ana sayfa / editorial / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
*PEYMANİ - Tılsım (II. Bölüm)

   

 

2-Ben Baki...

Sultanların, şairlerin, aşkların ve ihanetlerin şehri İstanbul. Nedense bu şehrin  gizemli havası beni hep korkuttu. Kaldırımlarında yürürken içinde barındırdığı tarihi düşününce, ürpererek adımlarımı sıklaştırdığım çok olmuştu.

Ansızın gelen  Üzeyir amcanın görüşme talebini sevinçle karşıladım. Haberi alır almaz yola koyuldum. Uçaktayken amcamın beni bunca yıldan sonra çağırma sebebinden çok  görüşmeyi yaptıktan sonra işi birkaç gün asarak, gizemli şehrin sokaklarını nasıl keşfedebileceğimi düşünüyordum.

Belki de korkularım İstanbul’u tam anlamıyla tanımamaktan kaynaklanıyordu. Vehimlerim, okuduğum birkaç makale ve hayalciliğimle birleştiğinde şimdiye kadar ana caddelerinde dolaşmaktan öteye gidemediğim İstanbul’la yüzleşme vaktinin geldiğini gösteriyordu. Bu görüşmeyi fırsat bilip, mutlaka İstanbul’un ara sokaklara dalıp, varoşlarındaki havayı teneffüs edecek, bir şekilde hayallerimle kendimi yüzleştirecektim.

Ya yaşadığım şehir Ankara. Ankara öyle miydi? Düzen, tertip ve hayatınızı kolaylaştıracak her şeyi bu şehirde bulmak mümkündü. Koca metropolün hangi sokağına girerseniz, önünüze gitmek istediğiniz yere  dair bir işaret çıkacağından, sokaklarında kaybolmanız imkansızdı. Bu şehirde her şey öylesine düzenliydi ki farklı bir hayat istemek şehrin adabına uygun gelmez diye insanlarla Ankara arasında gizli bir anlaşma imzalanmışçasına, herkes halinden memnun yaşayıp gidiyordu.

Bu şehrin kaderine bir ben bir de sokak satıcıları razı gelemiyorduk. Onların gözlerinde  şahit olduğum umut dolu ifadeyi savaş muhabirliğim döneminde gittiğim, Bosna’daki çocukların gözlerinde  de görmüştüm. Tek fark, yaşayan insanların gözlerinin savaşta ölenlerinkinden daha donuk ve anlamsız olmasıydı. Bu gözlerdeki ifadeyi bütün savaş muhabirliğim boyunca aradım durdum. Hatta bir defasında, Bosna’da bir okul baskınında yaşamını kaybeden Boşnak çocukların fotoğraflarını çekerken, gelen uyarılara aldırmamış  Sırp keskin nişancılarınca bacağımdan vurulmuştum.

Bu olay yıllarımı verdiğim savaş muhabirliği görevimin de sonu oldu. Daha sonra masa başı muhabirliği görevine atandım. Bu  terfi önceleri, şahsıma bir  taltif gibi görünse de tehlikeli bölgelerden uzaklaşmam için yapılan bir atama olduğundan  ve bu işin Üzeyir amcanın çalıştığım ajansın yöneticilerine telkinleri sonucu gerçekleştiğinden şüphem yoktu. Aklınca beni korumak istemişti ihtiyar. Belki de yıllar sonra, savaş muhabirliğinde yaşadığım macera dolu hareketli  yılların ardından atandığım pasif görevde ne hale geldiğimi  görmek istemişti.

Şimdiyse İstanbul’a gelmenin sevinci vardı içimde. Bir anda her şeyi unutuverdim. Ne savaşlar, ne yaşadığım kent ne de sokak satıcıları umurumda değildi. Uçaktan inerken aklıma hep İstanbul’la buluşacağım an geliyordu. Havaalanından sonra vakit kaybetmeden amcamım bürosunun olduğu Beşiktaş’taki iş yerine gittim. Asansörle yukarı çıkarken boğazın nefis manzarasını  merak ediyor, görüşmeyi kısa tutup önce nereleri gezebileceğim hakkında kafamdan planlar yapıyordum.

Yorgunluktan  iyice kısılıveren gözlerimi bir anlık kapamış olacağım ki yanımda duran iri yapılı asansör görevlisinin kalın sesi ile irkildim.

