Hatice
görünürden kayboldu. Bir trenin kapıları
ardında yokolup gitti. Emine kızkardeşini çağırmak
için bağırmak istedi. Ancak
bunu yapacak gücü bile kalmamıştı.
Yavaşça
uzun zamandır kendisine yaşayabileceği
bir alan veren tek yere, o saray parmaklıklarından sadece
ikiyüz elli metre
uzaklıkta olan Fromberg Parkı’na doğru gitti. Kendisini
bankın üzerine bıraktı.
Yalnız başına ağlıyor, saçını ve tenini yakan o kızgın
güneşe aldırış
etmiyordu. Göğsünün içindeki
boşluk da, o boşluğu doldurma isteği de gittikçe
büyüyordu. Kocası Salih’i
düşündü, kendi Salih’ini. Salih
hâlâ onun kocasıydı.
Bir zamanlar yoldan çıkmış olan Salih’in aklı
başına gelmiş, ama bu sefer de
onu değil hâlâ bakire olan kızkardeşini tercih
etmişti. Bunu düşündükçe,
Salih’in artık bir yabancı, hayatında olmaması gereken bi
adam olduğunu
hissediyordu. Onu alu sopasıyla
dövmek isteyen annesi de öyle. Hepsi birer yabancı
oluvermişti. Yaşıyorlardı,
ama onun umutlarında değil...
Bugün
ham ananas almak için Tanah Abang pazarına
gitmeyecekti. Düşünceleri, pişmanlıkları ve
söyledikleri onu yormuştu. Parkın etrafındaki trafiğin
gürültüsü her
zamankinden daha fazlaydı. Tanah Abang’daki
yiyeceği erişte için iştahı da kalmamıştı. Tramvay defalarca
geçip gitti. Ona
binme isteği kalmamıştı. Sonunda, sabahın ilerleyen saatlerinde Diman
işten
döndü.
Sonra:
“Gözlerin neden kızardı, Emine?”
O anda
Diman’ın kendisini korkularından ve
göğsünde yanan boşluktan koruyamayacağını anlamıştı.
Onu koruyabilecek hiçbir
kimse, hiçbir şey yoktu. Ayaklarının altında yeşil
çimenler uzanıyordu, ama yer
yer kellikler vardı. Gökyüzü ise maviydi ama
arada sırada hafif bir rüzgar
esiyordu. Ama onun etrafındaki hiçbirşey, kendisi dahil, en
ufak bir duygu
taşımıyordu. Boşlardı. Ve bu boşluğu dolduracak hiçbir şey
görünmüyordu. Sanki
bir taş, diğer bir taşa çarpıyordu.
“Ağlıyor
musun, Emine? Olanlardan pişman mısın
yoksa? Biliyorum sana karşı hatalıydım, ama sen de benimle gelmeyi
kabul ederek
hata yaptın. İkimizin de suçu var.”
Adamın sesi
bomboştu ve bu boşluk onu
çıldırtıyordu. Farkında olmadan bu boşluğu ailesinden
ayrıldığı ve bu genç
adamla birlikte çekip gittiği günden beri yanında
taşımıştı. Boşluğun farkına
ancak Diman kendisine olan tutkusunu kaybettiği zaman varmıştı.
Bir kez daha
kendisini Kebajoran’dan gelen
haberleri düşünmemek için telkin etti. Ama
diğer yandan da bilmek istiyordu.
Hâlâ sevdiği o eski bahçesi, Salih,
annesi ve evlerinde bir zamanlar hep
beraber yaşarken soludukları havaya dair birşeyler duymak istiyordu. Ne
var ki,
bunların hepsi göğe yükselimişti.
Ağaçların
altındaki çimenlerin üzerine uzandı.
Bir kez daha kendi gerçekliğine
dönmüştü.
Şehir
trafiği akmaya devam ediyordu. Yakında
karanlık çökecek, onun bedeninin sıcaklığını
isteyen düzinelerce erkek Fromberg
Parkı’na gelip onun gibi kadınları arayacaktı.
Açık dünyada onu görmezden
gelecekler, ama karanlığın dünyasında peşinden koşacaklardı.
