Evin dört tarafını
çevreleyen yüksek
duvarlardan avludaki ağaçlar da, evin kiremitli
çatısı da görünmüyordu.
Sokak kapısının paslı demir
kolunu çevirip meyve ağaçlarıyla bezeli avluya
girdiğimde kendi kendine
söylenen babamın sesini duydum;
-Kim bilir ne yaptın
onlara?
Ağaçlar arasına
döşenmiş taşlara basa basa
evin giriş kapısına doğru yürürken kendi kendime
“kim kime ne yapmış” diye
söylendim. Benim sesimi bastıran babamın sesi;
-Onlar da senin, benim
gibi, diye ünledi
yeniden.
Toprak
seviyesinden birkaç basamak yüksekte olan
küçük
balkonda durmuş, hem elindeki bastonu sallıyor, hem de evin giriş
kapısına
doğru bakarak konuşuyordu. Öfkeli sesine öylesine
sığınmıştı ki ne sokak
kapısından girişimi gördü, ne de ayak
seslerimi duydu. Bir ara duraksadı, sesindeki yumuşak öfkesine
bir hüzün
katarak:
-Kim bilir ne yaptın onlara,
kimbilir ne
yaptın?
Tümcenin sonuna
doğru öfkeli sesi iyice
incelip yumuşayınca sesine karışan acıya bulanmış sızıyı farkettim. O
sızıyı
farkettiğim sırada kızkardeşimin yıllar önceki bir sesi
karıştı babamın sesine.
Kızkardeşim az önce benim girdiğim bahçe kapısından
girer girmez:
-Abi çok
kötü bir şey oldu, demişti.
Onun o acıya bulanmış sızılı
sesini duyar
duymaz tüylerim diken diken olmuş, elimdeki kitabı
küçük
balkonun taş zeminine serili minderin üzerine fırlatarak ayağa
kalkmıştım.
Yanına vardığım zaman boğazını tıkayan hıçkırıklardan
konuşamayan kızkardeşim,
aceleyle kollarını
belime dolamış, biraz
sakinleşince de yeniden,“Abi çok
kötü bir şey oldu” demişti. Bir
süre sonra
suskunluğunu yenince de, aramızdaki bir sırrı açıklamaktan
utanan bir sesle,
“Abi Kumral Emine” deyip bir kez daha
hıçkırıklara gömülmüştü.
O hiçkırıklarına
gömülüp benden uzaklaşınca, ben Kumral
Emine’yi düşünmeye başlamıştım. Son
buluşmamızda sıcak avucunun içinde ısıttığı elimi bırakıp
kolunu boynuma
dolamış, yanağıma kondurduğu kaçamak
öpücükten sonra da, yüksek duvarların
gölgelediği karanlık sokağa
konuşuyormuş gibi, “Mustafa’m artık
çalışıyorum, sen okulu bitirinceye kadar
evimizin tüm eşyalarını alırım” derdemez biraz
önce yanağıma kondurduğu
öpücüğü
de yanına alarak sokağın sonundaki evlerine doğru koşmuştu. Giderek
koyulaşan
sokağın gölgesine gömülen karaltısının
arkasından bakarken, usum bir bahar
gününe doğru yola çıkmış,
iri sarı
yapraklı papatyayı okulun bahçesinin duvarının dibinden
koparıp ona verdiğim
günün heyecanını yeniden yaşamaya başlamıştım.
Güneşli bir bahar
günü arkadaşlarımızla
okulun bahçesinde oyun oynuyorduk. Okul
bahçesinin duvarının dibindeki irice
sarı papatyayı görünce yüreğim bir başka
helecanla çarpmaya başladı. Hiçbir şey
düşünemeden hızla eğilip irice sarı papatyayı
kopardım. Avucuma sakladığım
papatyayla ayağa kalkar kalkmaz, bakışlarım Emineyi aradı. Ama onu
hiçbir yerde göremeyince
kırmızı gelincikler gibi zamansız
bir korkuya kapıldım. Heyecanla, “Az önce birlikte
koşuyorduk” dediğim sırada
arka tarafımdan gelen yumuşacık sesiyle:
-Beni mi arıyorsun, diye
sordu.
