ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Kar Dansı

   

Her  biri  uzaklardan  geliyordu  aslında.

Bahçenin  tam  ortasındaki  direğin  ucunda  bulunan  büyük, beyaz  lambadan  yayılan  ışığın  içindeki  kar  taneleri... Uzaklardan  gelip, toprağa  doğru  hızla  yaptıkları  yolculukta,  dairesel,  parlak  bir  beyazlık  halinde  yayılmış  ışığın  içinde  kararsızca  çırpınıyorlardı.  Her  tane,  sanki  karanlıktan  korkmuş  gibi,  tam  ışık  çizgisini  geçerken  vazgeçiyor,  sıçrıyor,  zıplıyor,  ötekilerin  karmaşasında  yitip  gidiyordu.

Her  biri  kendi  yolculuğunu  yapar  sanılıyordu  oysa.

Öncesiz  ve  sonrasız  gibiydi  kar  tanecikleri. Yalnız  ışığın  içinde  var  olmuşlardı  sanki. Karanlığın  onları  yutma  tehlikesinden  olsa  gerek,  durmadan  ışığa  geri  dönüyorlardı.

Gecenin  sardığı  bahçeye  doğru  uzanmış,  bol  ışıkla  aydınlatılmış  koridorun  en    noktasındaydılar.  Duvardan  duvara,  yerden  tavana  uzanan  büyük  camın  önüne  konmuş  yuvarlak, alçak  sehpanın  çevresindeki  bahçe  tipi  tahta  koltuklarda  oturuyorlardı.  Sehpanın  yanı  başında,  dev  bir  saksıda  ekili    ağaçlaşmış  Japon  gülü, iri  yeşil  yapraklarını  üstlerine  doğru  uzatmıştı.

Gözlerini,   bahçedeki  lambanın  ışığında  sürüp  giden  kar  dansına  dikmiş,  suskun  oturuyorlardı.

Her  biri,  uzak  bir  yerden  gelmişti  aslında.

          

Zaman,  bin  dokuz  yüz  otuz  dokuz  depreminde,  henüz  küçük  bir  çocukken  üç  gün  toprak  altında  kaldıktan  sonra  dışarı  sağ  çıkarılınca  toprağı  öpen,  yıllar  yıllar  sonra,  toprağın  bu  kez  uzun  ve  dinmek  bilmeyen  sarsıntılarıyla   hastanenin  kırmızı  kiremitleri,  kara  isli  bacaları,  eski  demir  karyolaları,  sünger  yatakları,  masaları,  sandalyeleri  ve  içindeki  insanlarıyla  birlikte  yerin  iki  kat  altındaki  çamaşır  kazanlarının  üstüne  çöktüğü,  televizyonların  da  bu  hazin  görüntüleri  ülkenin  dört  bir  yanına  anında  ilettiği  büyük  yıkımda,  başı  iki  iri  taş  arasına  sıkışan,  yüzü  sıvalı  kireçli  toprağa  gömülen  Vehbi  Efendi'nin,  henüz  dış  kapıda  gece   nöbeti  tuttuğu,  dumanı  tüten  çayını  höpürdete  höpürdete  içtiği  zamandı.

Yüzü, çocukluğunda  Menderes  Ovası'nda  topladıkları  pamuklar  kadar  beyaz  Aydınlı  Solmaz  Hemşire,  kıvırcık  kirpikli  kara  gözlerini,  lambanın  çevresinde  dans  eden  kardan  ayırmadan, uzanıp  sehpanın  üstündeki  Maltepe  paketinden  bir  sigara  aldı.

Çakmağı  çakıp  sigarasını  yaktı. Çekik  gözlerini  iyice  kıstı. Alevlerin  içinde  bir  an,  Atçalı  Kel  Mehmet  Efe'nin  heykelini  görür  gibi  olmuştu.