Emine,
Kebajoran’a dönmek istiyordu. Ama buna
cesareti yoktu. Salih’ten, alu
sopasından, annesinin gazabından ve bizzat annesinden
çekiniyordu. Hayatının bu
döneminin ne zaman sona ereceğini ya da ne zaman değişeceğini
bilme imkanı
yoktu. Bunu tahayyül etmek bile ona çok uzaktı.
***
Birkaç
gün sonra, bulutlu bir gecenin
karanlığında Diman’ın fısıldayan sesini duydu:
“Biraz önce Salih’i
gördüm.
Şehirde yeni bir lokanta açıyormuş. Karısı da
hamileymiş.”
Emine,
uykulu halini üzerinden atabilmek için
gözlerini açabildiği kadar açtı.
Göğsünün içindeki boşluk artık
tüm ruhunu
harap ediyordu.
“Eğer
sen beni buraya getirmemiş olsaydın...”
“Geçmişe
geri dönemeyiz, Emine.”
Birden bire
Emine’nin içinde bir çocuk sahibi
olma arzusu belirdi. “Bir bebeğim olsa iyi olamaz
mıydı?” diye mırıldandı.
“Yarın
beni şefliğe terfi ettirecekler, Emine.”
Bir an
için Emine’nin gözleri parıldadı, ama
sonra hemen söndü.
“Mutlu
değil misin?”
“Sen
şef olursan...”
“Küçük
bir kulübe kiralarız ve normal insanlar
gibi yaşarız” diyerek ona moral vermeye çalıştı
Diman. “Hatta bir çocuk sahibi
bile olabiliriz.”
“Şefliğe
terfi edip, küçük bir kulübe
tutarsan,
iyi bir kadınla evlenmen gerekir.”
Emine’nin
sözleri Diman’da bir takım fikirler
oluşmasına yol açtı ve o da vaatlerde bulunmayı kesti. Her
iki varlık da
sessizliğe büründüler. Bir itfaiye aracının
sireni bu sessizliği bozdu, ama
sonra itfaiye de sireni de gecenin karanlığında kaybolup gitti.
Eğer bir
kadın fahişe olursa, o kötü bir insan
olarak görülür ve kendisine tekrar ahlaklı
olma şansı verilmez. Ama bir erkek
bir fahişeye giderse, kimse buna karşı çıkmaz ve adam yine
de özgürdür, hatta
ne yaptığını açık açık anlatabilir. Emine,
bunları Diman’dan da sessiz olan
geceye fısıldıyordu.
Zenginlerin
tanrısı kadar cömert bir tanrıları,
ülkeleri ve milliyetleri olmayan bu iki evsiz varlık, soğuktan
korunmak ve
zihinlerini kurcalayan ertesi günün
tedirginliklerinden arınmak için
birbirlerine sarılarak uykuya daldılar.
Rüzgar
şiddetlenmişti. Şimşekler çakıyordu. Ama
bu onlar için uyanmalarına yol açmayan, sıradan
bir olaydı. Yağan yağmur
sağanağa çevirince, bu ikili kalkıp koşarak terkedilmiş bir
benzin istasyonuna
sığındılar. Orada Emine gibi kadınlar ve Diman gibi adamlar arasında
uykularına
devam ettiler. Pencerelerin kırık camlarından içeriye toz
doluyordu. Ve
pencerelerden sarayı çevreleyen parmaklıklarda yer alan
düzinelerce lambadan
iki tanesi görülebiliyordu.
Bu geceden
sonra Diman bir daha dönmedi. Emine,
Diman ile ilişkisine ne olacağını başından beri biliyordu. Zaten
Diman’ın son
söyledikleri arzulu bir kalbin samimi ifadeleri değil, sadece
boş laflardan
ibaretti.
Tek
başına yürümeye başladı ve gecenin bir
gölgesi oldu. Her geçen gün daha da
güçten
düşüyordu.
Öksürüğü gittikçe
artıyor
ve ayakta bile zor durabiliyordu. Sırtı kamburlaşmıştı. Suratı
kül
gibiydi.
Bunu saklamak için bol bol pudra sürüyor,
dudaklarındaki morluğu kırmızı rujla kapıyordu.
Pudrayı da ruju da Tanah Abang’tan
almıştı.
