ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Altay Atlı

   

 Kebajoran’dan Haberler/  Berita dari Kebajoran

II. BÖLÜM

Hatice görünürden kayboldu. Bir trenin kapıları ardında yokolup gitti. Emine kızkardeşini çağırmak için bağırmak istedi. Ancak bunu yapacak gücü bile kalmamıştı.

Yavaşça uzun zamandır kendisine yaşayabileceği bir alan veren tek yere, o saray parmaklıklarından sadece ikiyüz elli metre uzaklıkta olan Fromberg Parkı’na doğru gitti. Kendisini bankın üzerine bıraktı. Yalnız başına ağlıyor, saçını ve tenini yakan o kızgın güneşe aldırış etmiyordu. Göğsünün içindeki boşluk da, o boşluğu doldurma isteği de gittikçe büyüyordu. Kocası Salih’i düşündü, kendi Salih’ini. Salih hâlâ onun kocasıydı. Bir zamanlar yoldan çıkmış olan Salih’in aklı başına gelmiş, ama bu sefer de onu değil hâlâ bakire olan kızkardeşini tercih etmişti. Bunu düşündükçe, Salih’in artık bir yabancı, hayatında olmaması gereken bi adam olduğunu hissediyordu. Onu alu sopasıyla dövmek isteyen annesi de öyle. Hepsi birer yabancı oluvermişti. Yaşıyorlardı, ama onun umutlarında değil...

Bugün ham ananas almak için Tanah Abang pazarına gitmeyecekti. Düşünceleri, pişmanlıkları ve söyledikleri onu yormuştu. Parkın etrafındaki trafiğin gürültüsü her zamankinden daha fazlaydı. Tanah Abang’daki yiyeceği erişte için iştahı da kalmamıştı. Tramvay defalarca geçip gitti. Ona binme isteği kalmamıştı. Sonunda, sabahın ilerleyen saatlerinde Diman işten döndü. 

Sonra: “Gözlerin neden kızardı, Emine?” 

O anda Diman’ın kendisini korkularından ve göğsünde yanan boşluktan koruyamayacağını anlamıştı. Onu koruyabilecek hiçbir kimse, hiçbir şey yoktu. Ayaklarının altında yeşil çimenler uzanıyordu, ama yer yer kellikler vardı. Gökyüzü ise maviydi ama arada sırada hafif bir rüzgar esiyordu. Ama onun etrafındaki hiçbirşey, kendisi dahil, en ufak bir duygu taşımıyordu. Boşlardı. Ve bu boşluğu dolduracak hiçbir şey görünmüyordu. Sanki bir taş, diğer bir taşa çarpıyordu. 

“Ağlıyor musun, Emine? Olanlardan pişman mısın yoksa? Biliyorum sana karşı hatalıydım, ama sen de benimle gelmeyi kabul ederek hata yaptın. İkimizin de suçu var.” 

Adamın sesi bomboştu ve bu boşluk onu çıldırtıyordu. Farkında olmadan bu boşluğu ailesinden ayrıldığı ve bu genç adamla birlikte çekip gittiği günden beri yanında taşımıştı. Boşluğun farkına ancak Diman kendisine olan tutkusunu kaybettiği zaman varmıştı. 

Bir kez daha kendisini Kebajoran’dan gelen haberleri düşünmemek için telkin etti. Ama diğer yandan da bilmek istiyordu. Hâlâ sevdiği o eski bahçesi, Salih, annesi ve evlerinde bir zamanlar hep beraber yaşarken soludukları havaya dair birşeyler duymak istiyordu. Ne var ki, bunların hepsi göğe yükselimişti. 

Ağaçların altındaki çimenlerin üzerine uzandı. Bir kez daha kendi gerçekliğine dönmüştü. 

Şehir trafiği akmaya devam ediyordu. Yakında karanlık çökecek, onun bedeninin sıcaklığını isteyen düzinelerce erkek Fromberg Parkı’na gelip onun gibi kadınları arayacaktı. Açık dünyada onu görmezden gelecekler, ama karanlığın dünyasında peşinden koşacaklardı. 

