…
“Ey
unutuş! kapat artık pencereni,
Çoktan
derinliğine çekmiş deniz beni;
Çıkmaz
artık sular altından o dünya.
Bir
duman yükselir gibidir kederden
Macerası
çoktan bitmiş o şeylerden.
Amansız
gecenle yayıl dört yanıma
Ey
unutuş! kurtar bu gamlardan beni.”
(*Ahmet
Muhip Dıranas- Olvido’dan)
“Unutma
Bahçesi”ndeydim günler boyunca. İnsan,
bir şeyleri unutmak istediğinde başarısızlığa mahkum oluyor; anılar
canlanıyor beyninin kıvrımlarında.
Bilinçli bir unutma yaşantısının hiç
olamayacağı, bunun olanaksızlığı gerçeği, yoluma serildi
okudukça.
Satırları işaretledim
Latife Tekin’in
‘Unutma Bahçesi’nde birer işaret taşı
gibi. Düşündüm, notlar aldım. Sayfalar
arasındaki unutulmaz sözlerden biri şöyle: “
Bir şeyi hatırladığın anda diğer bütün şeyleri
unutmuş olursun…Her şey
aklındayken neyi anımsayacaksın?”
Unutmak da anımsamak da insanın
düşünce süreçleriyle ilgili
gerçekler
değil mi?
Yıllar
boyu, unutmayı istediğim birçok
yaşantım oldu benim de. Ama istemekle
hiçbir şey başaramadığının, hepsinin boş bir çaba
olduğunun ayrımına varıyor
insan. Bilgisayardaki unutma-silme sistemi beynimizde de olsaydı... Bir
tuşa
basar basmaz silinenler gibi, unutmak istediklerimiz de
belleğimizden silinip gitseydi
küçük bir
dokunuşla. Fakat unutmak, istemli bir eylem değil ki…
Karanlıkların içinden
bilincin aydınlığına süzülenler, rahat bırakmıyor
insanı. Gece uykusunda,
gündüz düşüncelerinde oklarını
batırıyor anılar. Belleği kanatan
yaşantıların açtıkları
oyuk kapanmıyor;
her an duruyor orada. Sessiz,
kıpırtısız bekliyor kazınanlar. Başka düşünceler,
yaşantılar, yönelimler bu
anıların üzerini kalın bir sis bulutuyla
örtüyor. Yıllar geçtikçe
göz gözü
görmez oluyor. Işıklar giderek azalıyor. Bir ses, koku,
görüntü ya da bir sözle
şimşekler çakıyor birdenbire.
Kalın sis
perdesi, çağrışımların kapısından süzülen
anımsama ışıklarına karşı koyamıyor.
Aydınlığa kavuşunca, tüm gerçekliğini
gösteriyor yaşanmışlıklar.
Bir
“unutma bahçesi”ne, adaya, mekana,
düşünceye, uğraşıya, herhangi bir kavram veya eyleme
sığınınca insan;
anılardan, belleğin baskısından kurtulduğunu
düşünür. Bir yanılsamadır bu.
Kaçışın olanaksızlığıdır yaşadığı. Belleğin
içinden anılar dökülür kucağına,
“Eteklerinde güneş rengi bir
yığın yaprak”
la, hüzünle kalıverir
öylece.
Bence,
unutmak ya da anımsamak için insan kendini zorlamamalı;
yaşam ırmağının
akışına, belleğin bilgeliğine bırakmalı yaşadıklarını. Stefan Zweig
günlüklerini tutarken, “Eski
günlüklerimden birini okurken, birden belleğimin ne
kadar donuklaştığını,
tehlikeli, hastalıklı derecede donuklaştığını hissettim.”
diyor. Bunu
duyumsamak ve ayrımsamak, insan için çok zorlu
bir kabullenişi de beraberinde
getirmiyor mu? Bellek, içinden zamanın sessizce
geçtiği bir ayna gibi. Belleğe
bilgeliği veren zaman, giderek sırlarını döker o aynanın.
Puslanır, bulanır bir
şeyler. Yıllar geçtikçe yaşlanan belleğin unutma
eğilimi artar doğal olarak. En
uzak anıların görünebildiği halde en yakın
yaşantıların belleğin aynasına
düşmediği de olur. Unutmak… Anımsamak isteyip de
donuk bir aynaya bakıp kalmak…
Kendi yüzünü bile görememek o
aynada. Zorlu, umarsız bir
insanlık durumu… Belki de bir tragedya…
Unutmak
eğilimi, bireysel acıların, keder
yüklü
anıların unutulması anlamında, bir rahatlık verebiliyor insana. Olvido’nun
dizelerinde şair, unutuşun kendisini gamlardan kurtarmasını istiyor.
Bazen
düşünüyorum; kederle gölgeli
anılar, bellekten silinip bilinçaltının
karanlığına mı düşüyor? Derinlerde karanlığın soluğu
mu yankılanıyor? Kara
gölgeler, insanın iç
çalkantılarında
yüzeye çıkıp birer karabasan adası mı oluşturuyor o
bilinmez denizlerin
içinde? Karabasan adalarında
kalmak, ürpertici
ve ürkütücü;
uykuda bile olsa.
En
düşündürücü konulardan
biri de toplumsal
belleğin zayıflığı.Yaşananları gözden geçirmeyen,
hatalarını sürekli yineleyen
bir toplum içinde yaşamak, insanın içindeki
çalkantıları giderek çoğaltıyor.
Belleksiz toplumda bir aydın olmanın bedeli de ağır oluyor. Umutsuzluk,
aydın
yüreklerin kıyısına dalga dalga vuruyor, sarsıntılar
şiddetleniyor.
Yıllar
önce, kalabalıkların üzerine yağmur
gibi yağan kurşunları, kanayan ve kanatılan gençlikleri,
kaçışları, yürek
yangınlarını… Bir kuşağın yok edilme planlarını…
Toplumsal şiddeti… Aydınların
birer birer ortadan
kaldırılışını…
Temmuz ateşinde kül edilmek istenen
sanatçıları… Ve süregelen
acıları… Bugün,
acımasız savaşın dumanlarında boğulan
küçücük yaşamları…
Yoksulluğu… açlığı…
kirlenen dünyayı… Emeğin değerini…
Unutmamak gerek. Yaşam doğruluyor bunları
unutmamak gerektiğini. Anımsayarak güçlenmenin kilit noktası burası işte.
Giderek yoğunlaşıp güçlenen
bu noktada,
anımsamak, üst düzeydeki bilinçle yeniden
anlamlandıracak yaşamın içindeki
süreçleri. Unutmak/ anımsamak sarmalında bambaşka
bir bakışın, yepyeni bir
bilincin aydınlığında bireysel ve toplumsal umuda yol almaya
başlayacağız.
Karabasan adaları kaybolup
gidecek
böylece.
* Ahmet Muhip Dıranas, Kasım sayımızda
tanıtılacaktır.