Masaya yanaşan
garson müşteriye ne istediğini sorduktan sonra
aşçıbaşına dönüp tok sesiyle
bağırdı: Çek bir kuru fasulyeli felsefe, az olsun!
Akhisar’da o
zamanlar gündelikçi amelelerin ceplerinde varsa
eğer, yirmi beş kuruşla
karınlarını doyurabildikleri yer Zogo’nun lokantasıydı.
Burası sıra sıra
dükkanların, çarşı pazarın yakınında,
köşede, üç yolun kavşağında, geniş bir
aşevi idi. Amelenin arayıp da bulamadığı, bir kuru fasulye, az pilav,
iki
yumruk kırmızı soğan, yarım somun ekmek, yanında bir bardak ayranla...
Su ise
Küplüce’den, buz gibi, üstelik
bedava. Masaların yanında duran, üzeri
damlacıklarla çiylenmiş testiden, iç
içebildiğince!
Yanlarına yanaşıp
“Nasılsın?” diye hallerini sorsan, hepsi aralarında
sözleşmiş gibi, heyecansız
bakışlarla anlamsızlaşmış, basmakalıp bir yanıt veriyorlardı:
“Yaşıyoruz.”
Yaşıyorlardı. Nefes alıp veriyorlar, yiyip içebiliyorlar, az
konuşuyorlar,
genellikle susmayı yeğliyorlardı. Iş çıkarsa ameleydiler,
gündelikçi. Çapa,
sulama, ilaçlama, tütün dikimi, yaprak
kırımı, bağ bozumu... Artık ne olursa, o
günkü kısmetleri neyse; bir kuru fasulyeli felsefe
için, yaşamak için.
Yaşamak söz
konusu olduğunda “ben kuru fasulye sevmem” deme
lüksleri de yoktu! Askere gidip
dönenlerin çoğu, zaten kuruyu milli yemek
listemizin başına koymuştu. Ya “Pilav
üstü az et!” Ah, işte bu,
Zogo’nun aşevinde pek duyulmayan,
garsonların
alışık olmadıkları bir şeydi. Ola ki istersin, yanına marul, salata,
yeşillik,
sivri biber filan da getiriverirlerdi, bir ayrıcalık
göstergesi olarak.
Zogo, şişko
göbeği, Makedonyalı bıyıkları, sarı saçları ve mavi
bakan gözleriyle tanınırdı.
O da her müşterisini tanırdı, ne yiyeceğini de sormazdı bir
kez tanıdıktan
sonra. Iyi bir aşçıydı, sanırım. Ünü
yaygındı. Oğluyla aynı sıraları bir süre paylaşmamış
olsaydım belki ben hiçbir zaman Zogo’nun
lokantasına girmemiş, kuru yememiş
bile olabilirdim.
Çarşambaydı.
Pazar kurulmuştu, ortalık at arabaları, köylüler,
amelelerle, haftalık
alışverişe gelenlerle doluydu; sıcak bir yaz
günüydü. Çocukça bir
dürtüyle
nasıl oldu da içeri dalıverdiğimi şimdi hiç
anımsamıyorum. Camın kenarında,
köşede bir masanın kenarına iliştim.
Önlüğü oldukça kirlenmiş bir
garson geldi.
Önce yüzüme, sonra
ütülü kısa pantolonuma baktı; az da olsa
hayret etmiş bir
hali vardı ama görevini de hemen yapması gerekiyordu, fazla
oyalanmadan. Öyle
ya bugün pazardı ve müşteriler her günden
daha çoktu.
-
Yemek mi
yiyeceksin?
-
Evet.
-
Yirmi beş
kuruş.
-
Tamam.
Bu kısacık
konuşmadan sonra, garson daha fazla üzerinde durmadan bağırdı
aşçıya:
- Ustam! Çek bir
kuru fasulyeli felsefe, az olsun! Okullum okusun da adam olsun!
