2-Ben Baki...
Sultanların,
şairlerin, aşkların ve ihanetlerin şehri İstanbul. Nedense bu şehrin gizemli havası beni hep
korkuttu.
Kaldırımlarında yürürken içinde
barındırdığı tarihi düşününce,
ürpererek
adımlarımı sıklaştırdığım çok olmuştu.
Ansızın
gelen Üzeyir
amcanın görüşme talebini sevinçle
karşıladım. Haberi alır almaz yola koyuldum. Uçaktayken
amcamın beni bunca
yıldan sonra çağırma sebebinden çok görüşmeyi
yaptıktan sonra işi birkaç gün asarak, gizemli
şehrin
sokaklarını nasıl keşfedebileceğimi
düşünüyordum.
Belki de
korkularım
İstanbul’u tam anlamıyla tanımamaktan kaynaklanıyordu.
Vehimlerim, okuduğum
birkaç makale ve hayalciliğimle birleştiğinde şimdiye kadar
ana caddelerinde
dolaşmaktan öteye gidemediğim İstanbul’la
yüzleşme vaktinin geldiğini
gösteriyordu. Bu görüşmeyi fırsat bilip,
mutlaka İstanbul’un ara sokaklara
dalıp, varoşlarındaki havayı teneffüs edecek, bir şekilde
hayallerimle kendimi
yüzleştirecektim.
Ya
yaşadığım şehir
Ankara. Ankara öyle miydi? Düzen, tertip ve
hayatınızı kolaylaştıracak her şeyi
bu şehirde bulmak mümkündü. Koca
metropolün hangi sokağına girerseniz,
önünüze
gitmek istediğiniz yere dair
bir işaret
çıkacağından, sokaklarında kaybolmanız imkansızdı. Bu
şehirde her şey öylesine
düzenliydi ki farklı bir hayat istemek şehrin adabına uygun
gelmez diye
insanlarla Ankara arasında gizli bir anlaşma
imzalanmışçasına, herkes halinden
memnun yaşayıp gidiyordu.
Bu şehrin
kaderine bir
ben bir de sokak satıcıları razı gelemiyorduk. Onların
gözlerinde şahit
olduğum umut dolu ifadeyi savaş
muhabirliğim döneminde gittiğim, Bosna’daki
çocukların gözlerinde
de
görmüştüm. Tek fark, yaşayan insanların
gözlerinin savaşta ölenlerinkinden daha donuk ve
anlamsız olmasıydı. Bu
gözlerdeki ifadeyi bütün savaş muhabirliğim
boyunca aradım durdum. Hatta bir
defasında, Bosna’da bir okul baskınında yaşamını kaybeden
Boşnak çocukların
fotoğraflarını çekerken, gelen uyarılara aldırmamış Sırp keskin nişancılarınca
bacağımdan
vurulmuştum.
Bu olay
yıllarımı
verdiğim savaş muhabirliği görevimin de sonu oldu. Daha sonra
masa başı
muhabirliği görevine atandım. Bu
terfi
önceleri, şahsıma bir taltif
gibi
görünse de tehlikeli bölgelerden uzaklaşmam
için yapılan bir atama
olduğundan ve bu
işin Üzeyir amcanın
çalıştığım ajansın yöneticilerine telkinleri sonucu
gerçekleştiğinden şüphem
yoktu. Aklınca beni korumak istemişti ihtiyar. Belki de yıllar sonra,
savaş
muhabirliğinde yaşadığım macera dolu hareketli
yılların ardından atandığım pasif
görevde ne hale geldiğimi
görmek istemişti.
Şimdiyse
İstanbul’a gelmenin sevinci vardı içimde. Bir anda
her şeyi
unutuverdim. Ne savaşlar, ne yaşadığım kent ne de sokak satıcıları
umurumda
değildi. Uçaktan inerken aklıma hep İstanbul’la
buluşacağım an geliyordu. Havaalanından sonra vakit kaybetmeden
amcamım bürosunun olduğu Beşiktaş’taki iş yerine
gittim. Asansörle yukarı
çıkarken boğazın nefis manzarasını
merak
ediyor, görüşmeyi kısa tutup önce nereleri
gezebileceğim hakkında kafamdan
planlar yapıyordum.
