ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Gazetecilikte ‘atlatma’ ve çile…

   

 

İlhan KARAÇAY’dan nostalji...

Gazeteci çoğu zaman eleştirilir…
Gazeteciye çoğu zaman kızılır…
Gazetecinin yaptığı iş bazen takdir görür ama, çoğu zaman hiç takdir edilmez.
Gazetecinin çok rahat bir iş yaşamı olduğu sanılır.
Kaldı ki hiç de öyle değil.
Gazetecinin haber peşinde koşarken  ne zorluklar çektiğini sadece yaşayan bilir.
Örneğin Hollanda’ya önemli biri gelmiştir.
İstanbul’dan veya Frankfurt’tan emir gelir:“Derhal bul, konuş ve resim çek”.
Gelen kişi bazen çok önemlidir. Yanına hiç kimseyi yanaştırmazlar.
Gazetecinin çilesi orada başlar.
Konuşamazsa ve fotoğraf çekemezse başarısız olacaktır.

Hele hele, ya bir başka meslektaşı başka bir yerde konuşmuş ve fotoğraf çekmişse…
 

Gazeteciler arasında bazen böyle yarışlar olur.
Haber atlatma yarışı.
Hollanda’da çalıştığımız süre içinde böyle atlatma çabaları çok görülmemiştir. Sonuçta yapacağımız haber, toplum yararına haberlerdir. Yani bilgilendirme haberleridir.
Ama öyle haberler var ki, sadece eğlendiricidir.
İşte biz, böyle eğlendirici haberler sırasında birbirimizi atlatmaya çalışırız.

Her gazetecinin anlatabileceği ‘Haber atlatma’ maceraları vardır.
İsterseniz ben kendimden bir iki örnek vereyim.

Yıl 1978. Arjantin’de Dünya Futbol Şampiyonasını izliyoruz.
Türkiye’nin tüm ünlü futbol yazarları ve muhabirleri orada.
Ben de o zaman Hürriyet’e çalışıyorum.
Türkiye’de ‘En çok haber atlatan adam’ olarak bilinen “Gölge Adam” lakaplı Ertuğrul Akbay kardeşimiz de orada. Ertuğrul çok iyi bir magazincidir. O da o zaman Günaydın’a çalışıyor. Ertuğrul’un haber atlatma maceraları öylesine çok ki,  kendi anlatımı ile bunlardan biri şöyle : Ünlü Maria Callas İstanbul’a gelmiş. Hiç kimse  onunla görüşemiyor. Ama Ertuğrul bir helikopter kiralamış ve Callas’ın bulunduğu yata iniş yaparak kendisiyle konuşmuş.
O zaman Günaydın’ın sporda çok iddiası yoktu. Ama Hürriyet hem sporda ve hem de magazinde iddialı idi. Bu nedenle benim Ertuğrul’dan daha atik davranmam gerekiyordu.

Ertuğrul, 1976 Monreal Olimpiyatları sırasında, ünlü foto muhabiri Mehmet Biber ile bir anlaşmazlık sonunda kavga etmiş ve fotoğraf makinesi ile kafasını yarmıştı. Hastaneye kaldırılan Mehmet Biber, Kanada televizyonlarına bile haber olmuştu.
Bu nedenle Ertuğrul’a fazla yanaşılmazdı.

Ertuğrul kurnaz bir gazeteciydi. Orada en büyük rakibi bendim. Bu nedenle bana yanaşmak ve böylece beni kontrol etmek durumundaydı. Bana ilk teklifini yapmıştı: “Bak kardeş, birlikte çalışalım ve birbirimize yardımcı olalım”.  Benden de tabii ki bir “hay hay” yanıtı gitmişti.