O güne kadar
çok istememe karşın ona sevgimi
sezdirecek tek sözcük bile edememiştim, ama o
kendisini aradığımı tahmin etmiş,
“beni mi arıyorsun?” diye sormuştu. Onun sorusundan
cesaret alarak:
-Evet seni arıyordum,
demiş elimdeki sarı
papatyayı aceleyle eline tutuşturmuştum.
Sarı papatyayı
avucunun içine saklarken:
-Onu koparırken bana
vereceğini biliyordum,
dedi.
Ben, ona
sarılmamak için kendimi zor
tutarken, o oynadığımız oyunun bir parçasıymış gibi kollarını boynuma doladı.
Ben vücudunun
sıcaklığını daha yeni hissettiğim sırada da usta bir manevrayla geriye
doğru
çekilip arkadaşlara doğru koştu.
O günden sonra yeni başlayan
gençliğimizin deli rüzgârıyla
her şeye karşı esebileceğimizi sanmış, birlikte ders
çalışırken birbirimize
kendimizin bile inanamayacağı sözler vermiştik. O O ilk
gençlik rüzgârının
verdiği delice bir cesaretle de son bitirme sınavımızdan sonra pembe filizli meyve
ağaçlarının süslediği
bahçelere dalmıştık. El ele yürürken
körpe dudaklarımızın birbirine
dokunmasının hazzını yaşarken, kollarımız alevli vücutlarımızı
sarmış, dönüş
yolunda da ne olursa olsun birbirimizden ayrılmayacağımıza söz
vermıştik.
Emine de benim gibi
yatılıyı kazanmıştı, ama
babası:
-Bende okuyacak kız yok.
Sonra bu kız şimdiden
söz dinlemiyor, okuyunca bizi hiç de dinlemez,
diyerek hükmünü vermiş, Emine ve
annesi ne kadar çabalamışlarsa da babasını o
hükmünden vazgeçirememişlerdi. O
yıl ben okula gitmeden bir gün önce buluştuğumuzda:
-Ne güzel sen gidip
okuyacaksın, demişti üzgün
üzgün.
Ben de onun
üzüntüsünü paylaşmak
amacıyla:
-Keşke sen de
okuyabilseydin, demiştim.
O yüzüme
bakmadan, bir önceki tümcesinin
devamıymış gibi:
-Ne yapalım, ben de senin
okulu bitirmeni
beklerim, demiş, bir süre sustuktan sonra da, kimbilir belki
de bir iş bulup
çalışırım, diye söylemişti inatçı bir
sesle.
Onun inatçı sesi
karşısında tüm
söyleyeceklerimi unutup, kollarımın tüm
gücüyle beline sarıldım. Dudaklarım
benli yanağına dokununca heyecandan usum bulandı ve yüreğime
bir ağırlık çöktü.
Birden bire onu kaybedeceğim korkusu yel hızıyla dolaştı
vücudumda. O da bana
sarılınca onun vücudunun da benim vücudum gibi tirtir
titrediğini anladım. Bir
süre sonra kollarımız kendiliğinden gevşeyince, o yine o
inatçı sesiyle:
-Okulunu bitirinceye kadar
sabırla seni
bekleyeceğim, dedi bir kez daha ve
aceleci adımlarla
yürüyüp gitti.Yıllardır o gidişiyle, son
buluşmamızdaki gidişi hep yer değiştiriyor usumda. Zaman zaman da
kızkardeşimin
biraz önce babamın sesine karışan, “Abi
çok kötü bir şey oldu”
tümcesini
söyleyen sesi onun gidişlerine karışıyor. O anlarda o mu
gidiyor, kızkardeşim
mi konuşuyor pek ayırt edemiyorum ama kapıdan bir hışımla giren
kızkardeşimin
sakinleştikten sonra, “Abi, Kumral Emine’n artık
yok. İki gün önce fabrikadan
verilen hediye tavuğu bir hevesle eve getirmiş. Annesi de onun hevesine
ortak
olmak için tavuğu pişirip sofraya koymuş. Ama kendinden izin
almadan işe
girdiği için Emine’ye küs olan babası
tavuktan bir lokma bile yememiş. Annesi
de az yiyince Emine inat edip tavuğun hepsini yiyip bitirmiş. O gece
sabaha
karşı acıdan kıvrım kıvrım kıvranmaya başlamış. Annesi kıvranan kızına
bakıp
bakıp babasına yalvarmış, ama babası: “O ne aman
öteki kızlar gibi baba sözü
dinler, evde oturup kısmetini bekleyeceğine söz verirse ben de
onu o zaman
doktora götürürüm,”
demiş. Emine acıyla kıvranmasına karşın babasına hiçbir
söz
vermemiş.
