Serin bir sabah,
bir sonbahar günü. Yırtılan bulutların ardından soluk
bir ışığın “Merhaba!”
dediği bir sonbahar günü işte. Sıradan, olağan...
Bahçede
hafifçe
kımıldanmaya çalışan, damla damla ıslanmış yapraklar ve
geceden çöken rutubete
bezenmiş toprak. Ne ki kokmuyor o bildik şekliyle.
Özlemlerinde hep yağmur
sonrası ortaya yayılan o büyüleyici toprak kokusu
var. Tekrar yaşamak istiyor
bir günsonu yağmurunu, belki sıcak bir ağustos
gününde... Gel gör ki bu içten
istek, doyumsuz kalmaya devam ediyor.
Soluk
ışık
huzmeleri arasında sonbahar denince çocukluğuna gidiverdi,
fırının yanındaki o
taştan yapılmış, iki katlı, ufacık eve. Demirden, işlemeli,
süslü bir kapı... Üzerinde iki
karış
yükseklikte, kapının tüm genişliğince penceresi olan,
çocukluğunu yaşadığı eve gitti anılarında. Sonbahar gelince,
soluk bir ışık
oradan girer, dökme demirden yapılı süslerin
büyümüş gölgelerini serin, taştan
tabana yayardı. Işık ve gölgenin yan yana oluşunu, biri varsa
diğerinin
olabileceğini ilk kez anladığı yıllardı. Bu
küçük evin
demir kapısı, üzerini
kuşatan ve yere gölge gölge düşen işlemeler
belleğinden
çıkmıyordu. Neden, daha
sonra göçtükleri onca evin kapısını
anımsamıyor,
ışıkların camdan, pencereden
girip yere dökülüşünü
hiç
düşünmüyor da illa o eski taş evi
yaşatıyordu bu
denli derinlemesine belleğinde, bilemiyordu. Yaşamdaki ilk izlenimler
mi acaba
çok güçlü ve kalıcı oluyorlar?
Çocuğun
benliğine, gölgelerini silinmez biçimde
bırakıyorlar; bunlar çok eskiden kalmış yaşam kesitleri bile
olsalar...
*
Kız
çocuğu bir
çiklet aldı, parasını ödedi kasaya. Daha
dükkândan çıkmadan üzerindeki
kağıdı
açtı ve attı ağzına. Ağzına yayılan tatla mutlandı.
Çocuğa bakarken o da
kendine bundan biraz olsun pay çıkardı. Çocuk ona
güldü, sonra hızla çıkıp
gözden kayboldu.
Eskiden
çayını
içerken toz şekerden bir iki kaşık koyardı ama şimdilerde
dikkat etmesi
gerekiyordu. Yalancı şeker tabletleri bitmişti. Zaten bu
dükkâna gelmesinin
nedeni, biten o şeker tabletlerinden almaktı. Büyük
bir kutu aldı. Hemen
önündeki rafta, poşetlerde, hazır, sıcak suya
attığında eriyen kahveleri gördü;
bir kutu aldı. Bitmemişti bundan önce aldığı ya... Olsun, yine
bir kutu daha
aldı. Sağındaki raflarda kedi köpek mamaları vardı. Kendini
düşündüğü kadar
kedisini de düşünerek onun için de
birkaç kutu mama seçti. Kasaya gelmeden bir
önceki raftan iki paket sigara almayı da unutmadı. Bunu o
kadar doğal bir
hareketle yaptı ki... Aslında kendi de şaşırdı. Şu merete elini bile
sürmek
istemiyordu ama... Kasadar aldıklarının hesabını yaparken yan
gözle sağında
duran gazetelerin başlıklarına göz attı: "Yabancılar
Politikası Başarılı!"
Dışarı
çıktı.
Sonbaharın soluk ışınlarıyla sarmalandı. Gölgesi
önünde ve uzundu. Henüz
erkendi. Dizinde duyduğu sızlamaya kulak asmadan
yürüdü, otomobile binerek hiç
yapmaması gereken bir U dönüşle, aslında
yürüme uzaklığında olan evine yöneldi.
Evin önünde durduğunda onu kedisi karşıladı.
Küçük,
madeni
poşetten çıkardığı, sıcak suyun üzerine
döktüğü tozu eriterek sabah kahvesini
yaptı; bir de yalancı şeker tableti attı içine. Poşeti
kıvırdı, bir kaşık gibi
kullanıp kahveyi karıştırdı, arka bahçeye çıktı.
Soluk sonbahar ışınları
bulutların arasından süzülüp yine
önüne düştü. Yapraklar su
damlacıklarıyla
bezeliydiler, ağacın uç dalları ara sıra hafiften
kıpırdıyordu. Kedi gelip
ayaklarına süründü. Kahvesini yudumlarken
gözlerini kapadı bir an.
Şimdi
çok gerilerde
kalmış olan bir başka sonbahara gitti anılarında. Henüz
genç ve dinçti. Uzun
yol yapardı, bindi mi arabasına. Aptalca belki ama ta
Türkiye’ye giderdi, mola
bile vermeden! Çocuklar iki olduğunda, bir tatil boyunca
gereksinimi duyulacak
eşya, kağıt bez, mama gibi, o yıllarda yurdunda rahatça
bulunamayanların
yaptığı yük, inanılmayacak boyutlara varınca bir
minibüs almıştı.
Yalancı
şekerle
tatlandırılmış, sıcak suda eritilmiş toz kahveden bir yudum daha aldı.
Gözleri
yine kapandı; anıları benliğine söz geçirir olmuştu
bu sonbahar sabahında.
Benim bildiğim kahve okkalı olur, okkadan içilir; okka
kulpsuzdur, diye geçirdi
içinden. Ali amca, hani o çocukluğunun
geçtiği evin yanındaki komşu, koca
göbekli Ali amcanın sabahları içtiği gibi. Sade,
okkalı bir kahve...
Kahve
içme
alışkanlığını yabanda edindiğini anımsadı. Günde
kaç bardak kahve içtiğini
kendi de bilmez olmuştu. Bu, tiryakiliği aşmış, düzenli
aralarla tekrarlanması
kaçınılmaz olan bir alışkanlığa
dönüşmüştü. Oysa demli, kokusu
çevreye yayılan,
tadı buruk çay varken... Ama yoktu işte o demleme
çay şimdi. Kedi gelip
ayaklarına süründü, miyavladı; yine de onun,
düşünde tavşankanı çayı, ince
belli bardaklarda görmesini engelleyemedi.
Anası
iyi çay
demlerdi; elleri titreyerek, bazen bu nedenle biraz da sağa sola
dökerek, ikram
ederdi. Ne kadar çok sonbahar geçmişti annesiz,
babasız! “Sonbahar,” dedi,
“sonbahardayım. Daha doğrusu, son baharımdayım.”
Yavaştan damlalar düşmeye
başladı. Sonbahardı ya... Yağacaktı, yağmalıydı. “Yağmur
berekettir.” dedi.
İçine
tatlandırıcı koyduğu kahvesinin son yudumunu alırken kedi yine
ayaklarına
dolanıyordu. Ona mama vermek için içeri girerken,
solgun, sarımsı bir ışık
huzmesi arkadan vuruyordu; gölgesi hâlâ
uzundu, önüne
düşmüştü.
* Öykü, M.
Halit Umar'ın Martılar Mavi Uçar adlı yapıtından, bu
sayfadaki sunum ve öykü içinde kullanılan
fotoğraf
ise M. Halit Umar'ın fotoğraf
kolleksiyonundan
alınmıştır.