Görevlinin “Beşinci kata geldik efendim.” uyarısıyla önümde duran uzun koridor boyunca yürümeye başladım. Koridorun sonunda karşımdaki büyük salonun bir köşesinde Nevra Hanım oturuyordu. Beni görünce  “Baki Bey hoş geldiniz.” diyerek, bekleme odasına buyur etti.

Odanın her yanı Uzak Doğu’dan getirildiği anlaşılan yüzlerce çeşit egzotik  bitkilerle   dekore edilmişti.    Salon görevlisinin ikramından sonra odadaki sessizliği bozmak için karşımda duran Nevra Hanımın tebessüm eden yüzüne bakıp “Hiç değişmemişsiniz.” dedim. O ise her zamanki güzel konuşma stiliyle “Sizde küçük bey diyeceğim ama büyümüş ve olgunlaşmışsınız.  Ben amcanıza geldiğinizi bildireyim.” deyip lafı kısa kesti. Bekleme salonundan ayrıldıktan kısa bir  süre sonra içeriye girip “Buyrun, amcanız sizi bekliyor ”diye tebessüm etti.

Bir süre kıvrımlı koridorlarda beraberce yürüdük. Nevra Hanımın büyük ve hantal ağaç işlemeleriyle süslü kahverengi kapıyı açmasıyla odaya buyur edildim. Güneşin bütün tesirini kesecek jaluzilerle kaplı camların arasından   süzülen ışığın kesik kesik yansıdığı, kahverengimsi  siyah tonların hakim olduğu ofis, adeta bir şarap mahzeni andırıyordu. Gizemli karanlıkta ıhtiyar amcamı kitaplığın önünde bir şeyler karıştırırken buldum.

Üzeyir amca, görmeyeli ne kadar da çok değişmişti. Ailenin bu tarafıyla olan ilişkim Üzeyir amcayı tanımaktan öteye geçmiyordu. Onla da  yıllar önce İletişim Fakültesi’nden mezun olurken diploma töreninde karşılaşmıştım. Diplomamı ellerinden aldığım mezuniyet günümden bu yana da yıllar geçmişti.

Annem ile amcamın babaları olan Yasef ya da bilinen adı ile Yusuf Ağa  lakaplı dedemizin soyu İspanyol Yahudi sülalesine dayanıyordu. Yahudilerin İspanya’dan kovulmalarının ardından İstanbul’ a    göç eden sülale, burada yerleşmiş ve kök salmıştı.

Yasef Ağa önceleri anneannem Banu Hatunu görüp onu kaçırarak evlenmek istemiş. Ancak dedemin ailesi, Banu Hanımın Müslüman olmasını bahane ederek bu evliliğe karşı çıkmış. Daha sonra ailesi Yasef Ağayı, Georgia Hanım denilen Kıbrıs Yahudilerinden zengin bir sülalenin kızıyla  evlenmeye razı etmişlerdi. Bu esnada anneme, Yasef Ağadan hamile kalan  büyükannem Banu Hatun da öylece ortada kalmıştı. Büyükannem Yasef Ağanın himayesinde bütün hayatını sürgün misali Anadolu’da  yaşamaya mahkum edilmişti. Gerçi bu olaydan sonra büyükannem, dedemin verdiği hiçbir yardımı kabul etmemiş  ve çocukluk yıllarım, zengin bir ailenin ferdi olmama rağmen yoksulluk içinde geçmişti.

Kökenimle bağlantım Yahudi geleneğiyle bezenmiş ailede Üzeyir amcanın, Yusuf Ağanın vasiyetiyle büyükannemin ve annemin vefatlarından sonrada beni uzaktan himaye etmesiyle devam etti. Üniversiteyi de o zor maddi şartlarda, derslerine dereceyle devam edenlere amcamın şirketinin verdiği üniversite bursuyla zar zor bitirebildim.

Bunca yıldan sonra koskoca bir holdingin patronu haline gelmiş Amcam ve onun arkasında barındırdığı bir gelenekle, benim gibi masa başı  muhabirliğine atanmış bir gazetecinin ne işi olabilirdi ki?

İçeri girdiğimde, bendeki ürkeklik ve çekingenliğin aynısının amcamda da olduğunu fark ettim. Vakit kaybetmek istemiyordum. Hemen söze girip “Üzeyir amca beni çağırmışsınız.” dedim. O ise sakin bir tavırla oturduğu koltuğun yanındaki sandalyeyi göstererek  “Gel otur bakalım Baki. görüşmeyeli epey oldu” diyerek  oturduğu yerden çekmecesine uzanıp, altı adet beyaz zarf çıkardı.

