ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Su Perisi

   



                    

Önder Bey'in cenazesine ta Yunanistan'dan Madam Eleni diye bir kadının geleceğini doğrusu  en yakınları bile bilmiyordu.
                       
Cunda Adası'nın çok yaşlıları belleklerini yokladılar.  Bu bayan ta mübadele yıllarında ele, avuca sığmayan, denizden hiç çıkmayan, Superisi dedikleri o  çilli kız olmasın dediler. Sonra da cesaretlerini toplayıp  Madam Eleni dedikleri bu kadına sordular. 

                      
 
- Evet, dedi yaşlı bayan çilli yüzüyle gülümseyerek.   Ben oyum.  Superisi yaşlandı artık. Ama yine de suları geçerek   ta buralara  kadar geldi.

                       
Superileri sulara batmadan, onun üstünde yürürlerdi. Madam Eleni,  çocukluğunda, ilkgençliğinde gerçekten de bu adı hak etmişti.  ilkyazın başladığı gönlerde denize girer,  kırlangıç fırtınaları gemileri batırmaya başladığı kış öncesine kadar denizden çıkmazdı. Adeta superileri gibi  denizin  üstünde yürür, giderdi. Ta Yunan adalarına kadar varır, martılara, balıklara karışırdı...
                       
Önder Bey'in ölümü apansız oldu. Ölüm haberini radyolar verdi,  gazeteler yazdı. Cenazesine gönderilen çelenkler meydanlara sığmaz oldu.  O,  Ayvalık'ın sayılı tüccarlarındandı. Sağlığında yapmadığı iş yok gibiydi.  Gemilerde miçoluktan, tayfalıktan işe başlamış, tüm dünyayı dolaşmıştı. Sonra  Ayvalık'ta çırçır atölyesi kurmuş, ardından zeytinyağı, sabun  fabrikalarına geçmişti. Çevrenin zeytinlerinin, zeytinyağlarının, sabunlarının  tanıtılmasında, yurt dışına açılmasında  Önder Bey'in önemli  payının olmadığını kimseler söyleyemezdi. Milyonlarca sabun  kalıplarının, yağ tenekelerinin üstünde onun adı vardı. Sabunları da, zeytinleri de, yağları da tescilliydi. Adının hemen yanından uzanan zeytin dalı, o dalın üstünde kehribarlar  gibi ışıldayan zeytin taneleri berekete, sağlığa  olduğu kadar barışa, dostluğa  da  kol atardı...

                       
Madam Eleni, onca yaşına karşın dinçti. Lepiska saçları beline kadar iniyordu. Teninde Ege'nin, Akdeniz'in köpüklü sularından yaratılmış Tanrıçaların gizli aydınlıklarını taşır gibiydi. Cunda Adası'nda çilli bir kızken,   mübadele yıllarında alıp götürdüğü imbat yeli hâlâ saçlarında  dolaşıyordu. Gören görüyordu bunu. Bilen biliyordu.

                       
Madam Eleni, her gezdiği sokakta, caddede, deniz kenarında çocukluk, ilkgençlik anılarını yeni baştan yaşar gibi oldu. Aradan geçen  onca  zaman,  o yıllara ait anıları  belleğinden silememişti demek ki?

                       
Madam Eleni'nin cenaze töreninden hemen sonra memleketine döneceğini sandılar.  İşin ilginç yanı,  kendisi de öyle sandı. Küllenme  noktasına gelen anılarının yeniden harlanıp alevleneceğini doğrusu o da hesap edememişti. Her gittiği yerde anı anıyı tetikledi. Çocukluk arkadaşlarından Nikos, Evangelia, Ahmet, Badegül, Zehra, Yorgos, Herkül  ve daha niceleri silinip yok oldukları köşelerden çıktılar, canlanıp yeni hayata karıştılar. Madam Eleni bunlarla yetinmedi, hayatta olan Badegül'ü, yakında ölen Yorgos'un oğlunu  arayıp buldu,  onlarla konuştu. Her gittiği yerden, her konuştuğu insandan taze kan almışa döndü. Kopan, tıkanan zaman kaldığı yerden ileriye doğru gürül gürül akmaya başladı. Yıllar sonra kendisine ilkyaz aşısı yapılmış gibi  sevinç, dirim kazandı...