Aynı gece uyumaya giderken, ilan tahtasında, ertesi sabah saat 07.00’de bir otobüsün Arjantin milli takımının kamp yaptığı şehre gideceği yazılmıştı. Arjantin ev sahibi olduğu için çok önemliydi. Ben bu ilanı Ertuğrul’un görüp görmediğini merak ediyordum.
Ertesi sabah erkenden kalkıp otobüse bindiğim zaman arka sıralarda Ertuğrul’u gördüm. Tabii ki ben önce davrandım ve “Neredesin be, odanın kapısını çaldım ama yoktun” yalanını söyledim. O da bana bir yalanla kendini af ettirmeye çalıştı. Ertuğrul, 3 saatlik yol boyunca hayat hikâyesini ve nasıl çalıştığını anlattı. Bu ara Mehmet Biber’i de nasıl perişan ettiğini anlattı.

Arjantin kampına vardığımız zaman, o da, ben de futbol haberinden çok magazin haber peşine düştük. Oradaki genç kızların fotoğraflarını çektik. Futbolculara hayran olan kızlar ile ilgili fotoğraflar çektik.
O kendine göre, ben de kendime göre güzellikler bulduk ve gazetemize gönderdik. Burada birbirimize üstünlük sağlayamadık.

O sırada bir güzellik yarışması da vardı. Jüri üyeleri arasında bizim Togay Bayatlı da olduğu için, tüm Türk gazeteciler özel davetliydi. TV’den canlı yayınlanan yarışma sırasında, sahnedeki güzellerden birine yanaştım ve “En güzel sensin” diye iltifat ettim.
Yarışma sonrasında benim favorim kraliçe seçilince, yaptığı ilk iş benim boynuma sarılmak oldu. Ondan sonra bu kızın ‘hamisi’ durumuna geldim ve bütün programı onunla birlikte yaşadım. Fotoğraf çekimi ve mülakat için hep bana baş vuruluyordu. Tabii ki bu arada ben de onunla birlikte dans ederken fotoğraf çekildim.
Ertuğrul da kendine göre fotoğraflarını çekiyordu.
Yarışma sonrasında otele giderken Ertuğrul teklif etti: “Kardeş, yarın sabah saat  10’da Lufthans’nın önünde buluşalım ve filmlerimizi gönderelim.”
Ama ben Ertuğrul’a güvenemezdim ki. Aynı gece özel bir adreste filmi banyo ettirdim. Filmden bir tek kare kestim. Zarfladıktan sonra sabah saat 9’da İberia Havayolları’na gittim.
Zarfımı Madrid ve Frankfurt üzerinden İstanbul’a gönderdim. Zarfın bu şekilde  aktarmalı gitmesi zordu ama bu bir kumardı.
Ertuğrul ile saat 10’da buluştuğumuz zaman film şeridini olduğu gibi gösterdim. Filmi zarfa koydum. O da filmini zarfa koydu. İki zarfı birlikte Lufthansa’ya verdik.

Çok talihliymişim ki İberia ile gönderdiğim zarfım o günün akşamı Madrid ve Frankfurt’tan sonra İstanbul’a ulaştı.
Ertesi gün Basın Merkezi’nde telekslerin başındayız. Milliyet’in Fotoğraf  Servisi Müdürü Hüseyin Kırcalı da yanımızda.
Ertuğrul yazıyor: “Burada güzellik yarışması yapıldı..Filmler bugün elinize geçecek”.
Karşı taraftan yazılıyor: “Güzellik Yarışmasına ait haber ve fotoğraf bugün Hürriyet’in birinci sayfasında var”.
O zaman Ertuğrul’un yüzünü görmeliydiniz. Bana döndü ve sorar gibi baktı. 
Ben de “Ajanslardandır”dedim.
Ertuğrul da aynısını yazdı ama oradan gelen cevap daha da moral bozucuydu:
“Fotoğraf renkli”.
O zaman ajanslar henüz renkli fotoğraf çekmiyorlardı.
Ben de “Ne bileyim kardeşim, filmi beraber göndermedik mi? O resim bir ajanstan gitmiştir” diye ısrar edince, Hüseyin Kırcalı araya girdi ve Ertuğrul’u daha çok fitillemeye başladı: “Vay be Ertuğrul, başına bu da mı gelecekti. Hürriyet  gazetesi Diyarbakır’da bile okunduktan sonra kese kâğıdı oldu, sen hâlâ resim göndereceksin”.