Ankara'da, Keçiören  Sağlık  Koleji'nde  okuduğu  yıllarda, bayramlarda, tatillerde  köyüne  giderken  onca  yolu  sakin  sakin  giderdi  de, Atçalı'nın  heykelini  gördü    yerinde  duramazdı. Boğazına  bir  sevinç  düğümlenir, derin  bir  heyecana  kapılırdı.  Bilirdi  ki  biraz  sonra  istasyonda  inecek, reçine  kokulu  toprağa  kök  salmış, alabildiğine  boy  atmış  incirlerin, turunçların, mandalinaların  arasından  geçip  köyüne  girecek. Ortancaların, sardunyaların  yaz  kış  demeden  öbek  öbek  açtığı, tenekelerden  duvar  diplerinden, kapı  aralıklarından  sokaklara  taştığı  bahçelerine  kavuşacak  İsabeyli'nin.

Nazilli'nin  Uzunçarşı'sında  şöyle  bir  dolaşamayalı  ne  çok  zaman  olmuştu. Aydın'da  teyze  kızlarıyla,  Sultanhisar'da  eski  okul  arkadaşlarıyla  birlikte  olup  iki  çift  laf  etmeyi  nasıl  da  özlemişti.

Tam  bir  yıldır  gitmemişti  köyüne. Oku  da  kurtul  buralardan, dedikleri  köyüne...

Şehir, gri  bir  tülle  örtülü  bu  gece. Evlerinde  yaldız, göklerinde  yıldız  yok.

On  dokuz  yaşındaki  Solmaz  Hemşire  sigarasından  derin  bir  nefes  çekti. Ateşi  özlem  olup  yüreğine  düştü, yaktı.

Sonra  ansızın  bir  şey  anımsamış  gibi  öne  doğru  bir  hamle  yaptı  ve  Maltepe  paketini, yumuşak  bir  el  hareketiyle  sağa  doğru  itti.

İkinci  koltukta  oturan  başı  örtülü, yaşı  belirsiz, narin  yapılı, uzun  boylu  kadın, bu  incecik  hareketin  karşılığını  hemen  verdi. Esmer  elini  uzatıp  paketten  bir  sigara  aldı. Üstünde  el  ve  ayak  bileklerine  dek  uzanan  beyaz  çiçekli, pembe, pazen  bir  gecelik  vardı.

Sigarasından  derin  nefesler  çeken  Ağrılı  Rukiye  Hanım, oynaşan  kar  taneciklerine  doğru  üflediği  dumanda,  hayalarını  ateşe  tutmuş  ısınan  yaşlı  bir  adam  gördü.

Karısı  yeni  ölmüş  Kurt  Cemal, babasına  yüklü  bir  başlık  parası  verip  on  beşindeki  Rukiye'yi    olarak  aldığında, Rukiye'nin, kimselerin  bilmediği  Melik  adında  bir  sevdiği  vardı. Onunla  hepsi  hepsi  iki  kez  buluşmuştu. Ahlatın  altında. Ve  on  sekiz  yaşındaki  Melik, omzuna  yaslanan  Rukiye'nin  kara  yılan  gibi  uzun  ve  parlak  saç  örgülerini  açmış, avuçlarına  aldığı  saçlarını  öpmüş, ondan  öte  dokunmaya  kıyamamıştı. Melik, Kurt  Cemal'in  yeğeniydi, bahçe  bahçesi, ahlat  ağacı  da  bahçesindeki  ağaçlardan  yalnızca  biriydi.

Günler  geceleri  sürümüştü  ardından. Rukiye’nin  eve  gelişinin  hemen  ardından,  amcasına  emanet  babasız  Melik, alıp  başını  bilinmedik  bir  yere  gitmiş, bir  daha  da  soluğunu  duyan  olmamıştı. On  beşlik  Rukiye  de,  yirmi  beşine  varmadan  dört  tane  çocuk  doğurmuştu.

Aradan  zaman  geçti.

Günlerden  bir  gün, on  beş  yaşında  başka  bir  kız  geldi  eve.