Yorgunluktan iyice kısılıveren
gözlerimi bir anlık kapamış
olacağım ki yanımda duran iri yapılı asansör
görevlisinin kalın sesi ile
irkildim.
Görevlinin
“Beşinci kata geldik efendim.” uyarısıyla
önümde duran uzun
koridor boyunca yürümeye başladım. Koridorun sonunda
karşımdaki büyük salonun
bir köşesinde Nevra Hanım oturuyordu. Beni
görünce “Baki
Bey hoş geldiniz.” diyerek, bekleme
odasına buyur etti.
Odanın
her yanı Uzak Doğu’dan getirildiği anlaşılan
yüzlerce çeşit
egzotik bitkilerle dekore edilmişti. Salon
görevlisinin ikramından sonra odadaki
sessizliği bozmak için karşımda duran Nevra Hanımın
tebessüm eden yüzüne bakıp
“Hiç değişmemişsiniz.” dedim. O ise her
zamanki güzel konuşma stiliyle “Sizde
küçük bey diyeceğim ama
büyümüş ve olgunlaşmışsınız.
Ben amcanıza geldiğinizi
bildireyim.” deyip
lafı kısa kesti. Bekleme salonundan ayrıldıktan kısa bir süre sonra
içeriye girip “Buyrun, amcanız
sizi bekliyor ”diye tebessüm etti.
Bir
süre kıvrımlı koridorlarda beraberce
yürüdük. Nevra Hanımın
büyük ve
hantal ağaç işlemeleriyle süslü kahverengi
kapıyı açmasıyla odaya buyur
edildim. Güneşin bütün tesirini kesecek
jaluzilerle kaplı camların
arasından süzülen
ışığın kesik kesik
yansıdığı, kahverengimsi siyah
tonların
hakim olduğu ofis, adeta bir şarap mahzeni andırıyordu. Gizemli
karanlıkta
ıhtiyar amcamı kitaplığın önünde bir şeyler
karıştırırken buldum.
Üzeyir
amca, görmeyeli ne kadar da çok değişmişti. Ailenin
bu tarafıyla
olan ilişkim Üzeyir amcayı tanımaktan öteye
geçmiyordu. Onla da yıllar
önce İletişim Fakültesi’nden mezun
olurken diploma töreninde karşılaşmıştım. Diplomamı ellerinden
aldığım
mezuniyet günümden bu yana da yıllar
geçmişti.
Annem ile
amcamın babaları
olan Yasef ya da bilinen adı ile Yusuf Ağa
lakaplı dedemizin soyu İspanyol
Yahudi sülalesine dayanıyordu.
Yahudilerin İspanya’dan kovulmalarının ardından
İstanbul’ a
göç eden
sülale, burada yerleşmiş ve kök
salmıştı.
Yasef Ağa
önceleri anneannem
Banu Hatunu görüp onu kaçırarak evlenmek
istemiş. Ancak dedemin ailesi, Banu
Hanımın Müslüman olmasını bahane ederek bu evliliğe
karşı çıkmış. Daha sonra
ailesi Yasef Ağayı, Georgia Hanım denilen Kıbrıs Yahudilerinden zengin
bir
sülalenin kızıyla evlenmeye
razı
etmişlerdi. Bu esnada anneme, Yasef Ağadan hamile kalan
büyükannem Banu
Hatun da öylece ortada
kalmıştı. Büyükannem Yasef Ağanın himayesinde
bütün hayatını sürgün misali
Anadolu’da yaşamaya
mahkum edilmişti.