                       
... Önder'in bıyıkları yeni terlemeye başlıyordu. Çocuklukla erkeklik arasında gidip gelen sesi bir incelip bir kalınlaşıyordu.  Anımsadığı kadarıyla kendisinin  göğüsleri iki erik tanesi kadar  kabarmıştı... Önder,  Superisi diye çağırıyordu kendini. Gel, Pateriça koyunda yüzelim seninle. Elinden tutuyor, o koya doğru çekiyordu. Biliyor musun, diyordu, bu  koyda Tanrıçalar da yıkanmış. Bu sularda birlikte yıkananlar âşık olurlarmış birbirlerine. Ve bir daha kolay kolay ayrılamazlarmış. Sen  bir  superisi olduğuna göre, bu teklifimi ret edemezsin her halde?  Eleni, kısa bir süre duruyor, düşünüyordu. Bir Önder'e, bir dalgalı sulara bakıyordu. Ömür boyu birlikte olmak ha? Reddetmekle kabul etmek arasında bocalayıp duruyordu. Ege'nin masmavi denizindeki o apak köpükler damarlarında çalkalanır gibi  oluyordu. Tek bir kişiye bir ömür boyu bağlanmanın, aynı kaderi, aynı yazgıyı paylaşmanın neler getirip neler götüreceğini fırtınalı kalbinin sesini dinleyerek anlamaya çalışıyordu. Hele de bu işin içinde bir Türk çocuğu olursa, diyordu...  Önder,  Eleni'yi yüzmeye çağırmakta ısrar edince superiliğinden çıkıp gerçeklere dönüyordu.   Hayır, salt bir yüzme  çağrısı değildi bu, bir ömür boyu bağlanmaya davetti. Pateriça Koyu da bu birlikteliği ister gibi rüzgârını kesiyor, sularını dinginleştiriyordu.  Eleni, superisi olup da sulara yapılan çağrıyı kabul etmemek olur mu, diyordu kendi kendine.  Mayoları olmadığı için çıplak giriyorlardı denize. Birbirlerine bakmamak için arkalarını dönüyorlar, gözlerini kapatıyorlardı. İkisi de suya girdikten sonra yasaklar kalkıyordu. Birbirlerinin ayva tüyü sarmış mahrem yerlerine, yeni yeni kabaran, büyüyen  organlarına göz ucuyla  bakmaktan kendilerini alamıyorlardı.  Su ne kadar berrak, saydam olsa da tam olarak izin vermiyordu buna.  Çıplak bedenleri suyun aynasında uzaya kısala, kırıla düzele ilerilere doğru akıyordu. Bir ucu ayıba kesiyordu bu ilişkinin, bir ucu sevdaya. Bir ucu yasağa,  günaha açılırken  öbür ucu kavuşmalara, birlikte olmalara  kol atıyordu. Pateriça Koyu'nun suları bir aşkı mayalar gibi sarıp sarmalıyordu ikisinin körpe bedenlerini.  Balıkların, martıların, denizin çağrısına uyarak daha ilerilere doğru atılıyorlardı...

                       











Bayan Elini, şimdi düşünüyordu da, Tanrıçalar, Pateriça Koyu'nun suları gerçekten bir ömür boyu paylaşılacak birlikteliği mayalamış olabilir miydi?  O günden sonradır  ki kolay kolay ayrılmamışlardı birbirlerinden. Zaman zaman Aya Triyada  Kilisesi'nde buluşmuşlar, birlikte ayin dinlemişlerdi. Zaman zaman camiye gitmişler,  hutbeden okunanlara kulak kesilmişlerdi. Papazın, hocanın söylediklerini  bir biriyle karşılaştırmışlar, yorumlamışlardı.  Papazın da, cami hocasının da aynı şeyleri söylediklerini fark etmişlerdi.  Farklı olan dilleri, söyleyip biçimleri demişlerdi; özleri değil.   Bunu keşfettikçe daha çok yaklaşmışlardı   birbirlerine. Ama tam o sırada da mübadele olayı çıkıp gelmişti... Yeni filizlenen bu aşklarının,   sevdalarının  kırılma noktası olmuştu  burası. Peki, kendilerine sorulmadan, danışılmadan bu kararı kimler vermişti? Küçük akılları, yürekleri buna  isyan etmişti.  Savaşa karar verenler kimlerse, mübadele olayına  karar verenler de onlardı.  İtiraz etmişler,   baş kaldırmışlardı.  Ama seslerini duyan, ciddiye alan  tek insan  çıkmamıştı. Çok kısa sürede  Rum evleri  toplanmış,  mübadele gemilerine yüklenmişti. En yakın komşuya, dosta  veda edemeden ayrılıklar gelip çatmıştı. Tam bu noktada türküler neşesini yitirmiş, hüzünlü şarkılara, ağıtlara dönüşmüştü.  Mübadele gemileri yol alırken yine uzaklar çağırmıştı  Eleni'yi. Ama  Önder'le birlikte yüzerken balıkların, martıların, denizin çağrı sesi değildi  bu. Eleni'nin gemi güvertesinde  döktüğü gözyaşları  sessizce Ege'nin  hırçın sularına karışmıştı...   

