ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Pencere

 

Sesleri duyuyorum. Yorganı başımdan yukarı çekiyorum. Güneş doğmak üzere… Işıkla birlikte gölgeler gerçekliğine kavuşuyor. Görmek istemiyorum. Görmek hatırlatacak. Uzaktan, yakından farklı seslerde, aynı makamda ezan seslerini duyuyorum. Duymak hatırlatıyor. Sabah yenidenleştiriyor her şeyi. Uykudaymış gibi unutmak istiyorum. Yorganın koruyucu kalkanı altında güvende hissediyorum. 

Bir an önce kalkmam gerekiyor. Çalışmam gerekiyor. Gereklilikler boğuyor. Keşke bazı şeylerin geri dönüşü olabilseydi. Bir türlü pişmanlık duyamadığım o geceyi yaşamamış olsam. Ya da pişman olsam… Kalkmalıyım artık. 

 Telefonun alarmı ikinci kez çalıyor… 

Ayaklarım yere değer değmez yerin soğukluğu bütün vücuduma yayılıyor. Oraya bakamıyorum. Pencereye. Gün ışıyor aniden. Gözlerim kamaşıyor. İçerisi buz gibi... Üzerimdeki rengini yitirmiş atlet ve şort pencereden akan ışığı ve soğuğu sanki bedenimden içeri çekiyor. Saçlarım ruhum gibi… Bedenim yüz yıl yaşlanmış sanki. Banyoya girip yüzümü soğuk su ile yıkıyorum. Şimdi istersem orama burama kocaman iğneler batırabilirim. Kırmızı ışıkta sağa sola bakmadan geçebilirim. Boğaz Köprüsü’ nün çelik halatları üzerinde gözlerim kapalı yürüyebilirim. Bütün bunlar, yarın öleceğini bilen birinin, kendini her şeyi yapmaya hazır hissetmesinin cesareti. Cesurum. Dün gece de olduğu gibi. O pencereden her baktığımda olduğu gibi. Gözlerinde gördüğüm gibi. Parmaklarının sesini ilk duyduğumda hissettiğim gibi. Coşkulu bir nehrin akışı gibi… Pencereyi açtım, temiz hava ile birlikte girdi içeriye “Für Elise”in notaları. Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken karşı pencerede onu gördüm. Camı açıktı. Piyano çalıyordu. Gözlerimi kapattım. Kendimi müziğin ritmine bıraktım.


Tuşları camdan, ayakları altın, kuyruğu gökkuşağından bir piyanonun başında oturuyordu. Parmakları kristal tuşların üzerinde sadece benim için geziniyordu. İnce ve muntazam parmakları, dehasını ispat etmek istercesine şekilden şekle giriyorlardı. Locanın bulunduğu balkonda sadece ben vardım. Gölgeler, müziğin ritmiyle birlikte etrafında dans ediyordu. Onu aydınlatan güçlü ışığın altında, son akordu bastığında olanca gücümle alkışlıyordum. Beni selamlamak için eğiliyordu. Ve perde kapanıyordu. Nereden çıktığını anlamadığım beyaz güvercinler sarıyordu etrafı. Çılgınca kanat çırpıyorlardı. Sonra birden kayboluyorlar, geride havada uçuşan beyaz tüyleri kalıyordu.

Aynadaki dökük halime bakıyorum. Dudaklarımda belli belirsiz bir gülümseme, kendime acıdığımı söylüyor. “Aptalca masallara kendini kaptıran birisin,” diyor aynadaki kadının görüntüsü. Bu dünya masallara uygun bir yer değil ki. Büyümeliyim artık. Büyükannemin sesiyle soluyor bütün masallar. Yatak odasına dönüp giyiniyorum. Dünyadaki rolüme geç kalmamalıyım. Yenidenleşmeli her şey. İşim dalgınlığı kaldırmıyor. Bir sürü rakamın içinde boğulacağım bu gün. Öyle yorgunum ki… Karşıdaki pencereye takılıyor gözlerim. Bakmamalıyım… 

Beethoven “Ay ışığı sonatı” 

Cam sonuna kadar açıktı. Profilden görüyordum onu. Biçimli burnu, sivri çenesi, arkaya doğru taranmış jöleli saçlarıyla çok çekici görünüyordu. Birden durup bana bakacak diye ödüm kopuyordu. Bir kadeh şarap almıştım kendime ona karşı derin bir sevgi büyütüyordum içimde ya da çok sevdiğim Beethoven’ı bu kadar iyi yorumlayan birine duyulan hayranlıktı, sonsuz bir tutkuydu bu hissettiğim şey. Onunla bir an önce tanışmalıydım. Onu dinlerken gördüğüm sanrılar müzik bittiğinde dayanılmaz sancılara dönüşüyordu. O gece, hiç durmadan, saatlerce çaldı. Ben karşı pencerede kendimi kaybettim… 

Şimdi dokuzuncu Senfoniyi çalıyor. 