Artık kendi
suratından korkuyordu. Aylar
geçtikçe, kendisine yaklaşan her adam
önce uzunca kendisiyle konuşmaya başladı.
Bunun sebebini biliyordu. Önce suratına yakından bakmak
istiyorlardı. Bir gece
adamın biri şöyle bağırdı: “Yanımda suratını
örtmek için bir mendil olmaması ne
kötü. Olsaydı seninle beraber olmak
isterdim.”
Kadınsı
cazibesini de kaybettiğinin farkındaydı.
Artık pudra ve ruj da fayda etmiyordu. Parfüm bile bir işe
yaramıyordu. Arka
arkaya iki gece yanına tek bir erkek bile gelmedi,
çünkü
gökyüzünde ay
parlıyordu. O da umutları tükenmiş tüm arkadaşlarının
izlediği yolu uygulamak
zorunda kaldı ve haysiyetinin kalan son kırıntılarını satışa sundu.
“Peki
o zaman, ağzımı kullanabilirsin.”
Arkadaşlarının
dört tanesinin bunu yaptıktan
sonra bir daha parka dönmediklerini hatırlıyordu. Nerede
olduklarını
bilmiyordu, bunu yaptıkları için ölmüş
bile olabilirlerdi.
O geceden
sonra ağzını, dudaklarını ve kalan
dişlerini kullanarak çalışmaya başladı. Önceleri
diline yapışan o sıvıyla ne
yapacağını bilemiyordu. Birkaç kere
tükürdü, ama en sonunda sıvı boğazından
geçerek karnına inmeye başladı.
Artık o
kırık vücudunda haysiyet denilen şeyden
eser kalmadığını anlamıştı. Düzgün bir hayat umutları
tükenmişti. Ona günde bir
ringgit ödeyecek herkes için gücü
ve yetenekleri el verdiğince ne isterlerse
yapardı.
Ama zamanla
ona gelen erkeklerin sayısı azaldı
ve artık kimse gelmemeye başladı. Çökmüş
suratı, darmadağın saçları ve kırışmış
derisi yüzünden onu bir maymundan ayırt etmekte
zorlanıyorlardı.
***
Güneşli
bir günün sabahıydı. Yattığı banktan
doğrulup kalkmaya gücü yoktu. Çok
açtı. Boğazı ve midesi sanki alevler
içerisinde yanıyordu. Artık bütün
gün ağzından salyalar akarak güneşin altında
yatıyordu. Zaman zaman hafifçe
öksürür ve diliyle damağı arasından cerahat
sızardı. Ses telleri harap olmuştu ve artık ağzından ses
çıkmıyordu.
Arada sırada
yanından birileri geçerdi. Eliyle
işaret edip yardım istemeye çalışırdı ama kimse durmazdı.
Belki onu tanımadıklarından,
belki de umurlarında olmadığından.
Geceleri
herkes bu bedenden kaçar ve yanlarında
bir korku duygusunu da götürerek evlerine giderlerdi.
Bir sonraki
gün güneş ışıdığında Emine iki dünya
arasında gidip gelmeye başlamıştı. Gözleri
hâlâ etrafını algılayabiliyor, ancak
ruhu artık bunu yapamıyordu.
Bir adam ona
doğru yaklaştı. Onu şöyle bir
süzdükten sonra kafasını salladı. Emine’nin
gözleri karşısındaki bu bedeni
sezebilmişti. Sanki Salih onu eve götürmeye gelmişti.
Ses telleri artık çalışmasa
da ona şunları söyleyebildi: “Lütfen
günahlarımı bağışla. Lütfen affet beni.
Beni eve götür.”
Adamın
dudaklarından da şu sözler çıkar gibiydi:
“Biraz bekle Emine. Seni eve götürmek
için arabayı getireyim.”
“Evet,
git. Ama lütfen fazla bekletme beni. Çok
susadım.”
Sonra o
gitti. Emine gözlerini kapatarak
beklemeye başladı. Güneşin kızgın darbelerini artık
hissetmiyordu. Salih hâlâ
dönmemişti. Ama onu bağışladı.
Sonunda
Salih yanında bir takım insanlarla geri
döndü.
“Bunlar
senin lokantanın müşterileri mi?” diye
sordu Emine.