Gerçi bu olaydan sonra büyükannem, dedemin
verdiği hiçbir yardımı kabul
etmemiş ve
çocukluk yıllarım, zengin bir
ailenin ferdi olmama rağmen yoksulluk içinde
geçmişti.
Kökenimle
bağlantım Yahudi geleneğiyle bezenmiş ailede Üzeyir amcanın,
Yusuf Ağanın vasiyetiyle büyükannemin ve annemin
vefatlarından sonrada beni
uzaktan himaye etmesiyle devam etti. Üniversiteyi de o zor
maddi şartlarda,
derslerine dereceyle devam edenlere amcamın şirketinin verdiği
üniversite
bursuyla zar zor bitirebildim.
Bunca
yıldan sonra koskoca bir holdingin patronu haline gelmiş Amcam ve
onun arkasında barındırdığı bir gelenekle, benim gibi masa başı muhabirliğine atanmış bir
gazetecinin ne işi
olabilirdi ki?
İçeri
girdiğimde, bendeki ürkeklik ve çekingenliğin
aynısının amcamda da
olduğunu fark ettim. Vakit kaybetmek istemiyordum. Hemen söze
girip “Üzeyir
amca beni çağırmışsınız.” dedim. O ise sakin bir
tavırla oturduğu koltuğun
yanındaki sandalyeyi göstererek
“Gel
otur bakalım Baki. görüşmeyeli epey oldu”
diyerek oturduğu
yerden çekmecesine uzanıp, altı adet
beyaz zarf çıkardı.
Usta bir
poker oyuncusu edasıyla zarfları çalışma
masasının üzerine bir çırpıda
seriverdi. Zarfların üzerine göz attığımda beş tanesinin boş, sadece
birisinin içinde garip bir şişkinliğin
olduğunu fark ettim. Tam bir şeyler sormaya niyetleniyordum ki amcam
bana dönüp
“Hayat ” dedi.
“Hayat
baki! İşte bu beyaz zarflar gibi. Gözlerini kapatırlar ve
seç derler! Sen
şimdi içinde
dolu olan zarfı
görebiliyorsun. Ya asıl hayat ve yaşamak boş zarfların
içindeyse Baki! ”
Dolambaçlı
kelimeleri arasında Üzeyir amcanın sözlerinden sadece
ismimi
iki kere telaffuz etmesi dikkatimi çekti. Her
cümlesinin başında belki de
hayatında hiç demediği kadar çok
“Baki!” diyordu. “Baki oğlum sence insan
güvenilir olan boş zarflarımı seçmeli, yoksa dolu
ama içinde sana ne getireceği
belli olmayan gizemlerin peşinde mi koşmalı?”diye konuşmasına
devam etti.
Ne
demek istediğini anlamıyordum. Ya da bana ne anlatmak istediğini. Ama
yüzündeki
kaygı dolu ifadeden durumunun
hiç de iyi
olmadığını anlamak zor değildi. Onu rahatlatmak için bir
şeyler söylemek
istiyordum.
Sıkılmıştım.
Tecrübesi ile
ülkenin sayılı
işadamlarından biri olan amcama hayatla ilgili okuduğum
üç beş kitaptan
esinlenerek ahkam kesmek istemiyordum. Ama yaşadıklarımdan
örnek verebilirdim.
Öyle de yaptım.
“Savaşlar gördüm amca,
şu Bosna olayına kadar”
deyip manalı bir şekilde görevden alınmamda onunda etkisinin olduğunu bildiğimi, belli
etmek istedim. O
ise meraklı bakışlarla beni dinliyordu.
“Savaşlarda, insanların
çaresizliklerini ve o en zor zamanlarında dahi hayatın
onlara sunabileceklerine
karşı olan arzularını gördüm gözlerinde. Sen
de o çocukların gözlerindeki
kan ve gözyaşı ile silinmiş
sevgiyi görseydin.”
Amcam “Peki
anlat. Ne var
onların gözlerinde Baki!” diyerek sohbeti uzatma
çabasındaydı. Bu sefer kararlıydım bir kelime edip
bürodan ayrılmak istiyordum.