Ama dün akşama
doğru Emine’nin sesi soluğu
çıkmaz olunca annesi, “Sen
götürmezsen ben götürüm
kızımı doktora” diyerek
sırtlamış Emine’yi. Ama onlar daha hastanenin kapısından
içeri girmeden Emine
fenalaşmış. Doktorlar, hemşireler koşup gelmişler ama
Emine’yi kurtaramamışlar.
Evlerinde tabutun içindeki Emine’nin başucunda
dövünen annesi, “Bu adamın inadı
yüzünden... Bu adamın inadı
yüzünden... Bu adamın inadı
yüzünden gitti Emine’m”
diye çığlık atıp
dövünüyor” diyerek
sözlerini bitirip, yeni bir ağlama
sağanağına başlamıştı.
Emine gibi
kızkardeşim de yıllar önce yoklar
diyarına gitti. O gün söyledikleri de, o andaki
ağlaması da, yüzü de usumdaki
diğer sözlere, diğer yüzlere ve diğer ağlamalara
karışıp yok oldular, ama
kapıdan girer girmez, “Abi kötü bir şey
oldu” diye söylerken sesine gizlenen o
acıya karışmış ince sızı hep yüreğimde kaldı. O sızıdandır ki,
akşamları otuz
yıllık eşim Ayşe’yle girdiğim yatakta geceleri hep Emine ile
uyuduğumu
sanıyorum?
Babama
iyice yaklaşmıştım. Elimi uzatıp kolundan tutacaktım ki:
-Onların da bizim gibi
duyguları var, sevgiyi
hissetmek isterler.
Ona doğru uzanan elimi
görünce durdu.
Bastonunu aceleyle iki yana sallarken:
-Gördün
mü annenin yaptığını?
İyice
meraklandım.
Onu bu kadar öfkelendirecek ne yapmıştı acaba annem?
-Hayır görmedim
de duymadım da. Ne yaptı
annem?
O sesine
yüklediği öfkeyle:
-Daha ne yapacak
ki?
Onu durdurmak
için kolundan tutarken:
-Şöyle sandalyeye
otur, iki nefes al da söyle
annemin ne yaptığını?
Burnundan soluduktan
sonra:
-Ben de oturacak hal i mi
bıraktı, bak
vücudum tir tir titriyor, dedi.
Sandalyenin
üzerindeki minderi düzelttim.
Kırış kırış olmuş kemikli ellerinden tutup, yavaşça
sandalyeye oturmasına
yardımcı oldum. Ellerinin titremesini saklarcasına bastonunu sıkı sıkı
tutarken:
-Her odaya girip
çıktığında tembihledim.
Fersiz çakır gözleriyle
suskunluğunu birleştirip yüzüme baktı. Kalınca
dudaklarını diliyle ıslattıktan
sonra, bana bir su getir içim yanıyor, dedi.
Musluktan doldurduğum
sürahi ile bir de
bardak alıp geldim. Önce elimdeki su dolu cam
sürahiye sonra da bana baktı.
Kuşkulu bir sesle:
-Yeni mi doldurdun, eğer
akşamdan annenin
doldurduğuysa içmem, dedi.
