı dalga tutar başımı.
Dinlediğim sabah yelinin türküsünden almışım
Islak dudakların gel çağrısını
Geliyorum, canım, atın dikilmiş kulaklarının
Arasından yoluna göz koyarak süzülüşüm
Keskin bakışlı bir kuşun uçuşuna benzer.
Bulamazsam, bulup da terkime alamazsam seni
Atlı yüreğim baki kalsın sana.
 
De ki, sen de kuşan; herkes düşteyken atla
Çift kanatlı bir atın üstüne, sür de gel!
De ki gel, ilk haber gibi, ilk görüşme gibi
De sev, ilk buluşmadaki gibi!
De ki gel, kaygısızca gel, acemi aşk tarihinin
Evvel zamanındaki gibi naif yüreğinle!
De ki haydi, gel, bekletme beni,
Baş göz olmadan kaç da gel, günahlım!
De, gel ki içesin kadehini, saf yürekten de saf
Yüce bir aşkın.
De ki, gel ki insana varasın yeniden;
Kim bilir, şimdi hangi şehrin kara pazarında
“satılmış” diye damgalanmıştır
Adın gıyaben.
De, gel ki dönesin pervane gibi aşkımla:
Bir eli verene, bir eli alana, başı yana
Eğilmiş, seviden mi;
Ey döne döne, dönen, eğilebilir misin sevi’nle
Xanî’deki âşık gönlüme?
De, gel ki yanasın dönüşünde bir divane gibi,
Baştan başa ateş bir yürekle!
De, gel ki göresin: gökte miyim, yerde miyim,
Canda mıyım, malda mıyım..!
 
Yüreğim, âşık gözlü yürektir, âlemlerin
Doğuşundan bugüne sevdim, diyebilene.
 
Hal bu üzre; kadife bir yürek kanamasıdır
Sevginin ateşiyle bir ocakta buluşmak.
Hal bu üzre hal; gönülden gönüle akan
Bir yürek çeşnisidir severek yaşamak.
Hal bu üzre haldır ki yüreğim toprak
Gözlü yürektir, her aşkın sonu ve başıdır
Ve kendi penceresinden kazılıp sürülecek
Ve tohumlanacak yeni bir dünya için.
 


Özüm, toprak özlü yürektir, yüreğini özüme;
Gözünü yüzüme gül, dilini sözüme dil edene!
Ben, ne idim; gözlerim nerede, kim aşırdı,
Nasıl bakabileceğim bunca ışıyan kaynağa?
 
Ey gönül okuyucusu, arama beni duayla!
Arama beni postla, sarıkla, çarıkla, bastonla
Arama beni kitapla; yüreğim, o kitaptır ki
Namus sözlü topraktır: aç, oku yüreğinle!
 
Bedenin kitabı baş ise akıl da kalemidir.
Okudu aklım toprağın oluş düşüncesini.
Aldım buyruğunu bir ömürle, yöneldim
Sana, hayatın köşküne kurulan bir ben ile.
 
Ve eğildim yatağına, yazdım kaleminle:
Yaratılmasaydın kayaçlı katlı katman,
Nasıl olacaktı dünyamdaki dirim düzeni!
Zengin takılıyım mineral kırıntılarıyla,
Beslenirim dökülen türlü karışımlarla.
Karılmışım su ile, yanmışım buzul ile,
Doğmuşum nice hal ile: topraktır sergim.
Dağıldım tane tane, elendim ince ince:
Kumludur, killidir ve millidir yaygım.
Kumlu, dediysem kısır kara taş değilim
Killi, dediysem her zaman yaş değilim.
Milli, dediysem daha verimlidir yapım:
Kumdur, kildir ve çürümüş bitkidir...
Ve arı gibi çalışkan bakteri döşemidir
Ana kucağın doğurgan canlı tezgâhında.
 
Hesabına indim, sordum gönül enginliğine:
Donanmasaydı türlü boğazdan türlü ses ile,
Kim anlardı turnabalığı ile turna kuşunun
Ve turna avcısının isim bağı hasımlığını?
Yürü, uyandır, dedin de çok bilen bilmezi;
Dal, dedin de onunla,
Dalmadım mı sonu toprak bilinmezliğine?
 
Hazırlanıyor içimde bir şeyler, kaynıyor
Demi demine, şimdi başka şeyler doğacak.
İlk çorbası olacak dünyamda bir yeni âlemin,
Bununla, Dünya’yı yaşanılır ilan edeceğim.
Marifet mi diyecekler, bir ibreti garibe mi,
Doğuranıyım onun, toprak anayım ben.
Eğer bir kadın görseydi “natamam” diyecekti
Karınsız doğumdan olan bu kırımlı yavruma.
Bitki midir, hayvan mıdır; her ikisidir ve birdir!
Anasıyım, ebesiyim, dadısıyım, toprağıyım ben.
 