Yeşile  boyalı  o  tahta  kapının  ardında  olup  biteni, harfi  harfine  biliyordu  Rukiye. Kapının  ya  da  kendi  gözlerinin  sımsıkı  kapalı  oluşu  bir  şeycik  değiştirmiyordu. Hem  zaten  ertesi  günleri  vardı  kapıları  kapatan  gecelerin.  Gün  günden  soldu  eve  yeni  gelen  çocuk. Sofrada  küçük  ağzından  içeri  teptiği  lokmaları  yutamadı. Elleri  el  olup, tuttuğunu  kavrayamadı. Kadın  da  olamadı, çocuk  da  kalamadı  Şehriban. Ama  Kurt  Cemal  bununla  da  yetinmedi. Kızın  kanı, iliği  iyice  kuruduğunda  başka  birini  getirdi  eve. Yeşil  kapı  her  gece  kapanıyordu  yüzlerine, her  gece.

 

Günler  gecelerden  karaydı. Dayanamadı  Rukiye. Aynı  acıları  yeni  baştan  yaşamaya  dayanamadı. Onlar  sararıp  soldukça  kendisi  de  yemeden  içmeden  kesildi. Sonunda,  o  güne  değin  varlıklarından  tamamıyla  habersiz  olduğu  kızıl  yeleli,  dişleri  ve  pençeleri  son  derece  yırtıcı,  aslana  benzer  birtakım  hayvanlar  çıktı  inlerinden. Karanlık  mağaraların  içindekileri, gecenin  koynunda  bütün  sakladıklarını  dışarı  uğratacak  şekilde  kükrediler,  kükrediler.

Bir sabah... sigarasının ucu gibi kıpkızılken ocaktaki korlar... üstünde çamaşır için  kaynayan  kazanı  kapıp... Hayalarını ısıtan Cemal’e dökmeye hazırlanırken Rukiye, elleri... el olup tuttuğunu kavrayamayan elleri titredi. Kazan, oracıkta düştü elinden. Dibi Cemal’e dönük olarak yere devrildi.  Cemal geri sıçradı. Rukiye’nin ayakları, dizlerinden aşağı haşlandı.

Yanan kendisi olduğundan niyetinin farkına varan olmadı.

Aylarca yattı hastanede Rukiye.  Yanık tedavisi gördü.

Derileri soyuldu, etleri döküldü ama sonunda bacakları iyileşti. Buna karşın hastaneden çıkarmadılar Rukiye’yi. Psikiyatri servisine yatırdılar. Gençten, kumral, güler yüzlü bir doktor her gün hatırını soruyor, konuşuyordu onunla. Hemşire, saatine bakarak geliyor, değişik değişik ilaçlar veriyordu.

Yattığı yerden ilk kez masmavi gökyüzünü gördü Rukiye. Dağların sivri tepelerini şefkatle öpüyor gibiydi. Ara sıra beyaz bulutlar göçüyordu sonsuzluğa. Rukiye kıpırdamadan bakıyordu bu geniş,  iç açıcı, serin görüntüye.

O doktor, bir gün,  şaşılası bir şey söyledi kendisine. Evet, kocası çok yaşlı bir adamdı, bu doğruydu, tamam ama, kendisinden sonra eve başka bir kadın getirmemişti. İlk karısı zaten öldüğü için, Rukiye tek eşiydi. Bunu çocuklar da doğruluyordu. Büyük ahlatın altında onu Melik’in kollarında gördüğünden beri başka birini aklından bile geçirmemişti kocası. Evde ne çocuk yaşta, ne yetişkin, başka bir kadın yoktu, hayır.

Rukiye’nin düşleriydi bunlar.

Yok  yok, elbette  tam  olarak  aldatmıyordu  düşleri  Rukiye'yi. O odaya giren, unutamadığı o korkunç anları yaşayan Rukiye’nin kendi çocukluğuydu. Acı çekmişti. Kurtulamıyordu. Yeniden, yeniden yaşıyordu o korku ve tiksinti dolu anları. Başkaları sanarak. Demek  Rukiye... Cemal'in, Melik'e  olan  aşkını  bile  bile  onu  babasından  istediğini  ve  aldığını  da  bilmiyordu...