Söylediklerini
duyunca uzun yıllardır
hissetmediğim bir ürpertiyle sarsıldım. Babam, yetmiş yılı
aşkın bir zamandır
aynı yastığı paylaştığı anneme bu kadar öfkelendiğine
göre, anem gerçekten çok
kötü bir şey yapmış olmalıydı. O çok
kötü şeyi düşünmemek
için, başımı kaldırıp
bir kökten çıkıp avlunun her tarafını sarmış olan
gelin parmağı dediğimiz
asmaya ve babamın yetiştirdiği diğer meyve ağaçlarına
baktım. Bakışlarımı
yeniden babama doğru çevirince hâlâ suyu
içip içmeme arasında ikircikli
beklediğini gördüm. Karar vermesine yardımcı olur
diye sesimi yükselterek:
-Yeni doldurdum. Akşamdan
kalma değil, dedim.
İki eliyle tuttuğu bardağı
ağzına götürürken,
çakır gözlerini kısarak yavaş bir sesle:
-Şöyle yanıma
otur, dedi.
Küçük
balkonun birkaç basamaklı merdiveninin
en üst basamağına oturdum. Babama baktım. Suyu
içmesini beklediğimi anlayınca,
aceleyle suyu içip bardağı bana verdikten sonra genizden
çıkan tiz bir sesle:
-Su gerçekten
tazeymiş, dedi. Bir süre daha
yüzüme baktı. Sandalyenin arkalığına yaslandı.
Bastonuyla bahçedeki dibek
taşını göstererek, o taşı görüyor musun,
diye sordu.
Ben,
Almanya’daki kızkardeşimin izne gelirken
şimdi Bosna topraklarında kalan dedemin köyünden
otomobilinin bagajına koyup
getirdiği siyah dibek taşına bakarken:
-Görüyorum,
dedim.
-O
taş da diğer taşlar gibi bir siyah taş. Ama
o taş babamın çocukluğuna olan hasretini bitirdi. O taşı
görünce babamın nasıl
sevindiğini tahmin bile edemezsin. Koca adam çocuklar gibi
zıp
zıp havaya
sıçradıktan sonra, “artık rahatça
ölebilirim,
gözüm arkada kalmaz” diye
bağırdı. Yıllarca “beni bir kez köyüme
götürün” diye yalvardı ama biz onu
hiç
anlayamadık. Meğer bütün isteği
çocukluğundan bir
parça bir şey görebilmekmiş.
O rahmetli olduktan sonra sizler de birer birer evden ayrılınca
dayanılmaz bir
yalnızlık dünyasına düştüm. O yalnızlıktan
kurtulmak
için verdim kendimi
toprağa. Yetiştirdiğim şu meyve ağaçları bir süre
arkadaşım
oldularsa da beni
avutamadılar. Yalnızlığıma bir de bezginlik eklenince yaşamaktan
ürktüm. Daha
çok yalnızlık çekmeye başladım. Canım
çocukluk
arkadaşlarımın doldurduğu
kahveye bile gitmek istemiyordu. Sadece şu dibek taşıyla
söyleşir
olmuştum.
İşte o günlerde ikisi birlikte geldiler. Çok yorgun
görünüyorlardı.
Susamışlardı da. Hemen dibek taşını su ile doldurdum. Kana kana
içtiler. Aç
olduklarını düşünerek evden aldığım yarım somunu
dibek
taşının yanına koydum.
Ama bir parça bile koparmadılar. Anladım neden
yemediklerini.
Hemen ekmeği
küçük küçük
parçalara
bölüp verdim. Bir sevinçle yediler ki
sorma... O
günden
sonra her sabah ilk işim onlara ince ince doğradığım ekmekleri vermek
ve dibek
taşını su ile doldurmak oluyordu. Geçen hafta hastalandım.
İki
gün yataktan
çıkamayınca annen küstürdü
onları. Kaç
gündür yollarını bekliyorum ama
gelmiyorlar...
Kimden
sözettiğini pek anlayamadığım için:
-Kimleri
, diye sordum.
Bakışlarıyla
gökyüzünü tararken, incinmiş bir
sesle:
-Kimi olacak kumruları,
dedi.