Ölenle, ölmedi umudum, analar anasıyım ben;
Yenilerini suda uyuttum ve güneşlere tuttum.
İçimdeki ateşten geçirdim körpe yapılarını
Zarlara koydum, sardım, yedirdim ve içirdim.
Kendi kendilerine çalışabilen ve üreyebilen
Ve günü geldiğinde, tekrar toprak dokuma
Dönebilecek kapasiteye sahip bir canlı türü.
Tek hücreli, diyecekler talihsiz yavruma,
Ah, ben, neler çektim onun yaşaması için!
Suları, havaları ve ışığı...hizmetine koştum.
 
Ve bir ateş ki arzın dağından kusar yüzüme!
Daha tıfıl iken kırılan kırıldı, kalanına titredim
Korudum, köşe bucak dolaştırıp gezdirdim.
 
Ve kefenleri yırtarak gelişip çoğaldılar!
 
Daha yeni başlıyordu yaşam kavgaları.
Güçlü bir dayanma yeteneğine sahip olanlar,
Bana, yani toprak anaya bağlılıklarını
Kanıtlayabilenler sıkı sıkıya kenetlendiler.
Ve kavga yeni alevleniyordu doğayla...
Benzerleriyle, kendileriyle ve benim sigamla.
 
Ve kefenleri yırtıp, türlere ayrılarak çoğaldılar.
 
İşte meydan, dedim taneye, çekirdeğe, tohuma!
İşte meydan, dedim ota, çayıra, çimene, çitliğe!
İşte meydan, dedim yaprağa, çiçeğe, meyveye!
İşte meydan, dedim sürünene, uçana, yüzene,
Koşana, koklaşana, çiftleşene ve sevişene!
İşte meydan, dedim emekle, fikirle zirveme
Oturana; büyük övüncüm, umudum sensin!
Ve ben, toprağın ustasıyım, yetiştirip geçirdim
İşliğimin köprüsünden sizleri;
Üleştirdim, yolladım: tane ile, ayak ile, kanat ile.
 
Sormak isterdim bazılarına, nereden gelirsin,
Ey üzerimde gezinen burnu havalı gezmen;
Gece, gündüz hayal edip düş içinde yürümekle
Çözeceğini mi sandın serilmişliğimi?
 
Dinlensin, diye uykuya bırakılırım, uyumam;
Çayırla, çimenle ve türlü otla, dalla örtünür,
Yeşil gülerim bakana, uzanana ve otlanana.
Ve sudaki salyangoza...dışarıdaki böceğe...
Yüreğim, toprak gözlü yürektir imar edene,
Başak bağlatana, ev kurana ve yurt edene.
Ne sürgün takarım, ne fatih, toprak anayım,
Değiştiremez hiçbir şey soylu yaratıcılığımı;
Kalelerle, tellerle çevrilsem de, tankla, topla
Ezilsem de ve haraçlara bağlansam da.
 
Ancak onlarla yanarım, tutarlarsa ateşe beni,
Ve yakarlarsa ağı ve gaz ve atom ve hidrojen
Ateşleriyle; ah, şu savaş yürekli çocuklarım!
 
Çağır, de ki uzatma sözü, bir masal gibi
Depremdir içim ve dışımdadır güneşim.
Bağır, de ki kemiğe yükledim et ile kanı,
Düzen verdim bozuk düzenine, süslendim.
Canlandım ve akıl ile düşünen baş oldum.
 
Çağırayım seni, aslan heybetiyle
Bir gecede alayım ismini Sümer’den,
Edessa’ya tanrı Sin olasın ki
Harran’da, adına tapınaklar kurayım.
İzlerin zaman oylumuna sığınma, deme,
Toprağın harmanında kutsamışım seni.
Çağır, de ki bir başka yüzünle Hurri idin,
Mitanni oldun tarihsel gelişin akışında;
Büyük tanrı-güneşle insan arasında elçiydin
Işığın sevgili tanrısı Mithra ile.
Çağır, de ki keçi boynuzlu, keçi ayaklı,
Ölümlü doğa tanrısı Pan çalsın kavalını
Ve ölünce inlemesin dağ, ağlamasın pınarlar,
Kuşlar, ağaçlar ve tüm canlılar!
Haydi, bağır, de ki kutup sumruları uçurdum
Dünya’nın bir ucundan öbür ucuna,
Haber işledim Eskimolar’ın deniz tanrıçası
Seda ile karlı buzulların dokusuna.
Kimden gelir, haberlendim birçok şeyle:
Dünya’da yitirilen hakkın hesabı, deşilmiş
Ciğerimin, ta içinde görülecekmiş!
Haydi, bağır, de ki iyi ve kötü sizin,
Benim iç huzurumda birbirine sarılmasınlar.
Haydi, bağır, de ki güzel bir müziğin çalındığı
Bir yapıda tutmayacağım hiçbir kimseyi.
Haydi, bağır, de ki su yerine bal ve şarap
Irmaklarını akıtmayacağım sizinler için!
 
Kabile mülkü müyüm, halk mülkü mü,
Tanrısal mülkü müyüm, şu hükümdarların?
Çağır, de ki yüreğim, toprak gözlü yürektir,
Yeter her şeye, bir dünyadır barınabilene!
 