En kestirme cevabı bulmalıydım. Amcama dönüp
“Sevgi!” dedim.
Söylediğimden
bir şey
anlamadığını ifade eden bakışlarla “sevgi mi?” diye
tereddüt geçirdiğini
gördüğümde “evet amca sevgi ve
aşk…” diye tekrarladım. Jaluzilerin arkasından
süzülen güneşi göstererek “Aynen şu doğmak
için sabırsızlanan güneşin,
gündüze aşkı gibi, sonra
yıldızların karanlığa inat bütün ışıklarını
yeryüzüne gönderdiği yaz geceleri
gibi… Büyükannem
Banu Hatunun, Yusuf
Ağaya aşkı gibi” deyip durakladığımda, amcamın
yüzünün bembeyaz kesilmişti.
Belli ki onca senenin ardından ilk kez küllendirilmiş bu
konuyu
dillendirmeye ben
cesaret edebildim.
O anda
içimden amcamın göz bebeklerine bakmak
geçiyordu. Sanki onlara
bakmış olsam, ruhundaki
fırtınaları
anlayabileceğimi fark etmişçesine Üzeyir amcanın gözlerini sımsıkı
kapalıydı. Bu söz
karşısında sadece hafifçe gülümsedi, sonra
bir hamle ile masada duran beş adet
zarfı bir çırpıda parçalayıp un ufak ediverdi.
Kahverengi masanın üzerine bir anda
beyaz kağıttan oluşmuş karlar yağdı. Kendinden emin bakışlarla
kötü bir
kabustan uyanırcasına elinde
kalan içi
şişkin son zarfı bana uzattı.
- Baki bu zarfı al. Sende kalmasını istiyorum.
Aile mirasıdır. Babam bunu Haliç’te işletmiş
olduğu demir dökümhanelerine gelen
eski gemi parçalarının içinde bulmuş. Bana bunu
ömür boyu saklamamı söylemişti.
Şimdi emanetin sahibi sensin.
Hiç beklenmedik bu teklif karşısında
bocaladım.
-Peki Üzeyir amca da bu ne emaneti
böyle?
Sonra neden bana veriyorsun ki. Çevrende bir
sürü akraban ve sevenlerin varken
ve ben aileden bu kadar uzakken!
Sorularım
üzerine tebessümünü daha da
arttırdığını gördüm.
-Meraklı
çocuk! Ben
ölünce açarsın bu zarfı.
İçinden bütün
sorularının cevabı çıkacak.
Aslında
bu asık yüzlü adamın bir anlık tebessüm eden
halini görmek beni
de mutlu etti. Odadan çıkarken amcamın bir beladan
kurtuluyormuş edasıyla bana
uzattığı beyaz zarfın ardından rahatlamış tavrı hiç aklımdan
çıkmadı. Bürodan
ayrıldıktan sonra mektup
zarfını
incelemeden siyah takım elbisemin iç cebine sıkıştırıverdim.
Nereden
bilebilirdim ki Üzeyir amcayı o gün
son kez
gördüğümü. İki hafta sonra
Üzeyir amca
bir cumartesi sabahı Müslüman mezarlığında basit bir
cinayet sonucu vefat etti.
Önceleri
bu ani ölümün, şirket içi
anlaşmazlıklar ve ticari
uyuşmazlıklar sonucu olabileceği iddiaları gündeme geldi. Daha
sonra amcamın
basit bir hırsızlık vakası sonucu hayatını kaybettiği medyaya
duyuruldu. Her
zaman korumalarıyla gezen Üzeyir amcanın, o gün neden
kimseyi yanına almadığı,
hatta özel şoförünün bile
olmadığı, kendisi ve ailesi dinine
bağlı bir
Yahudi olan amcamın bu Müslüman mezarlığında ne işi olabileceği gibi
soruların
hepsi cevapsız
kaldı.