Usta bir poker oyuncusu edasıyla zarfları  çalışma masasının üzerine bir çırpıda seriverdi. Zarfların üzerine göz attığımda  beş tanesinin boş, sadece birisinin içinde garip bir şişkinliğin olduğunu fark ettim. Tam bir şeyler sormaya niyetleniyordum ki amcam bana dönüp “Hayat ” dedi.

“Hayat baki! İşte bu beyaz zarflar gibi. Gözlerini kapatırlar ve seç derler! Sen şimdi  içinde dolu olan zarfı görebiliyorsun. Ya asıl hayat ve yaşamak boş zarfların içindeyse Baki! ”

Dolambaçlı kelimeleri arasında Üzeyir amcanın sözlerinden sadece ismimi iki kere telaffuz etmesi dikkatimi çekti. Her cümlesinin başında belki de hayatında hiç demediği kadar çok “Baki!” diyordu. “Baki oğlum sence insan güvenilir olan boş zarflarımı seçmeli, yoksa dolu ama içinde sana ne getireceği belli olmayan gizemlerin peşinde mi koşmalı?”diye konuşmasına devam etti.

Ne demek istediğini anlamıyordum. Ya da bana ne anlatmak istediğini. Ama yüzündeki kaygı dolu ifadeden  durumunun hiç de iyi olmadığını anlamak zor değildi. Onu rahatlatmak için bir şeyler söylemek istiyordum.

Sıkılmıştım.

Tecrübesi ile ülkenin sayılı işadamlarından biri olan amcama hayatla ilgili okuduğum üç beş kitaptan esinlenerek ahkam kesmek istemiyordum. Ama yaşadıklarımdan örnek verebilirdim. Öyle de yaptım.

“Savaşlar gördüm amca, şu Bosna olayına kadar” deyip manalı bir şekilde görevden alınmamda onunda etkisinin  olduğunu bildiğimi, belli etmek istedim. O ise meraklı bakışlarla beni dinliyordu.

“Savaşlarda, insanların çaresizliklerini ve o en zor zamanlarında dahi hayatın onlara sunabileceklerine karşı olan arzularını gördüm gözlerinde. Sen de o çocukların  gözlerindeki kan ve gözyaşı ile silinmiş sevgiyi görseydin.”

Amcam  “Peki anlat. Ne var onların gözlerinde Baki!” diyerek sohbeti uzatma çabasındaydı. Bu sefer kararlıydım bir kelime edip bürodan ayrılmak istiyordum. En kestirme cevabı bulmalıydım. Amcama dönüp “Sevgi!” dedim.

 Söylediğimden bir şey anlamadığını ifade eden bakışlarla “sevgi mi?” diye tereddüt geçirdiğini gördüğümde “evet amca sevgi ve aşk…” diye tekrarladım. Jaluzilerin arkasından süzülen  güneşi  göstererek  “Aynen şu doğmak için sabırsızlanan güneşin, gündüze aşkı gibi, sonra yıldızların karanlığa inat bütün ışıklarını yeryüzüne gönderdiği yaz geceleri gibi… Büyükannem  Banu Hatunun, Yusuf Ağaya aşkı gibi” deyip durakladığımda, amcamın yüzünün bembeyaz kesilmişti. Belli ki onca senenin ardından ilk kez küllendirilmiş bu konuyu dillendirmeye  ben cesaret edebildim.

O anda içimden amcamın göz bebeklerine bakmak geçiyordu. Sanki onlara bakmış olsam,  ruhundaki fırtınaları anlayabileceğimi fark etmişçesine Üzeyir amcanın  gözlerini sımsıkı kapalıydı. Bu söz karşısında sadece hafifçe gülümsedi, sonra bir hamle ile masada duran beş adet zarfı bir çırpıda parçalayıp un ufak ediverdi. Kahverengi masanın üzerine bir anda beyaz kağıttan oluşmuş karlar yağdı. Kendinden emin bakışlarla kötü bir kabustan uyanırcasına  elinde kalan içi şişkin son zarfı bana uzattı.

- Baki bu zarfı al. Sende kalmasını istiyorum. Aile mirasıdır. Babam bunu Haliç’te işletmiş olduğu demir dökümhanelerine gelen eski gemi parçalarının içinde bulmuş. Bana bunu ömür boyu saklamamı söylemişti. Şimdi emanetin sahibi sensin.