Emine, Kebajoran’a dönmek istiyordu. Ama buna cesareti yoktu. Salih’ten, alu sopasından, annesinin gazabından ve bizzat annesinden çekiniyordu. Hayatının bu döneminin ne zaman sona ereceğini ya da ne zaman değişeceğini bilme imkanı yoktu. Bunu tahayyül etmek bile ona çok uzaktı.

 

*   *   *

Birkaç gün sonra, bulutlu bir gecenin karanlığında Diman’ın fısıldayan sesini duydu: “Biraz önce Salih’i gördüm. Şehirde yeni bir lokanta açıyormuş. Karısı da hamileymiş.” 

Emine, uykulu halini üzerinden atabilmek için gözlerini açabildiği kadar açtı. Göğsünün içindeki boşluk artık tüm ruhunu harap ediyordu.

“Eğer sen beni buraya getirmemiş olsaydın...”

“Geçmişe geri dönemeyiz, Emine.” 

Birden bire Emine’nin içinde bir çocuk sahibi olma arzusu belirdi. “Bir bebeğim olsa iyi olamaz mıydı?” diye mırıldandı.

“Yarın beni şefliğe terfi ettirecekler, Emine.” 

Bir an için Emine’nin gözleri parıldadı, ama sonra hemen söndü.

“Mutlu değil misin?”

“Sen şef olursan...”

“Küçük bir kulübe kiralarız ve normal insanlar gibi yaşarız” diyerek ona moral vermeye çalıştı Diman. “Hatta bir çocuk sahibi bile olabiliriz.”

“Şefliğe terfi edip, küçük bir kulübe tutarsan, iyi bir kadınla evlenmen gerekir.” 

Emine’nin sözleri Diman’da bir takım fikirler oluşmasına yol açtı ve o da vaatlerde bulunmayı kesti. Her iki varlık da sessizliğe büründüler. Bir itfaiye aracının sireni bu sessizliği bozdu, ama sonra itfaiye de sireni de gecenin karanlığında kaybolup gitti. 

Eğer bir kadın fahişe olursa, o kötü bir insan olarak görülür ve kendisine tekrar ahlaklı olma şansı verilmez. Ama bir erkek bir fahişeye giderse, kimse buna karşı çıkmaz ve adam yine de özgürdür, hatta ne yaptığını açık açık anlatabilir. Emine, bunları Diman’dan da sessiz olan geceye fısıldıyordu. 

Zenginlerin tanrısı kadar cömert bir tanrıları, ülkeleri ve milliyetleri olmayan bu iki evsiz varlık, soğuktan korunmak ve zihinlerini kurcalayan ertesi günün tedirginliklerinden arınmak için birbirlerine sarılarak uykuya daldılar. 

Rüzgar şiddetlenmişti. Şimşekler çakıyordu. Ama bu onlar için uyanmalarına yol açmayan, sıradan bir olaydı. Yağan yağmur sağanağa çevirince, bu ikili kalkıp koşarak terkedilmiş bir benzin istasyonuna sığındılar. Orada Emine gibi kadınlar ve Diman gibi adamlar arasında uykularına devam ettiler. Pencerelerin kırık camlarından içeriye toz doluyordu. Ve pencerelerden sarayı çevreleyen parmaklıklarda yer alan düzinelerce lambadan iki tanesi görülebiliyordu. 

Bu geceden sonra Diman bir daha dönmedi. Emine, Diman ile ilişkisine ne olacağını başından beri biliyordu. Zaten Diman’ın son söyledikleri arzulu bir kalbin samimi ifadeleri değil, sadece boş laflardan ibaretti. 

Tek başına yürümeye başladı ve gecenin bir gölgesi oldu. Her geçen gün daha da güçten düşüyordu. Öksürüğü gittikçe artıyor ve ayakta bile zor durabiliyordu. Sırtı kamburlaşmıştı. Suratı kül gibiydi. Bunu saklamak için bol bol pudra sürüyor, dudaklarındaki morluğu kırmızı rujla kapıyordu. Pudrayı da ruju da Tanah Abang’tan almıştı. 