Hayır, hayır, evde  başka  kadınlar  yoktu. Artık  evine  dönebilirdi, iyileşmişti  ve  bazı  gerçekleri  biliyordu. Hem  zaten  kendisi  de  kocaman  bir kadındı  artık.  Dört  çocuk  annesi  bir  kadın

Rukiye'yi  alıp  götürdü  yetmişlik  kocası. Özlemişti. Kara  örgülerini  açtı  saçlarının. Omuzlarına  döktü. Öpüp  kokladı  Rukiye'yi.

Çok  geçmedi  üstünden, belki  bir hafta, belki  bir  ay, ama  bir  yıl  değil  kesinlikle, yeniden  para  verip  küçük  bir  kız  getirdi  eve  Cemal. Rukiye'nin  vahşi  hayvanları  yeniden  kurtuluverdiler  saklandıkları  yerden. Bu  yüzden  onu  alıp  gerisin  geri  hastaneye  getirdiler.

Bu  durum  yıllardır  sürüp  gitmekte. Rukiye  bu  hastanenin  gediklisidir. Onu  herkes  tanır. Başka  hastalara  tanınmayan  pek  çok  serbestliği  vardır  onun. Bahçede  gezinebilir. Başka  katlara  inip  çıkabilir. Hemşire  odalarına  girip  oturabilir. Geceleri  Japon  gülünün  altında  çay  bile  içebilir  Rukiye.  Bu  geceki  gibi  oturup  kar  dansı  seyreder. Arada  bir, aniden  savrulur  taneler   sağa  sola. Gülümser  o  zaman  Rukiye. Ağrı  Dağı'nın  hırçın  başını  okşamış  ve  bu  yüzden  yüreği  iyice  kabarmış  rüzgarın, dağlar, ovalar, kanyonlar, ırmaklar, yarlar  geçerek  öfkesini  yitirdikten  sonra  girdiği  bu  dingin  bahçede, beyaz  ve  buzlu  soluğuyla, lambanın  çevresindeki  karı  üflediğini  düşünür. Kar  parçacıklarının  neye  uğradıklarını  şaşırmış  gibi  savrulmalarının  ve  hemen  sonra  da  bildik  danslarına  başlamalarının  nedenini  bu  yüzden  Rukiye'den  başka  kimse  bilmiyor. Ama  o  da  bu  hastaneye  gelmeden,  Solmaz  Hemşireyle  bu  camın  önünde oturmadan  önce,  yağan  karın  aslında  dans  ettiğini  bilmezdi.

Bu  güzel  manzaralı  camın  önünde  birini  yalnız  gördü    hemen  gelir  Rukiye. Yalnızlığını  paylaşmaya. İlginç  bir  paylaşımdır  onunki. Öylece  oturur. Kendi  yalnızlığının  ipliğini  eğirir, mekiğini  dokur. Bunu  yaparken, uzaklardan  gelmiş, hızla  toprağa  giden  bir  kar  tanesi  kadar  sessizdir. Ama  işte  şimdi, yanında  bir  soluk, bir  insan  varken  bir  ışık  huzmesinden  geçiyor  gibidir. Bu  yüzden  sessiz  eğirir  ipini  Rukiye. Bu  hastanede  gökyüzünü  fark  ettiğinden  beri  içinde  kanat  çırpan  kuşu  ve  inanılmaz  güzellikte  dans  eden öteki  kar  taneciklerini  ürkütmemek  için.

Refahiyeli  Hamza, üstünde  üç  kocaman  su  bardağı,  çay  dolu  bir  demlik  ve  bir  kase  kesme  şeker  olan  tepsiyi  usulca  sehpaya  koydu. Çayları  doldurdu. Solmaz       Hemşirenin  çayına  iki  şeker  attı. Rukiye'ninkine  ve  kendininkine  şeker  koymadı. Bardakları  dağıttı. Sessizliği  bozmamaya  çalışarak. Küçük  tıkırtılarla. Saygılı. Sonra  bir  eline  kesme  şeker, bir  eline  çay  dolu  bardağını  aldı. Önce  şekerden  küçük  bir  ısırık, sonra  bir  yudum  çay. Refahiyeli  Hamza  sigara  içmiyor.