Ertuğrul ile bu kez bir başka ödül törenindeyiz. Dünya Kupaları’nın egale edilemeyen gol  kralı Juste Fontaine’ye ödül verilecek. Dünya Kupası tarihinde, İsveç 1958'de 13 gol atarak rekor kıran Fontaine’nin ödül törenine Halit Kıvanç, Necmi Tanyolaç, Kemal Belgin, Togay Bayatlı, Metin Türel, Erol Aydın, Hüseyin Kırcalı, Ertuğrul Akbay ve ismini hatırlayamadığım arkadaş ile kalabalık bir şekilde gitmiştik.

Orada Ertuğrul Akbay, güzel bir kız ve top buldu. Kızı masaya çıkardı. Fontaine’yi de yanında getirdi. Ben de arkadaşlara, ‘Bakın şimdi Ertuğrul’u nasıl çıldırtacağım’ dedim. Ve arkasından deklanşöre bir kez bastım. O sırada Ertuğrul geri döndü ve « Benim hazırladığım sahneyi çekme yahu » diye bağırdı. Arkadaşların yanına oturduğum zaman hepsi kıs kıs gülüyorlardı. Biraz sonra Ertuğrul geldi. Hüseyin kırcalı yine o müzip haliyle, “Vay be, adam iki saat uğraşıyor ve bir mizansen ayarlıyor, 50 tane de fotoğraf çekiyor. İlhan Karaçay da gidip bir kare resim çekiyor. Yarın yine Hürriyet’te birinci sayfada görürüz” diye takılıyor.

Ertuğrul da yanıt veriyor: “Vallahi ben İlhan’ı sevmeseydim o resmi çektirmezdim.”
Tabii ki ben hiç ses çıkarmıyorum.

O gün filmleri ancak akşam uçağı ile gönderebilirdik. Haber de ertesi gün kullanılabilir ve iki gün sonra da yayınlanabilirdi. Saate baktım. Frankfurt’a gidecek olan bir uçağın kalmasına yarım saat vardı. O uçağa kargo vermenin imkânı yoktu. Ben tuvalete gider gibi yaptım ve bir taksiye atlayarak 10 dakika ilerideki havaalanına gittim. Basın kartı sayesinde içeri girdim ve Lufthansa uçağına kadar gittim.

Bir hostese yalvardım. Bir arkadaşımın kendisini Frankfurt havalimanında karşılayacağını söyledim. Hostes kabul etti ve içinde film olan zarfımı aldı.

20 dakika sonra geri döndüğüm zaman, yerime otururken Hüseyin Kırcalı yine konuştu : « Eee sayın Karaçay, zarf gitti mi ? »
O an Ertuğrul’u gerçekten görmeliydiniz.
Hüseyin ateşlemeye devam etti : « Oh anam oh, haber yine yarın Hürriyet’te. Diyabakır’da kese kâğıdı olduktan sonra da film Günaydına’a gidecek. »

Ertuğrul Akbay ile Arjantin sonrasında bir de Lahey’de kapıştık. Ajda Pekkan Eurovizyon yarışmasına gelmişti. O zaman Hürriyet’in başında ağabeyim ve dostum rahmetli Nezih Demirkent vardı. Ajda, ünlü bir işadamı ile yaşıyordu. Rahmetli Demirkent telefonla aradı:
”İşadamı … bugün geliyor. Havalanından al, sonra da bir ara Ajda ile birlikte fotoğrafını çek ve bana gönder. Bu işi yapamazsan ceketini alır gidersin ha ! »