Artık kendi suratından korkuyordu. Aylar geçtikçe, kendisine yaklaşan her adam önce uzunca kendisiyle konuşmaya başladı. Bunun sebebini biliyordu. Önce suratına yakından bakmak istiyorlardı. Bir gece adamın biri şöyle bağırdı: “Yanımda suratını örtmek için bir mendil olmaması ne kötü. Olsaydı seninle beraber olmak isterdim.” 

Kadınsı cazibesini de kaybettiğinin farkındaydı. Artık pudra ve ruj da fayda etmiyordu. Parfüm bile bir işe yaramıyordu. Arka arkaya iki gece yanına tek bir erkek bile gelmedi, çünkü gökyüzünde ay parlıyordu. O da umutları tükenmiş tüm arkadaşlarının izlediği yolu uygulamak zorunda kaldı ve haysiyetinin kalan son kırıntılarını satışa sundu. 

“Peki o zaman, ağzımı kullanabilirsin.” 

Arkadaşlarının dört tanesinin bunu yaptıktan sonra bir daha parka dönmediklerini hatırlıyordu. Nerede olduklarını bilmiyordu, bunu yaptıkları için ölmüş bile olabilirlerdi. 

O geceden sonra ağzını, dudaklarını ve kalan dişlerini kullanarak çalışmaya başladı. Önceleri diline yapışan o sıvıyla ne yapacağını bilemiyordu. Birkaç kere tükürdü, ama en sonunda sıvı boğazından geçerek karnına inmeye başladı. 

Artık o kırık vücudunda haysiyet denilen şeyden eser kalmadığını anlamıştı. Düzgün bir hayat umutları tükenmişti. Ona günde bir ringgit ödeyecek herkes için gücü ve yetenekleri el verdiğince ne isterlerse yapardı. 

Ama zamanla ona gelen erkeklerin sayısı azaldı ve artık kimse gelmemeye başladı. Çökmüş suratı, darmadağın saçları ve kırışmış derisi yüzünden onu bir maymundan ayırt etmekte zorlanıyorlardı.

 

*   *   *

 
Güneşli bir günün sabahıydı. Yattığı banktan doğrulup kalkmaya gücü yoktu. Çok açtı. Boğazı ve midesi sanki alevler içerisinde yanıyordu. Artık bütün gün ağzından salyalar akarak güneşin altında yatıyordu. Zaman zaman hafifçe öksürür ve diliyle damağı arasından cerahat sızardı. Ses telleri harap olmuştu ve artık ağzından ses çıkmıyordu. 

Arada sırada yanından birileri geçerdi. Eliyle işaret edip yardım istemeye çalışırdı ama kimse durmazdı. Belki onu tanımadıklarından, belki de umurlarında olmadığından. 

Geceleri herkes bu bedenden kaçar ve yanlarında bir korku duygusunu da götürerek evlerine giderlerdi. 

Bir sonraki gün güneş ışıdığında Emine iki dünya arasında gidip gelmeye başlamıştı. Gözleri hâlâ etrafını algılayabiliyor, ancak ruhu artık bunu yapamıyordu. 

Bir adam ona doğru yaklaştı. Onu şöyle bir süzdükten sonra kafasını salladı. Emine’nin gözleri karşısındaki bu bedeni sezebilmişti. Sanki Salih onu eve götürmeye gelmişti. Ses telleri artık çalışmasa da ona şunları söyleyebildi: “Lütfen günahlarımı bağışla. Lütfen affet beni. Beni eve götür.” 

Adamın dudaklarından da şu sözler çıkar gibiydi: “Biraz bekle Emine. Seni eve götürmek için arabayı getireyim.”

“Evet, git. Ama lütfen fazla bekletme beni. Çok susadım.” 

Sonra o gitti. Emine gözlerini kapatarak beklemeye başladı. Güneşin kızgın darbelerini artık hissetmiyordu. Salih hâlâ dönmemişti. Ama onu bağışladı. 

Sonunda Salih yanında bir takım insanlarla geri döndü.

“Bunlar senin lokantanın müşterileri mi?” diye sordu Emine.

Salih başını salladı.

“Ne? Diman sana yardımcı mı oluyor?” 

Beyaz şortlu adamlar onu bir sedyenin üzerine yerleştirdiler. Emine’nin vücudu hafifçe sallandı. Sonra onu bir ambulansa koydular. 