Salih başını
salladı.
“Ne?
Diman sana yardımcı mı oluyor?”
Beyaz şortlu
adamlar onu bir sedyenin üzerine
yerleştirdiler. Emine’nin vücudu hafifçe
sallandı. Sonra onu bir ambulansa
koydular.
“Annenin
sana bir hediyesi. Ne zaman mısır
dövmeye başlayacaksın?”
“Burada
benim için elektrik ışığı var mı?”
O anda
Salih, babası haline dönüşüverdi. Emine
devam etti: “Baba, pirinç tarlalarına gitmiyor
musun?”
“Hasat
sona erdi ve daha yağmurlar başlamadı.
Ancak ilk yağmurlardan sonra tarlayı sürebiliriz. Sonra
tarlayı nadasa
bırakacağız. İkinci yağmurlardan sonra da tarlayı tekrar
sürebiliriz. Bu şekilde
hasat iyi olur.”
“Hasat
iyi olursa bana ne alacaksın baba?”
“Ne
istersin?”
“Tabii
ki bir dikiş makinesi!” diyerek güldü
Emine.
Birden bire
duvarlardan ağızlar çıkmaya başladı.
Dudaklarını ona doğru uzatıyor ve sert bir şekilde bağırıyorlardı:
“Seni
maymun! Nereye gittiğini zannediyorsun? Yaptığın tek şey bu
güzel parkı
kirletmek!”
Emine bu
sözleri duyduğu zaman telaşlandı ve
bağırmaya başladı: “Diman. Diman, bana kötü
davranıyorlar. Diman! Diman!
Neredesin? Nerede?”
Diman ortada
yoktu. Korkusu ve öfkesi
şiddetleniyordu. Vücudu sarsılıyor, gözleri
parlıyordu. Gözlerini görmek için
kullanmaya çabalıyordu. Göz kürelerini
yukarıya doğru çeken kuvvet o kadar
güçlüydü ki!Ama Emine pes etmedi.
Sonunda gözlerini bir kez daha kullanmayı başardı.
Önünde siyah bir bataklık
uzanıyordu, etrafı yabani otlarla doluydu. Ama içinde
bulunduğu araba sakin bir
şekilde yoluna devam etti. Arada sırada havanın rengi değişiyordu:
mavi, gri,
kırmızı ve değişik değişik renkler. Bazen de
gökyüzünde çeşitli
türden silahlarla
korkunç savaşlar meydana geliyordu.
Bir anda
bütün bunlar yok oluverdi. Uzaktan
annesinin sesini duydu: “Emine! Emine! Salih kızkardeşinle
evleniyor! Sen de
gelip izlemeyecek misin?”
Emine yine
içerledi. Annesine cevabını vermek
isterdi. Ama birden önünde o çok sevdiği
evini ve bahçesini, palmiyelerle kaplı
parmaklıkları gördü. Bahçenin ortasında
toprak zeminli, ahşap bir ev vardı. Bu,
bir zamanlar Salih’le beraber huzurlu bir şekilde yaşadıkları
evdi. Sonra bu
güzel ve sakin görüntü
kayboluverdi. Buldozerler ve traktörler, onu
paramparça
etmeye çalışan canavarlar misali yanıbaşında bitiverdiler.
Sonra da düzinelerce
kamyon, kükreyerek sanki onu ezip öldürmeye
çalışan bir bufalo sürüsü gibi
üzerine geldi.
Emine
haykırdı.
Görüntüler
artık hızla değişmeye başlamıştı.
Gözlerinin önünden ard arda değişik resimler
geçiyordu. Sonunda herşey tekrar
sakinleşti. Emine, Salih’in arabadan indiğini
gördü. Onun ardından Diman, sonra
da Hatice, annesi, babası ve komşuları geldi. Her birine tek tek
bağırdı. Onlar
da koro halinde cevap verdiler: “Biz şehre gidiyoruz. Sen ise
Kebajoran’a. Öyle
değil mi?”
Araba yoluna
devam etti. Hızlı ama sakin. Artık
tek başınaydı. Araba yoluna devam etti. O hâlâ
yalnızdı. Araba gidiyordu – ve
hiçbir yerde de durmayacaktı...