Cep
harçlığımdan
yediğim kuru fasulyeli felsefenin tadı, inanın bana,
hâlâ yerli yerinde
duruyor. Bir de yan tarafta konuşanların kısa sohbeti, kulaklarımda
kalan;
-
Emice,
neyleyon?
-
Heç, kuru
felsefe yeyom. Sen nassın lan?
-
Yaşayoz be
emice, bu ne biçim yaşamaksa.
-
Çök şuraya lan,
sen de ye. Ye ye, benden ye, ye bi kuru felsefe de kafan
açılsın!
Kısa pantolonlu
çocuk, Akhisar’da, o çarşamba
günü, kuru felsefe yiyeli beri
düşünür oldu
“yaşamak” üstüne. Önce
sözcüğü irdeler oldu ders kitaplarına
göre: yaşıyorum,
yaşıyorsun, yaşıyor... Sonra sormaya, sorgulamaya başladı derinlemesine
‘yaşamak nedir’ diye. Öyle ya
Zogo’da fasulyeli felsefe yemişti bir kere; garson
doğruyu demişse beyni de açılmıştı, soracaktı... Yaşamak
üzerine?
Yaşamak için kimi
‘sevmektir’, kimi de
‘paylaşmaktır’ dedi. ‘Mücadele
etmek, yaratmak, düşlemek,
merak etmek...’ de yanıtlar arasındaydı.
Günün rengi gibi değişirdi yanıtlar,
kişiden kişiye, durumdan duruma. Meğer ne çok tanımı varmış
şu yaşamak denen
şeyin!
Sevmeyi yaşamak
sanan, sev diyordu. Ah! Neyi olursa olsun.
Çiçekten tut, karıncaya, dağlardan,
kuşlardan mermine kadar. Ne bulursan seveceksin ki yaşadığını
anlayacaksın.
Severken arasına istersen biraz umut, sonra buruk bir tat, azıcık
hüsran, hatta
acı çekmek bile koyabilirsin. Çoğu umutlarının
üstüne,adına düş
kırıklığı denen toz baharat da ekebilirsin. Sevgini paylaşabilirsin
üstelik,
güvendiğinle. Neyi, ne boyutta, kiminle paylaşacağına dikkat
ederek.
Yaşamak için
mücadele ede ede bir haller olacaksın, yorulmak, bezmek dahil
buna. Eh, artık
geriye biraz vakit kalabilmişse, Tanrı da üzerine yaratıcı
güç tozundan
serpiştirmişse, buyur, dilediğini yarat.
Düş kurmak, merak
etmek yaşamanın içinde olmalı. Mor gecelerden birinde:
“Acaba İstanbul çok
yukarılardan bakılsa nasıl
görünür?” diyebiliyorsan, yediğin
kuru felsefe helal
olsun sana. Çamların altında uzanmış, yanardağın ağzını
kapayan göle büyük bir
hayranlıkla bakarken, boyundan daha yukarılarda bir yerde sallanan
elmayı
çalıvermeyi düşlemediğin sürece
safdillikten uzakta, gerçeklere yakınsın.
Yaşa-manın ileriye bakan boyutunda beklentilerin, heyecanların,
bazılarını
bastırabildiğin tutkuların, kavrayıp tanımlayamadığın ama seni
görünmez
elleriyle sarmalayan coşkuların olacak, yaşamak adına. Yaratıcı
gücünle bir
şeyler üretebilmişsen, onlar da seninle yaşayacaklar, hatta
belki senden sonra
da...
Şimdi arasan da
bulamayacağın Zogo’nun Aşevi öylesine gerilerde
ki... Anılarında yaşıyorsun,
gözlerin kapalı; kulağın taş plaklara kazınmış Sahibinin
Sesi’nde:
- Ustam! Çek bir
kuru fasulyeli felsefe, az olsun! Okullum okusun da adam olsun!
*
M. Halit Umar'ın Martılar Mavi Uçar adlı yapıtından
alınmıştır..
Fotoğraflar: www.portakalagaci.com