Hiç beklenmedik bu teklif karşısında bocaladım.

-Peki Üzeyir amca da bu ne emaneti böyle? Sonra neden bana veriyorsun ki. Çevrende bir sürü akraban ve sevenlerin varken ve ben aileden bu kadar uzakken!

 Sorularım üzerine tebessümünü daha da arttırdığını gördüm.

 -Meraklı çocuk!  Ben ölünce açarsın bu zarfı. İçinden bütün sorularının cevabı çıkacak.

Aslında bu asık yüzlü adamın bir anlık tebessüm eden halini görmek beni de mutlu etti. Odadan çıkarken amcamın bir beladan kurtuluyormuş edasıyla bana uzattığı beyaz zarfın ardından rahatlamış tavrı hiç aklımdan çıkmadı. Bürodan ayrıldıktan sonra  mektup zarfını incelemeden siyah takım elbisemin iç cebine sıkıştırıverdim.

Nereden bilebilirdim ki Üzeyir amcayı o gün  son kez gördüğümü. İki hafta sonra Üzeyir amca bir cumartesi sabahı Müslüman mezarlığında basit bir cinayet sonucu vefat etti.        

Önceleri bu ani ölümün, şirket içi anlaşmazlıklar ve ticari uyuşmazlıklar sonucu olabileceği iddiaları gündeme geldi. Daha sonra amcamın basit bir hırsızlık vakası sonucu hayatını kaybettiği medyaya duyuruldu. Her zaman korumalarıyla gezen Üzeyir amcanın, o gün neden kimseyi yanına almadığı, hatta özel şoförünün  bile  olmadığı, kendisi ve ailesi dinine bağlı bir Yahudi olan amcamın bu Müslüman mezarlığında  ne işi olabileceği gibi soruların hepsi   cevapsız kaldı.

Bu olay, İstanbul’a bir ay içinde ikinci kez gelmeme sebep oldu. Ne garip ki havaalanındaki taksi ilk gelişimde  beni  şirkete götürmüşken, ayni taksi bu sefer amcama karşı son görevimi yerine götürmek üzere  Kadıköy’deki Yahudi maşatlığına taşıdı. Yahudi adetlerine göre  yapılan uzun törenin sonunda defin işlemi tamamlandı. Sülalenin bu kadar kalabalık olduğunu hiç tahmin etmiyordum. Çocukluğum büyükannem  ve annemle dar bir çevrede geçtiğinden, böylesi kalabalık bir aileyi bir arada görmenin verdiği şaşkınlıkla bir köşeye geçip onları izlemeye koyuldum. Ağlayan yüzler ve siyahlara bürünmüş insanlar arasında tek tanıdık yüz Nevra Hanımdı. Yüzünü örten siyah ince tül dahi güzelliğini gizleyemiyordu.

İnceden yağan yağmur hızını arttırmaya niyetli görünüyordu. Anlayamadığım İbranice okunan ayetler ve yapılan uzun duaların ardından misafirler bekleyen arabalara yürümeye başladığında bir anda meslekten gelen  merakla Nevra Hanıma yönelip “Garip değil mi? Nevra Hanım. Bunca ihtişamlı ve güvenli bir yaşamın ardından nasıl oldu da amcam basit bir cinayete kurban gidebildi?” dediğimde siyah tülün arkasından akan gözyaşlarına tanık oldum. Merakımı yenemeyip “Son zamanlarda amcamda bir değişiklik gördünüz mü?” diye tekrar soruverdim.

Nevra, belki de herkesin hüzünlendiği bir anda hiç beklemediği  soru karşısında “Hayır Baki Bey. Son zamanlarda biraz içine kapanmıştı ama biz yaşlılığına ve yorulmuşluğuna vermiştik bu durumu.” deyip ekledi: “Zaten kendiside Rusya’daki işleri toparlayınca  emekli olacağını ve şirket işlerini bırakacağını söylüyordu.”. Ama bu sorumun yanıtı değildi.

Yağmur hızını iyice arttırmıştı. Çınar ağaçlarının dev dallarının ardında, kış fesleğenleriyle bezenmiş yoldan giden kalabalık mezarlıktan uzaklaşıyordu. Uğultu ve ağlaşmalar, misafirlerin yolcu edilince  azalmış, alanda sadece Üzeyir amcanın çok yakın akrabaları kalmıştı. Yavaş adımlarla maşatlığı terk etmek üzereydim ki Nevra Hanımın   bana doğru yöneldiğini gördüm.