İşadamını havaalanından aldım ve Lahey’deki otele götürdüm. Ertesi gün, Lahey’de otelde işadamı, Ajda ve eşimle otururken Ertuğrul Akbay geldi. Eyvah bir yarış da burada başlayacaktı. Ben o zaman aynı zamanda TRT’ye de çalışıyorum. Kafile Başkanı TRT’ci Bülent Özveren’e, «Bak, bu Ertuğrul Ajda ile ne yapmak isterse bana bildir ha ! » dedim. Daha sonra onun Ajda’yı bir camiye götürüp dua ederken fotoğraf çekeceğini öğrendim. İyi bir işti. Ben de Ajda’yı Hollanda’nın otantik kasabası Volendam’a götürmeyi planladım ve Bülent Özveren’den bu izni aldım. Daha sonra işler sıkışınca gidemedik. Ben de Volendam’a adam gönderdim ve bir milli kıyafet satın aldırdım.

Ajda’yı Lahey’e yakın Minyatür Park Madurodam’a götürdüm. Orada Volendam kıyafeti giydirdim. Bir yığın fotoğraf  çektikten sonra sokakta bir laternacı buldum. Orada da çektiğim fotoğraflar başta Hürriyet olmak üzere, Kelebek, Hafta Sonu, TV’de 7 Gün ve Gong  dergilerinde  birinci sayfadan yayınlandılar.

Ajda’nın işadamı ile fotoğraf çekimini merak ediyorsunuzdur. Onu da anlatayım.
Hiçbir gazetecinin fotoğraf çekmeye teşebbüs bile edemediği işadamı, Ajda, ve eşim ile, fiyaskoyla sonuçlanan yarışma sonrasında otelin barına gittik. İşadamı da Ajda da kederden çok içtiler.
O sırada işadamına seslendim:
 “ ….. kardeş bir hatıra fotoğrafı çekilelim mi?”
İşadamından yanıt cesurcaydı : « Çekin anasını satayım »

Barda dolaşan foto muhabirimiz Zozo Toledo’ya seslendim :
« Zozo, gel bir fotoğrafımızı çek. »
Zozo’dan yanıt : « Çekmem abi ».

İşadamına sesleniyorum : « Söyle şuna bir fotoğrafımzı çeksin »

İşadamı sesleniyor : « Çek lan Zozo »
Zozo direniyor : « Abi şimdi sarhoşsun, yarın ayıkınca beni mahvedersin »
Sonuçta Zozo’ya resim çektirdik.

Aynı gece Schiphol Havalimanına gittim ve zarfı kargoya verdim.
Ertesi gün otelde Ajda ile TRT için çekim yaparken işadamı İstanbul’u telefonla arıyordu 
“Gazeteleri dolaşın. Fotoğraflar gitmiş. Çaresine bakın.”

Ama Nezih ağabey, Hafta Sonu gazetesinin birinci sayfasını tamamen bizim fotoğraflarla doldurmuştu. “ İlhan Karaçay,  ünlü işadamı ve Ajda Pekkan’ı işte böyle görüntüledi.” Başlığı ile sadece 100 adet bastırmıştı. İnanır mısınız, ünlü işadamının isteği üzerine o akşam gazetenin sahibi Erol Simavi bile işe müdahale etmiş ve gazeteye kadar gelmişti. Aynı akşam ne oldu biliyor musunuz? Anadolu’ya gazete götüren tüm kamyonlar durmuştu. Zira bu nakil işini de o ünlü işadamı yapıyordu.

Evet, işte bunlar gazeteciliğin  güzel anları.
Ama gazeteciliğin çileli anları da çoktur. Tıpkı bu sayfada gördüğünüz fotoğraflardaki gibi. Fotoğraflarda, Hürriyet muhabiri Ünal Öztürk ile Zaman muhabiri Basri Doğan’ı, yere oturmuş çalışırken görüyorsunuz. Hem de nerede biliyor musunuz? Hollanda Parlamento binası içinde. Gazetelerine haber yetiştirmek ve ‘atlamamak’ için ter içinde kalan bu arkadaşlarımızın çilesini anlayın artık.


                                                                                                                      
   
 

İlhan Karaçay/ 2006