Bu
olay, İstanbul’a bir ay içinde ikinci kez gelmeme
sebep oldu. Ne garip ki havaalanındaki
taksi ilk gelişimde beni şirkete
götürmüşken, ayni taksi bu sefer
amcama karşı son görevimi yerine götürmek
üzere Kadıköy’deki
Yahudi maşatlığına taşıdı. Yahudi adetlerine göre yapılan uzun
törenin sonunda defin işlemi tamamlandı.
Sülalenin bu kadar kalabalık olduğunu hiç tahmin
etmiyordum. Çocukluğum
büyükannem ve
annemle dar bir çevrede
geçtiğinden, böylesi kalabalık bir aileyi bir arada
görmenin verdiği
şaşkınlıkla bir köşeye geçip onları izlemeye
koyuldum. Ağlayan yüzler ve
siyahlara bürünmüş insanlar arasında tek
tanıdık yüz Nevra Hanımdı. Yüzünü
örten siyah ince tül dahi güzelliğini
gizleyemiyordu.
İnceden
yağan yağmur hızını arttırmaya niyetli
görünüyordu.
Anlayamadığım İbranice okunan ayetler ve yapılan uzun duaların ardından
misafirler bekleyen arabalara yürümeye başladığında
bir anda meslekten
gelen merakla Nevra
Hanıma yönelip
“Garip değil mi? Nevra Hanım. Bunca ihtişamlı ve
güvenli bir yaşamın ardından
nasıl oldu da amcam basit bir cinayete kurban gidebildi?”
dediğimde siyah tülün
arkasından akan gözyaşlarına tanık oldum. Merakımı yenemeyip
“Son zamanlarda
amcamda bir değişiklik gördünüz
mü?” diye tekrar soruverdim.
Nevra,
belki de herkesin hüzünlendiği bir anda
hiç beklemediği soru
karşısında “Hayır Baki Bey. Son
zamanlarda biraz içine kapanmıştı ama biz yaşlılığına ve
yorulmuşluğuna
vermiştik bu durumu.” deyip ekledi: “Zaten
kendiside Rusya’daki işleri
toparlayınca emekli
olacağını ve şirket
işlerini bırakacağını söylüyordu.”. Ama bu
sorumun yanıtı değildi.
Yağmur
hızını iyice arttırmıştı. Çınar ağaçlarının dev
dallarının
ardında, kış fesleğenleriyle bezenmiş yoldan giden kalabalık
mezarlıktan
uzaklaşıyordu. Uğultu ve ağlaşmalar, misafirlerin yolcu edilince azalmış, alanda sadece
Üzeyir amcanın çok
yakın akrabaları kalmıştı. Yavaş adımlarla maşatlığı terk etmek
üzereydim ki
Nevra Hanımın bana
doğru yöneldiğini
gördüm.
“Bir
dakika Baki Bey!” diye seslendi.
“Şimdi
aklıma geldi. Üzeyir Bey son günlerde hep
kahverengiden bahsediyordu.
Kahverenginin tonlarından… Bir de size bir şey sormak
istiyorum. Geçen
gelişinizde size
her hangi bir şey verdi
mi acaba? Bir mektup veya kahverengi bir şey.?” diye sordu.
Bu soru
karşısında sessiz kalarak Nevra Hanıma sadece tebessüm ettim.
Yürüdüğümüz
mezarlık yolu öylesine güzeldi ki ancak kutsal
kitaplardaki cennet bu kadar
güzel olabilir diye düşündüm. Dev
çınar ağaçlarının oluşturduğu doğal
çatının
altında, yemyeşil şimşirden çitler ve onları tamamlayan
rengarenk kış
çiçekleriyle bezeli yeşilin her tonunu barındıran
yolun sonunda, bu ahengi
bozan tek şey amcamın yeni kazılmış
mezarının kahverengi toprağı
idi…
Siyahları, kahverengileri, ağlamaları geride
bırakarak İstanbul’a
yöneldim. Mezarlığın ağır havası üzerime sinmişti.