Hal bu üzre; sonsuz bir yol yürüyüşüdür
Topraktan toprağa, toprakla yürekleşmek.
Hal bu üzre hal; yürekten yüreğe bağlaşan
Ölümsüz bir yaşam çeşnisidir yaşamak.
Hal bu üzre haldır ki yüreğim,
Çocuk gözlü yürektir doğurana, insan gibi
Yetiştirmesini bilene!
Ve kendi penceresinden sorunsalaşacak,
Soruşup dinlenecek.
 


Yüreğim çocuk gözlü yürektir, ilk ağlayışı
Gülüştür
Ben geldim aranıza demektir!
 
Hissediyorum bazı şeyleri: sıcak ve ılık,
Şavkı saydam değil, bulanık da sayılmaz.
Durgun bir su kıyısında, yosunlar arasında
Bir kurbağa lavrasına mı benziyorum?
Plâstik bir kavanoz değildir balonum
Suyu bol, kaygan, kapalı bir korunak...
Bağlanmışım bir kenarına göbek bağımla,
Onunla büyüyorum, onunla besleniyorum.
Bazı şeyler duyuyorum, acaba doğru mu,
Belki de duyumsuyorum:
Uğultular, titreşimler, kas vuruşları...
Beni tanıdınız, bebek gözlü yüreğim, ben,
Anne rahminde mini minicik bir yavruyum.
 
Annem anlatır, ben duyarım göbek bağımla,
Zevkle dinlediğim ipekböceğinin masalını.
Sekideki yumurta uykusundan çıkar çıkmaz
Yeşil yaprağa seğirtirmiş tulum karınlı böcek.
Neden yermiş, neden emermiş ipekçi tırtıl
Dut yaprağını...taze dut yaprağını
İlle de beyaz dut yaprağını.
İpekli patikler yapmam için sana, der annem,
Dut yaprağını yemezse öremez çilesini.
Asacağım patiklerin çiftini göbek kordonuma
Hem oynayacağım onlarla, hem de giyeceğim.
Ve annem bir ipek kadını,
Yardım edeceğim ona koza ayıklamasında,
İpekçinin masalını da iyice ezberleyeceğim.
 
Düşünde görülmüşüm babamın,
Ay yüzlü bir çocuk gibiymişim
Ve dedeminki gibi bir burnum varmış.
Oysa ben, o gece annemin karnındaydım hâlâ
Ve işim başımdan aşkındı.
Aşkın damlasından beyne, yüreğe, ciğere
Ve gövdeye, kola, ayağa tomurcuklanıyordum.
Ve babam ipekçi bir adam
Sadece çalışkan bir işçi değil,
Eli, iş gören ve yaman bir ipek ustasıdır da.
İnce duyguludur babam, âşıktır anneme!
En güzel çiçek, annelerindir, der babam,
Elbette benzemez
Yumurtadan dala koşan tırtıla.
Ve yürekleri çiçektir annelerin, ipek şalını
Okşar gibi okşayıp severler bebelerini.
 
Yüreğim çocuk gözlü yürektir, gülersen bana,
Şirin görünürsün gözüme, annemin yüzü gibi.
   
Saatin kaç olduğu umurunda mı,
Birileri var, kuvözde yatıyor mışıl mışıl,
Sokağın öbür tarafında, doğum evinde.
Ve ben kıvrılmışım, fasulye tanesi gibi,
Anne rahminde,
Baş üzeri, bir an önce doğmak için.
Nasıl yürürse yeşil bir yaşama lale dişi
Toprağın yumuşaklığında,
Bir evin çiçekliğinde, işte öyle bir şey.
Yer mi sevmiş beni, çeker baş aşağı,
Başım gibi yuvarlak bir dünya’da
Bağıra çığıra, doyasıya oynamak için.
Oynamak, yaşamaktır bizim için eğer
Çocuk bahçesini bize bırakırlarsa abilerimiz.
Oyunları da büyüktür onların!
Anne ve babalardır onları büyütenler de
Ama oyun yeri açmadılar bize.
Çocukça bakar, büyükçe oynar
Ve geçeriz oyunlarını.
Savaştır oyunları şanlı büyüklerin,
Kaç devletin müzesinde korunur
Cam kafeslerde altın ve gümüş taçları!
Kim bilir, şimdiye kadar kaç bakış, kaç el
Kırılmıştır
Keskin kartal burunlu sorguçlarından.
Bekleyin beni, abiler, anneler, babalar;
Bir müze kuracağım sizlere
Küçük oyuncaklarımla!

                        
***

Dergimizde 4 bölüm olarak yayımladığımız bu şiir, 44 DIN A 4 sayfası (yaklaşık 120 kitap sayfası) uzunluğunda bir dosyadır. Bu dosyayı kitaplaştırmak isteyen yayınevi dergimiz H@vuz'la ya da Abdullah Karabağ ile direk ilişkiye geçebilir.

dergi@havuz.de /abdullahkarabag@hotmail.com
                                                                                             
   
 

Abdullah Karabağ/ Lozan 8 Şubat 2004 - 25 Ağustos 2005