                       
Önder Bey, birkaç kez Yunanistan'a gelmiş, Elini'yi bulmuştu.  Savaşa, mübadeleye inat, dostluklarını kaldıkları yerden sürdürmek istemişlerdi.  Kim bilir, bu birlikteliği belki de  kendilerinden çok Tanrıçalar,  Pateriça Koyu'nun suları istiyordu....

                      
....Rodos'un, Simi Adası'nın taş evlerinde, labirent sokaklarında, deniz kenarlarında ilkgençlik günlerindeki kadar coşkulu dolaşmışlardı. Paseidon'un  deli rüzgârlarıyla yarışırcasına yatlarını bir kıyıdan öbürüne sürmüşler, tepeden tırnağa maviye boyanarak sevişmişler, yüzmüşlerdi. Yine sulara batmayan su perisi kesilmişti Eleni. Sünger avcılarıyla, denizcilerle, tahta oymacılarla konuşmuşlar, fotoğraflar çektirmişlerdi.  Sana gelene kadar içimde ne çok ada gezdirdim  Eleni, demişti Önder Bey. Yasak, günah, korku, mutsuzluk adasıydı tümü. Ama onları tek tek batırdım  Akdeniz'in sularında.  Bundan sonra adasız tek bir deniz gibi olacağız ikimiz. Sen,  yine  bir superisi gibi suların üstünden koşup gelebileceksin bana...

                       
Çok istemelerine karşın  tek bir deniz olamamışlardı. Yine  koylarla, körfezlerle, adalarla  bölünüp parçalanmışlar, suyun bir kıyısında kendisi, bir kıyısında da o kalmıştı...

                       
Madam Eleni, çocukluğunun geçtiği mahalleden bir ev buldu kendine. Bu evin sahibi Bayan Renee idi. Mübadele yıllarında buradan kaçar gibi çıkan ailelerden birisi de onlardı. Kendi yaşlarında bir oğlu  vardı Bayan Renee'nin. Adı Nikos'tu.  Yunanistan'a geçtikten sonra herkes bir yere savrulmuştu.  Ne bayan Rene'yi, ne de Nikos'u bir daha görebilmişti.

                         
Bayan Renee'nin  şimdiki metruk  evi, o zamanlar güllerin, begonvillerin içine gömülmüş,  kuş sesleriyle çın çın öten bir  konak yavrusuydu.  Bayan Renee gözü gibi bakardı evine. Taşlıkları yıkar, havuzun sularını pırıl pırıl tutardı. Begonvillerin, güllerin   yapraklarına kadar toz aldığı olurdu... Şimdi  o ev sessiz, virane durumdaydı.  Delice zeytinlerinin, fıstık çamlarının arasında kaybolup gitmişti. Yandan Ege adalarına bakıyordu. Hava güneşliyse Ege'deki adalar elle tutulacak kadar yaklaşıyordu kendine. Kapalıysa sisin içinde kaybolup gidiyorlardı. Denizle dağın, toprakla suyun, yerle göğün gizli bir türküsü söyleniyordu sanki burada. Binanın girişindeki mermer sütunlar zar zor ayakta duruyordu. Bahçedeki ağaçların, güllerin çoğu kurumuştu. Çeşmenin kurnası kırıktı. Yalağı ağzına kadar taş, toprak doluydu.  Kayrak taşlarıyla döşeli yol  çökmüştü. Pencere, kapı doğramaları, panjurlar sökülüp alınmıştı. Çinili havuz pislik içindeydi ve  çinilerinin çoğu dökülmüştü. Taş yapı baykuşların, yarasaların barındığı  bir yer olup çıkmıştı.

                       
Madam Eleni, metruk evi onartırken bir gün olsun işçilerin, ustaların başından ayrılmadı. Onlara yiyecek, içecek, cigara taşıdı. Yamulan, başını eğen yapı yavaş yavaş ayağa kalktı, doğruldu. Salaş yapının küllerinden yepyeni bir mekân çıktı ortaya.