“Salih, bu araba gerçekten çok güzel.”

“Bu benim arabam, Emine. Lokantadan kazandığım paralarla aldım.”

“Arabanın içinde neden bir alu sopası var?”

“Annenin sana bir hediyesi. Ne zaman mısır dövmeye başlayacaksın?”

“Burada benim için elektrik ışığı var mı?” 

O anda Salih, babası haline dönüşüverdi. Emine devam etti: “Baba, pirinç tarlalarına gitmiyor musun?”

“Hasat sona erdi ve daha yağmurlar başlamadı. Ancak ilk yağmurlardan sonra tarlayı sürebiliriz. Sonra tarlayı nadasa bırakacağız. İkinci yağmurlardan sonra da tarlayı tekrar sürebiliriz. Bu şekilde hasat iyi olur.” 

“Hasat iyi olursa bana ne alacaksın baba?”

“Ne istersin?”

“Tabii ki bir dikiş makinesi!” diyerek güldü Emine. 

Birden bire duvarlardan ağızlar çıkmaya başladı. Dudaklarını ona doğru uzatıyor ve sert bir şekilde bağırıyorlardı: “Seni maymun! Nereye gittiğini zannediyorsun? Yaptığın tek şey bu güzel parkı kirletmek!” 

Emine bu sözleri duyduğu zaman telaşlandı ve bağırmaya başladı: “Diman. Diman, bana kötü davranıyorlar. Diman! Diman! Neredesin? Nerede?” 

Diman ortada yoktu. Korkusu ve öfkesi şiddetleniyordu. Vücudu sarsılıyor, gözleri parlıyordu. Gözlerini görmek için kullanmaya çabalıyordu. Göz kürelerini yukarıya doğru çeken kuvvet o kadar güçlüydü ki!  Ama Emine pes etmedi. Sonunda gözlerini bir kez daha kullanmayı başardı. Önünde siyah bir bataklık uzanıyordu, etrafı yabani otlarla doluydu. Ama içinde bulunduğu araba sakin bir şekilde yoluna devam etti. Arada sırada havanın rengi değişiyordu: mavi, gri, kırmızı ve değişik değişik renkler. Bazen de gökyüzünde çeşitli türden silahlarla korkunç savaşlar meydana geliyordu. 

Bir anda bütün bunlar yok oluverdi. Uzaktan annesinin sesini duydu: “Emine! Emine! Salih kızkardeşinle evleniyor! Sen de gelip izlemeyecek misin?” 

Emine yine içerledi. Annesine cevabını vermek isterdi. Ama birden önünde o çok sevdiği evini ve bahçesini, palmiyelerle kaplı parmaklıkları gördü. Bahçenin ortasında toprak zeminli, ahşap bir ev vardı. Bu, bir zamanlar Salih’le beraber huzurlu bir şekilde yaşadıkları evdi. Sonra bu güzel ve sakin görüntü kayboluverdi. Buldozerler ve traktörler, onu paramparça etmeye çalışan canavarlar misali yanıbaşında bitiverdiler. Sonra da düzinelerce kamyon, kükreyerek sanki onu ezip öldürmeye çalışan bir bufalo sürüsü gibi üzerine geldi. 

Emine haykırdı.

Görüntüler artık hızla değişmeye başlamıştı. Gözlerinin önünden ard arda değişik resimler geçiyordu. Sonunda herşey tekrar sakinleşti. Emine, Salih’in arabadan indiğini gördü. Onun ardından Diman, sonra da Hatice, annesi, babası ve komşuları geldi. Her birine tek tek bağırdı. Onlar da koro halinde cevap verdiler: “Biz şehre gidiyoruz. Sen ise Kebajoran’a. Öyle değil mi?” 

Araba yoluna devam etti. Hızlı ama sakin. Artık tek başınaydı. Araba yoluna devam etti. O hâlâ yalnızdı. Araba gidiyordu – ve hiçbir yerde de durmayacaktı... 

Cakarta, Ocak 1950

                                                                                                                                                                                                          
   
 

Pramoedya Ananta Toer/ Çeviri: Altay Atlı