ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Hayata Dair

   

Bir bebek meraklı ve hevesli bir şekilde hayatla tanışmaya hazırlanıyor. Bir zalim gece yakalıyor onu ve hüzün penceresinin arkasına gizliyor hayatı izlesin diye.
         Kara bir hikaye doğuyor,
         bebeğin isminin kulağına üflendiği gece.
         Bir adam.
         Gözlerinde dağ dağ öfke,
         ellerinde kahır, ayaklarında yangın.
         İnatçı dudaklarında esir olmuş “kal” sözcüğü.
        Önünde bir kadın.
         Kucağında bebeği.
         Gecenin harfleriyle boyanıyor kır çiçekli mavi elbisesi
         Yüzündeki çizgilerde ilerlerken göz yaşları.

Özlediğimiz sevgili miydi yoksa eski demlerde yaşanan güzellikler miydi? Ayrılmaktan korktuğumuz sevgili miydi yoksa anılar mıydı?  Bütün acılara ihanetlere rağmen gidememek nedendi? Belki de tüm hatırlayışlar, ayrılık korkuları ve ağlayışlar bir bencillikten ibaretti.Ve belki de hiç sevmemiştik, sevdiğimiz tek şey sevilmekti.
İhtimal, kendimize kendi ellerimizle hayallerimizden bir pamuk şekeri hazırlamıştık.  Öyle büyük , öyle tatlı ve zevk verici geliyordu ki büyük aşkları sırtladık sanmıştık. Halbuki pamuk şekerine dilimizi dokundurduğumuz an küçücük bir hal almıştı. Belki biz kalplerimizde birer pamuk şekeri yetiştiriyorduk ve sevmeyi seçtiğimiz kişi yüreğimize dokunduğu (dokunamadığı) an pamuk şekeri saptan ibaret kalacaktı. Sonra da biz duygu dehlizindeki hırpalanışlarımıza  yanacaktık.


         Kedi hırçınlığındaki yumruklar,
         Kanarya masumluğundaki öykülere savrulur bir bir.
         Hüzün , gönüllerin grevsiz tek işçisi.
         Şubat’ın elleri Mayıs’ı boğuyorken,
         önümüzü ayazı kaplıyor geleceğin.
         Derken kadının hayaline aşılamayan aşlardaki aşktan sızan,
         iki satır öpücük düşüyor.   
         Hayatın kabaran tırnakları bebeğin yüzünü çiziyor. 

Hislerimize isim koyabilme yetimizin noksanlığından dolayı, gözümüzün bebeğini yetim bırakma korkusundan ötürü, hep istemediğimizi istemiştik. O yüzden ayrılığa cesaretimiz yoktu. Kadın bir defterin son yaprağı kadar yorgundu. Az sonra atılmaktan korktu. Oysa baştan beri o vardı, en çok o vardı. En erken gitmek niyeydi?


Peşinden koştuğumuz yasaklar değildi içimizdeki evi yeniden aydınlatacak, içimizdeki evde hali hazırda olan elektrik düğmesine dokunamadık bir türlü. Elimizdekinin kıymetini elimizden kayıp gitmeden bilemedik. “Adam karısına bakınca başka bir yüz görmesini buna yoramadı diye kar
ısı çok yoruldu. Nihayetinde kadın, adamın kalbindeki evden bavulunu toplayıp gitti, adam ömrü boyunca ışıksız kalacağından habersizdi. -Yaşlanınca, gözlerindeki yaşları eski karısından kalan 'ah'lara yordu... -"
       Tozlu kurnazlıklarda kaldı kumar masalarındaki hileler.
       Hayatın okuduğu şiirleri şairler kaydetti defterlerine
       Sadece üç şair kırdı kalemini hayatın,
       hoyrat kelimelerin istilasından kaçırırken mısralarını.
Bebek şair olmaktan vazgeçti. Anlamıştı ki  hayat ikilemlerin arasına kurduğumuz hamakta sallanışlarımızı gıcırdatmasıyla bizi intihar denemelerine sürüklüyordu. Bir kuş olup geri uçası geldi cennetine; babası geride kalırken, annesinin-kalbindeki  pamuk şekeri sapının- gölgesi bilinmeyen sokaklara düşerken.
                                                                                                       
   
 

Melike Burakgazi/ Nisan - 25 Mayıs 2006