 “Bir dakika Baki Bey!” diye seslendi.

“Şimdi aklıma geldi. Üzeyir Bey son günlerde hep kahverengiden bahsediyordu. Kahverenginin tonlarından… Bir de size bir şey sormak istiyorum. Geçen gelişinizde  size her hangi bir şey verdi mi acaba? Bir mektup veya kahverengi bir şey.?” diye sordu.

Bu soru karşısında sessiz kalarak Nevra Hanıma sadece tebessüm ettim. Yürüdüğümüz mezarlık yolu öylesine güzeldi ki ancak kutsal kitaplardaki cennet bu kadar güzel olabilir diye düşündüm. Dev çınar ağaçlarının oluşturduğu doğal çatının altında, yemyeşil şimşirden çitler ve onları tamamlayan rengarenk kış çiçekleriyle bezeli yeşilin her tonunu barındıran yolun sonunda, bu ahengi bozan tek şey amcamın yeni kazılmış  mezarının kahverengi toprağı idi…

Siyahları, kahverengileri, ağlamaları geride bırakarak İstanbul’a yöneldim. Mezarlığın ağır havası üzerime sinmişti. Beşiktaş’ta taksiden inerek yürümeye karar verdim. İçimden bu şehrin kalbinin attığı yeri bulmak ve biraz olsun düşüncelerimi dağıtmak geçiyordu. Yanı başımda bütün heybetiyle duran Çırağan sarayı, bu şehrin kalbi olabilir miydi? Dolmabahçe sarayından Haliç’e doğru yürümeye başladım. Haliç’e geldiğimde  gördüğüm manzaradan etkilenmiştim.

Yeni Caminin mahyaları ile küçük balıkçı teknelerinin ışıkları, denizi binlerce ışığın  raks ettiği bir düğün alayına çevirmişti. İçimden “İşte burası ! bu şehrin kalbi olabilir” diye geçti. Saate baktığımda neden bu kadar çok ıslandığımın farkına vardım. Akşam olmak üzereydi ve tam dört saattir İstanbul’un kaldırımlarını arşınlıyordum. Yakındaki bir iş hanının saçakları altında durup karşıdaki manzarayı seyrederken omzumda bir el hissettim. Dönüp bakınca karşımda duran adam:  “Abi çok ıslanmışsın gel bir çay iç” dedi. Karşımdaki adamın yüzü sanki tarih kitaplarının içinden çıkmış, az önce gezdiğim müzedeki  balmumundan yapılmış mankenlere benziyordu.

Şaşırmıştım!

Kolumdan tutup “Abi gel korkma. Bir çay içer ısınırsın.” demesiyle kendimi o tarihi mekanın küçük bir köşesine yapılmış çay ocağında bulmam bir oldu. Bir şeyler demem gerekiyordu.

-Teşekkür ederim de siz her önünüze gelene çay mı içirirsiniz burada?

Güldü.

-Yok be abi bakışlarından buranın yabancısı olduğun belli oluyor. Bugün havada lodos var. Adamı bir çarptı mı  fena olursun. Önce nezle  ile başlar sonra zatürree bir bakmışsın dört kollu tabuttasın.

 Karşı masada oturan adama

-Öyle değil mi Agop?  diye seslendi.

Oturduğum yerin hemen çaprazında uyumakta olan  saçı sakalı birbirine karışmış adam bir anda ismini duymanın verdiği refleksle canlanıp cevap verdi.

-Doğru söylersin be ustam.

Çaycı bir yandan çayları doldurup, bir yandan  kim olduğuma ve  burada ne aradığıma dair sorular soruyordu.  Üşüdüğümü ancak beni içeriye buyur eden çaycının getirdiği çayı yudumladığımda anladım. Birkaç öksürükten sonra meraklı  çaycı, haklı olduğunu gösterir bir edayla lafları ağzına yayarak “ Ya Baki Bey ben sana demedim mi? İşte İstanbul böyledir. Güzelliğine kapıldın mı aldatır insanı” deyip karşımda gevrek gevrek gülmeye başladı.