Beşiktaş’ta taksiden inerek
yürümeye karar verdim. İçimden bu şehrin
kalbinin attığı yeri bulmak ve biraz
olsun düşüncelerimi dağıtmak geçiyordu.
Yanı başımda bütün heybetiyle duran
Çırağan sarayı, bu şehrin kalbi olabilir miydi?
Dolmabahçe sarayından Haliç’e
doğru yürümeye başladım. Haliç’e
geldiğimde gördüğüm
manzaradan etkilenmiştim.
Yeni
Caminin mahyaları ile küçük
balıkçı teknelerinin ışıkları, denizi
binlerce ışığın raks
ettiği bir düğün
alayına çevirmişti. İçimden “İşte
burası ! bu şehrin kalbi olabilir” diye
geçti. Saate baktığımda neden bu kadar çok
ıslandığımın farkına vardım. Akşam
olmak üzereydi ve tam dört saattir
İstanbul’un kaldırımlarını arşınlıyordum.
Yakındaki bir iş hanının saçakları altında durup karşıdaki
manzarayı seyrederken
omzumda bir el hissettim. Dönüp bakınca karşımda
duran adam: “Abi
çok ıslanmışsın gel bir çay
iç” dedi.
Karşımdaki adamın yüzü sanki tarih kitaplarının
içinden çıkmış, az önce
gezdiğim müzedeki balmumundan
yapılmış
mankenlere benziyordu.
Şaşırmıştım!
Kolumdan tutup “Abi gel korkma. Bir
çay içer
ısınırsın.” demesiyle kendimi o tarihi mekanın
küçük bir köşesine yapılmış
çay
ocağında bulmam bir oldu. Bir şeyler demem gerekiyordu.
-Teşekkür ederim de siz her
önünüze gelene çay
mı içirirsiniz burada?
Güldü.
-Yok be abi bakışlarından buranın yabancısı
olduğun belli oluyor. Bugün havada lodos var. Adamı bir
çarptı mı fena
olursun. Önce nezle ile
başlar sonra zatürree bir bakmışsın dört
kollu tabuttasın.
Karşı
masada oturan adama
-Öyle değil mi Agop?
diye seslendi.
Oturduğum yerin hemen çaprazında
uyumakta olan saçı
sakalı birbirine karışmış adam bir anda
ismini duymanın verdiği refleksle canlanıp cevap verdi.
-Doğru söylersin be ustam.
Çaycı
bir yandan çayları doldurup, bir yandan
kim olduğuma ve
burada ne aradığıma dair sorular
soruyordu. Üşüdüğümü
ancak beni içeriye
buyur eden çaycının getirdiği çayı yudumladığımda
anladım. Birkaç öksürükten
sonra meraklı çaycı,
haklı olduğunu
gösterir bir edayla lafları ağzına yayarak “ Ya Baki
Bey ben sana demedim mi?
İşte İstanbul böyledir. Güzelliğine kapıldın mı
aldatır insanı” deyip karşımda
gevrek gevrek gülmeye başladı.
Mekan
hoşuma gitmişti. Hem
çayla içim ısınmış hem de onca yoldan sonra
ıslanan pantolonumun paçalarını
kurutmak için bir soba bulmuştum. Masama gelen ikinci
çaydan sonra, ancak
kendime gelebildim. Hararetle yanan sobanın sıcaklığı, yağmur ve
soğuktan
kaskatı kesilen vücudumu tekrar eski haline getirmeye yetti.
Ceketimi çıkarıp
üzerine bulaşan çamurları temizlemek istedim. Bu
sırada ceketin yırtılmış
astarının kenarından sarkmış beyaz bir şey yere
düştü. Bu ne zamandır arayıp da
bulamadığım Üzeyir
Amcanın son
görüşmemizde bana verdiği zarftı.