                       
Aslına uygun onarılan ev, zamanın sildiği sanılan onca anıyı,  türküyü, sirtakiyi de yedeğinde alıp döndü. Tarihi fıstık çamları, delice zeytinleri imbat yelleriyle konuşmaya başladı. Kurumaya yüz tutan güller, begonviller  yaşama yeniden gülümsedi.  Havuzun fıskiyesi su sesleriyle inledi. Çeşmenin yalağından bülbüller, ibibikler  şakıdı.

                       
Madam Eleni'nin kalıcı olduğunu anlayanlar türlü yorumlar yapmaya başladılar. Yorumların birisi lehineyse, üçü aleyhine kuruluyordu. Tamam, metruk bir evi onartmıştı. Çevresini şenlendirmiş, birçok insana para kazandırmıştı. Ama bu kadar varsıl  ve yaşlı bir kadının mübadele yıllarının intikamını alır gibi inadına buraya yerleşmek istemesi, çocukluk yıllarına doğru bir çeşit yolculuğa çıkması hayra âlâmet değildi. O, Önder Bey'in cenazesi için de gelmemişti buraya. Belki dostuydu onun. Eski bir sevgilisiydi. Ama tüm bunlar bahaneydi. Sevgilisi, doğduğu topraklar bunca yıl sonra mı aklına gelmişti? Bu işin altında mutlaka bir bit yeniği  olmalıydı?..


Giderek çoğalan kuşkuları, bulanıklıkları  dağıtacak olan  Madam Eleni'ydi. Ama o, sis bulutlarını dağıtacağı yerde  karartıyordu. Superiliği tutmuştu yine. Daha kuşlar, böcekler uyanmadan kendini deniz kenarlarına, Ayışığı Manastırı'nın bulunduğu yerlere atması, gecenin ileri saatlerine kadar oralarda yalnız başına dolaşması,  herkes bu adaya Alibey Adası derken onun Cunda, hatta Moshonis Adası demekte  ısrar etmesi, zaman zaman Tavuk, Hasır Adaları'na  gidişi, uzaktan gelen gemileri karşılayışı,  gidecekleri yolcu edişi  kuşkuları sileceğine  çoğaltıyordu.


Bozuk Türkçe'siyle -ki bu Türkçe'yi düzelteceği yoktu- herkesin çoktan unuttuğu  Rumca-Türkçe şarkılar söylediği oluyordu arada.  Osmanlı-Rum dönemine ait fistanları, başlıkları, kuşakları, halhalları, kemerleri, paraları, şamdanları, boncukları toplayışı, her gittiği yerden notlar tutuşu,  yaza yaza defterler dolduruşu işin bir başka kuşkulu yanıydı.

     
Madam Elen'in her akşam üstü yürüdüğü adanın ormanlık köşesinde  bir gün yangın çıktı. İtfaiye görevlileri, jandarmalar  koşup vardıklarında  Madam Eleni'yi orada tek başına  buldular. Ada o gece  sabaha kadar yandı. Beş yüz, bin  yıllık sarıçamlar, gürgenler, mazılar kül olup gitti. Bu işi  Madam Eleni yapmış olabilir miydi?  Madam Eleni'yi karakola götürüp ifadesini aldılar. Savcılık onu bir gün içerde tuttuktan sonra serbest bıraktı. Bu olay madam  Eleni'yi sevenlerin gözlerinde bitirdi. Artık kimse ona selam vermez, semtine uğramaz oldu.  

   
Dedikoduların ayyuka çıktığı günlerde Madam Eleni  apansız kayboldu. Gidebileceği yerlere bakıldı, soruşturuldu. Doğru dürüst bilgi alınamayınca resmi yollardan evine girildi. Her taraf didik didik arandı. Polis, özellikle biriktirdiği antika eşyalara, yazıp doldurduğu  defterlere ulaşmak istedi. Ama onlardan hiçbir iz bulamadı. Kaba saba birkaç ev eşyasının arasında  en çok dikkat çeken kocaman bir teyp oldu. Madam Elini, buradan ayrılmadan önce Gurindig marka  teybe Rumca-Türkçe karışımı ayrılık, sevda şarkılarıyla dolu  bir bant takmıştı. O bant  usanıp yorulmadan dönüyor,  boş evin duvarlarını bu şarkılarla çınlatıp duruyordu...

                                                          
.
                                                                                                       
   
 

Mehmet Güler