Mekan hoşuma gitmişti. Hem çayla içim ısınmış hem de onca yoldan sonra ıslanan pantolonumun paçalarını kurutmak için bir soba bulmuştum. Masama gelen ikinci çaydan sonra, ancak kendime gelebildim. Hararetle yanan sobanın sıcaklığı, yağmur ve soğuktan kaskatı kesilen vücudumu tekrar eski haline getirmeye yetti. Ceketimi çıkarıp üzerine bulaşan çamurları temizlemek istedim. Bu sırada ceketin yırtılmış astarının kenarından sarkmış beyaz bir şey yere düştü. Bu ne zamandır arayıp da bulamadığım  Üzeyir Amcanın  son görüşmemizde bana verdiği zarftı.

Artık amcamın vasiyetini yerine getirebilirim diye düşünerek elimde duran zarfı yavaşça yırttım. Masaya boca ettiğimde, içinden  kahverengi deri kaplı, üçgen şeklinde büyük bir cisim düştü. Bu düpedüz bir muska idi.

Bir tılsım!

Şimdiye kadar gördüklerimden biraz daha büyük  ve üzerinde birkaç Arapça harf yazılı,  düzgün  bir deri ile kaplı tılsımı evirip çevirmeye başladığımda aklıma amcam geldi. Kendi kendime gülmeye başladım. Zarfın içine baktığımda amcamın el yazısıyla yazdığı kısa notu buldum.

Notta bana hitaben “Baki, bu tılsım bir aile yadigarı, o şimdi senin, o sana her şeyi anlatacaktır.” diyordu. Her halde elimdeki muskaya benzer şeyi ilk gördüğümdeki hayal kırıklığımı tahmin etmiş olacak ki amcam, onu en son   gördüğümde  söylediği sözlerin aynisini tekrar yazma gereği hissetmişti.

Bu muska şimdi benimdi. Bu düşünce bana komik geldi. Amcam ailesine koca bir holding bırakırken bana  geçmişin kötü izlerini silmek adına bıraka bıraka  ne işe yaradığı belli olmayan bir tılsımı vasiyet etmeyi uygun görmüştü. Bir anda  içimden, elimdeki tılsımı Yasef Ağanın  onu bulduğu Haliç’in dibine göndermek geçti. Şimdiki hayal kırıklığım, büyükannemin Yasef Ağa tarafından yüz üstü bırakılarak uğratıldığı hayal kırıklığının yanında bir hiçti. Önce Yasef Ağa  şimdi de Üzeyir amca!

Kendimi teskin etmeye çalıştım. Şimdiye kadar onların verdiği şeylerle mi yaşadım ki dedim kendi kendime. Ama mesele maddiyat değildi. Bana verilen değer bu muska kadardı. Şimdi onlar amcamın vefatına ağıtlar yakıp birbirine taziyelerini sunarlarken  içlerinden kendilerine kalacak olan yatırımları düşünüyorlardı. Bense İstanbul’un ortasında bir çay ocağında mirasım olan bir adet muska ile paçamı kurutuyordum. Kendime kızdım aslında o ihtiyarın davetine hiç gitmemeliydim. Bu şehri keşfetme arzusu da bana komik gelmeye başladı. Ne işim vardı  gecenin bir saatinde buralarda diye düşünürken , vicdanımı rahatlatmak adına da olsa  “vasiyet vasiyettir” diyerek muskayı boynuma taktım.

Çaycının üçüncü çayın boşunu da önümden aldığını hatırlıyorum. Uzun yürüyüşün ve soğuktan sıcak ortama gelmiş olmanın verdiği gevşemiş kaslarımın yarattığı rehavet duygusuyla masanın üzerine yığılmışım.

Uyku ile uyanıklık arasında, garip bir sersemlikti üzerimdeki. Ama kafamı bir türlü kaldıramıyordum. Sanki tılsım boynuma binlerce  kilo ağırlık yüklemişti. Çaycının karşımda duran  Agop’a “Hey bak bizim ki  bayağı yorulmuş anlaşılan. Uykuya daldı!” deyip pişkin pişkin gülüşünü hatırlıyorum. Bir şeyler söylemeye çalıştım. Çevremde olan her şey bir anda yavaşlamış gibiydi. Başımdan başlayan ağırlık ve rehavet hissi bütün vücuduma yayılmıştı. Sesler, renkler, zaman, birbiri içine girmiş gibiydi. Birisi hala avazı çıktığı kadar kahkahalar atıyordu!


          
                                                                                                                                                 
 

Murat Çavga