Artık
amcamın vasiyetini yerine getirebilirim diye
düşünerek elimde
duran zarfı yavaşça yırttım. Masaya boca ettiğimde,
içinden kahverengi
deri kaplı, üçgen şeklinde büyük
bir cisim düştü. Bu düpedüz bir
muska idi.
Bir
tılsım!
Şimdiye
kadar gördüklerimden biraz daha
büyük ve
üzerinde birkaç Arapça harf yazılı, düzgün bir deri ile kaplı tılsımı
evirip
çevirmeye başladığımda aklıma amcam
geldi. Kendi kendime gülmeye başladım. Zarfın içine
baktığımda amcamın el
yazısıyla yazdığı kısa notu buldum.
Notta
bana hitaben “Baki, bu tılsım bir aile yadigarı, o şimdi
senin, o
sana her şeyi anlatacaktır.” diyordu. Her halde elimdeki
muskaya benzer şeyi
ilk gördüğümdeki hayal kırıklığımı tahmin
etmiş olacak ki amcam, onu en
son gördüğümde söylediği
sözlerin aynisini tekrar yazma
gereği hissetmişti.
Bu muska
şimdi benimdi. Bu düşünce bana komik geldi. Amcam
ailesine koca
bir holding bırakırken bana geçmişin
kötü izlerini silmek adına bıraka bıraka ne işe yaradığı belli
olmayan bir
tılsımı vasiyet etmeyi uygun görmüştü.
Bir anda içimden,
elimdeki tılsımı Yasef
Ağanın onu bulduğu
Haliç’in dibine
göndermek geçti. Şimdiki hayal kırıklığım,
büyükannemin Yasef Ağa tarafından
yüz üstü bırakılarak uğratıldığı hayal
kırıklığının yanında bir hiçti. Önce
Yasef Ağa şimdi de
Üzeyir amca!
Kendimi
teskin etmeye
çalıştım. Şimdiye kadar onların verdiği şeylerle mi yaşadım
ki dedim kendi
kendime. Ama mesele maddiyat değildi. Bana verilen değer bu muska
kadardı.
Şimdi onlar amcamın vefatına ağıtlar yakıp birbirine taziyelerini
sunarlarken içlerinden
kendilerine
kalacak olan yatırımları düşünüyorlardı.
Bense İstanbul’un ortasında bir çay
ocağında mirasım olan bir adet muska ile paçamı
kurutuyordum. Kendime kızdım
aslında o ihtiyarın davetine hiç gitmemeliydim. Bu şehri
keşfetme arzusu da
bana komik gelmeye başladı. Ne işim vardı
gecenin bir saatinde buralarda
diye düşünürken , vicdanımı rahatlatmak
adına da olsa “vasiyet
vasiyettir”
diyerek muskayı boynuma taktım.
Çaycının
üçüncü çayın boşunu da
önümden aldığını hatırlıyorum. Uzun
yürüyüşün ve soğuktan sıcak ortama
gelmiş olmanın verdiği gevşemiş kaslarımın
yarattığı rehavet duygusuyla masanın üzerine yığılmışım.
Uyku ile
uyanıklık arasında, garip bir sersemlikti üzerimdeki. Ama
kafamı bir türlü kaldıramıyordum. Sanki tılsım
boynuma binlerce kilo
ağırlık yüklemişti. Çaycının karşımda
duran Agop’a
“Hey bak bizim ki bayağı
yorulmuş anlaşılan. Uykuya daldı!”
deyip pişkin pişkin gülüşünü
hatırlıyorum. Bir şeyler söylemeye çalıştım.
Çevremde olan her şey bir anda yavaşlamış gibiydi. Başımdan
başlayan ağırlık ve
rehavet hissi bütün vücuduma yayılmıştı.
Sesler, renkler, zaman, birbiri içine
girmiş gibiydi. Birisi hala avazı çıktığı kadar kahkahalar
atıyordu!