Kan  kırmızısı  çaya  dalgın  dalgın  baktı  bir  yillık  evli  Hamza.  Yol  parası  vermemek  için  Refahiye'ye  haftalık  izninde  gidebiliyor  ancak. İki  gece  bir  gün  kalıp  geri  dönüyor. Gece  gündüz  burada  Hamza. Genç  karısı  yaşlı  anne  babasıyla  kalıyor. "Almanya'ya  gidenler  hiç  dönmüyor  ya " diye  teselli  ediyor  onu  dünyalar  güzeli  Servi. Ne  ki  çok  koyuyor  bu  durum  Hamza'ya.

O  da  masadaki  diğerleri  gibi  durmaksızın  yağan  kara  dikti  gözlerini. Bardağındaki  çaydan  yükselen  duman, dans  eden  karın  önünde  dalgalandı, açıldı, kıvrılıp  büküldü  ve  genç  bir  kadın  vücuduna  dönüştü. Hamza'nın  kalın  dudakları, dudaklarının  üstündeki  siyah  bıyıkları  titredi. Gözlerini  kapadı.

Erzincan, üstündeki  gri  tülü  atıp  zifir  karaya  kesti.

         Zaman, biten  günün  yenisini  kucaklamaya  hazırlandığı  zamandı.

Dış  kapı  nöbetçisi  Vehbi  Efendi, kolundaki  saate  baktıktan  sonra,  iri  gövdesinden  beklenmeyecek  bir  çeviklikle  kapıcı  kulübesinden  çıkıp, bir  sıçrayışta  bahçe  kapısının  önüne  geldi. Demir kapının büyük, demir sürgülerini sürdü. Dönüp kulübeye girmeden önce, başını çevirip karanlıklar içindeki hastaneye baktı. Ön bahçeye salt  geniş  koridor  pencereleri  açılıyordu. Zeminde poliklinikler vardı ve  bu  saatte  hepsi  kapalıydı. Birinci  kat  ameliyathanelerin  bulunduğu  kattı. Ameliyat olmadığından  birinci  katın  koridor  camlarında  ışık  yoktu. İkinci  kat  boş, dördüncü  kat  hemşire  lojmanı  olduğundan  karanlıktı. Yalnızca  üçüncü  katın  koridor  camından  güçlü  bir  ışık  dökülüyordu  bahçeye. Camın  arkasındaki  bodur  ağacın  altında  üç  kişi  oturmuş, yüzlerini  geceye  çevirmişlerdi. Bu  haliyle  karanlığa  asılmış, pırıl  pırıl, dev, oyuncak  bir  cam  balon  içindeki  bebekler  gibiydiler.  Işıklı  camın  çevresinde  kar  taneleri  dans  ediyordu.

Kirpiklerine  doluşan  kardan  ve  karşısındaki  muhteşem  görüntüden  gözleri  kamaşan  Vehbi  Efendi,  büyülenmiş  gibiydi  ve  iliklerine  değin  titredi.

Uzun  kış  gecelerinde, kendisine  yarenlik  etmek  için  kapıcı  kulübesine  çaya  gelen  konuklarına  tuhaf  hikayeler  anlatmayı  seven, bu  merakı, otuz  dokuz  depreminde, henüz  küçük  bir  çocukken  üç  gün  toprak  altında  kalmasındandır  denen  Vehbi  Efendi, geceye  asılmış,  ışıl  ışıl  yanan  cam  küreye  ve  etrafında  çılgınca  dans  eden  kara  bakıp, tuhaf  bir  hikayeye  karıştığını  sandı.

        Bir  an'dı.

                                          

                                                                                                                                                                                                           
   
 

Ferda İzbudak Akıncı/ Haziran 1998