Güzel giysileri ile kraliyet ailesi, ülkenin bütün soyluları orada. Büyük besteci ustalıkla yönetiyor konseri. İlk iki bölümde aşk, tutku var. Bütün hücrelerimle hissediyorum ruhunu. Son bölüm öfke, itiraz, hüzün… Sesler yavaş yavaş kayboluyor. Artık hiçbir şey duyamıyor. Duymadan besteliyor son bölümü. Konser sonunda herkes ayakta alkışlıyor. O sessiz bir filmin içinde kaybolmuş gibi. Kulaklarını kapatıp hıçkırıklarla terk ediyor salonu. Bu onun son konseri. Daha fazla yaşayamıyor. Gözyaşlarımı tutamıyorum.

Bu gece onu görmezsem, konuşmazsam bir daha hiç göremeyeceğimi müziğini duyamayacağımı hissettim. Üzerime en güzel elbisemi giyip koşarak çıktım evden. Karşı apartmanın kapısında bir süre kaldım. Müzik durmuştu. Ona dokunamadan kaybedeceğim korkusu ile bastım zile. Kapı açıldı. Asansörde dördüncü kata çıkana kadar heyecandan soluk soluğa kalmıştım. Kapısı aralıktı, usulca açtım ve içeriye girdim. Kocaman salonun ortasında bir koltuk, cam kenarındaki piyano ve bir kitaplıktan başka bir şey yoktu odada. O yine piyanonun başındaydı. Soran gözlerle bakıyordu bana. Utandım. Gözlerimi yere indirip “Dayanamadım,” dedim. Gülümsedi. Yanına yaklaştım. Çekingen, parmaklarına dokundum. “Her gece beni dinlediğini biliyordum, dayanamayıp bir gece geleceğini de,” dedi. 

Ellerim cebimde sahil yolunda yürüyorum. Suyun üzerinden gelip geçen vapurlara takılıyor gözlerim. Onları izlerken kafamdaki yoğunluktan sıyrılıyorum sanki. Tuhaf, garip bir boşluk var içimde. Vapurların peşi sıra uçan martılara hayranlıkla bakıyorum. Uzaklardan doğup yükselen güneş bulutların arasında parlıyor. Bir masal diyarının sahne duvarına çizilmiş bir tabloya bakar gibiyim. Uçuk sarılar, griler, minik beyaz kıpırtılar birbirine karışıyor denizin üzerinde. Acı ve sıkıntı yok. Sadece varolmak ve ışımak var karşımda. Kıyıya çarpan dalgalar, sicim gibi iniyor gözlerimden. Denizi kokluyorum, balıkları, taze sabah havasını. Arkamdaki kalabalığa karışmak istemiyorum. 

Konuşmadık. Sözcüklere ihtiyacımız yoktu. Parmaklarının müziğini duydum tenimde. İçimizdeki o kutupsal çekimi hissettim. En ilkel halimizle dokunduk bedenlerimize. Birbirinin üzerinde kayan vücutlarımızla birlikte aktık zamanın içine. Her şeyi unutup yanarak, yükselip alçalan dalgalar gibi devinerek büyüdük. Unutuşun o derin karanlığında onunla kayboldum. 

Yaşamımdan çaldığım kısacık bir andı, yaşam boyu hatırlayacağım. “Şimdi ne olacak?” sorusunu dilimin ucuna gelmişken yuttum. Giyindim. Koltuğun üzerinde yatıyordu. Elleri başının altında, ince, uzun, çıplak vücudu kıpırtısız… Sessizlik… Derin… Kapının sesi yankılanıyor apartman boşluğunda. Her güzel filmin bitişinde içimde uyanan “Keşke hiç bitmeseydi,” nin hüznü kalıyor geride. 

O gece hiç uyumadım. İşe gittiğimde, ruhum benimle değildi, çıktığımda otobüsün gelmesini bekleyemedim. Bir taksiye binip eve döndüm. İlk işim yine pencereyi açmak oldu. Karşı pencere kapalıydı. O gece hiç açılmadı. Işığı hiç yanmadı. Üşüyünce camı kapattım, önünden ayrılamadım. Sabaha kadar uyuklayarak bekledim onu. Beynim kendine bir yaşam kurmuş sürekli onu düzenlemek için çalışıyordu; o gelecek, camı açacak ve piyanosunun başına geçecek, ben yine gideceğim yanına. Bu kez uzun uzun konuşacağız. Ertesi gün yanına taşınacağım. Hayatımızın kalan kısmı birlikte geçireceğiz. Bütün bu düşündüklerimin gerçekleşmeyeceğini biliyordum. ama bilmek hiçbir işe yaramıyor bazen… 

Yine yok… Bütün kapılarım kapanıyor. Dünyanın üzerinde bir yerlerde küçücük kalakalıyorum. İçiyorum… Beethoven’in bütün CD’ lerini ortalıktan kaldırıyorum… Yatak odasından bir yorgan alıp salondaki koltukta, pencereye bakmamaya çalışarak…

                               
 

   
 

Handan Gökçek/ 2005