Bin
dokuz yüz
atmışların sonları Nevşehir’inde, dört beş
yaşlarında bir çocukken,
hep bir pembe renkli ayakkabılarım olsun isterdim. Yemyeşil
üzüm
bağları arasına kurulu köyün, salkım salkım
dökülen söğüt
ağaçlarının arasındaki
dereye iner, yazın kavurucu sıcağından kurtulmak için
kendimizi serin
sularına atar; gün batımına kadar oynardık. Babamın
her akşam tarladan
dönüşünde toz toprak olmuş kucağına atlar:
-Babacığım
pembe
ayakkabılarımı ne zaman alacaksın derdim. Babam
bütün gün
tarlada çalışmaktan yorgun ve nasırlı elleriyle
saçlarımı okşar:
- Hele
bir
ekinler biçilsin, buğdaylar eve gelsin, onu
satmaya götürdüğüm ilk
gün
sana pembe ayakkabılar alacağım der, sonra
güneşten yanmış tenime
öpücükler kondururdu. Hemen hemen her akşam
babam tarladan yorgun argın gelir ,
ben onun kucağına atlar, aynı soruyu sorardım. Geceleri
yatarken pembe
ayakkabıların hayalini kurar, rüyalarımda ayağımda
ayakkabılarla dere koşar,
köy çocuklarının hayran bakışları
arasında dolaşırdım. Bütün gün
köy çocuklarıyla birlikte sıvalı
paçalarımızla su içinde bir oradan bir oraya
koşar ayağımda pembe ayakkabıların varlığını hayal
ederdim.
Bir
akşam tarladan erken gelen babam beni kucağına aldı.
Çok sevinçliydi.
Benim her zamanki sorularımı sormama fırsat vermeden:
-Gözün
aydın
kızım başaklar olgunlaşmış, yarın tırpanı alıp gidiyorum.
Ertesi
gün babam tırpanı alıp tarlaya gitmek
için evden çıkarken peşine ben
de takıldım. Babam önce beni götürmek
istemedi:
-Orası
çok sıcak
sen yanarsın, dayanamazsın.
Fakat
ben kafama
koymuştum. Ekinler nasıl büyür, başaklar nasıl
olgunlaşır, nasıl biçilir, merak
ediyordum. Benim ısrarlarıma dayanamayan babam ata bindi,
beni de kucağına aldı. Köyün en
çalışkan erkeklerinde olan babama
hayrandım. İki yani kır çiçekleriyle
bezenmiş tarla yolunda, atın nal
seslerini dinleyerek ilerliyorduk. Çiçek ve
çimen kokularının baygın
kokusu, ulaşmadığım düşlere dalmak, doğayla
kucaklaşmak, alınma çarpan
rüzgarı okşamak istiyordum. Pembe ayakkabılarımın
alınacağı günleri
sayabilirdim artık. Ekinler biçilecek, saplar harmana
çekilecek. Sarı
öküz dövenleri döndüre
döndüre sapları buğdaydan ayıracak, babam onları
toplayıp savuracak, çuvala konulan buğdaylar
pazara taşınacak, pazarda
alıcı bulan babam benim pembe ayakkabılarımı alacaktı.
İçimi bir sevinç
kapladı. Taşların parçaladığı ayaklarıma, parmaklarıma
baktım, yaralar
kabuk bağlamıştı:
-Ayakkabım
olunca
ayaklarıma dikenler batmayacak.
Babam
elinde
tutuğu atın dizgini çekerek güldü:
-En
çok
parmakların sevinecek.
-Neden?
-Çünkü taşlardan
çektiklerini hiçbir şeyden çekmedi
zavallılar.
Ayaklarımı
görebileceğim kadar kaldırarak tekrar baktım. Ayaklarımdaki
yaralar hiç
eksik olmazdı. Hemen her gün köyün taşlı,
toprak yolarında oynarken
ayaklarımı taşa çarpar, ağlayarak eve gelir, anacığım ak
yazmasının ucuyla
gözlerimi siler, kenarından kopardığı bir parça ile
de ayak parmaklarımı
sarardı. Bu ara babam ata:
-Dehh!
dehhhh!
diyerek biraz hızlandırdı.
Yoldan çıkarak bir
tepeciğe sapmıştık. Yokuş
yukarı düşmeyeyim diye babam beni biraz daha sıkı tutmuştu.
Babama
hayranlığım o günde sonra biraz daha artmıştı.
Koskoca atın gemini
tutuşu, onu istediği yöne çekişi, yokuşu
tırmanırken kükrer gibi sesler
çıkararak atı kontrol altında tutuşu,
doğrusu çocuk kafama göre zor
işlerdi. Tepeciği aşınca
önümüze altın renkli bir deniz serildi.
Esen ılık rüzgarın etkisiyle dalga bir oyana bir bu yana
yayılıyor, yerlere
kadar eğiliyor, sonra tekrar mağrur başını kaldırıp dikleşiyor, Dolu
dizgin
gelen bir at sürüsü gibi
şahlanıyordu. Elimle bu sarı denizi göstererek:
-Babacığım
bu ne?
Babam
güldü:
-Sana
alacığımız
ayakkabının parası bunlar!
Doğrusu
pek bir
şey anlamamıştım. Şaşkın şaşkın babamın gözlerine bakıyor, ne
demek
istediğini anlamaya çalışıyordum. Oysa
gülüyor, bana cevap
vermiyordu. Biraz daha yaklaşınca babamın ne demek istediğini
anlamıştım.
Tekrar gözlerine baktım birlikte güldük.
Konuşmuyor sanki ne demek istediğimi
anladın mı diyordu. Sessizce “evet” der gibi başımı
salladım.
-Bak
şu tek ağaç
olan yer bizim tarla dedi. At oraya gelince durdu. önce
babam indi,
sonra ben. Atı otlu bir yere bağladı; tırpanı
biledi. Tarlanın bir
köşesinden girdi. Tırpan ekinlerin sapına değince,
şişt diye bir sesle
birlikte ekinler yere devrildi. Bir daha bir, bir daha...
Derken birinci
sıra bitti. İkinci sıra, üçüncü
sıra...
Babamın
alnında
terler, sel gibi. Duruyor, elinin tersiyle siliyor; tekrar devam
ediyordu.
Akşama kadar bu iş böyle devam edip gitti. Ve akşama tarla
bitti. Benim
babam başkaydı. Kocaman elleriyle beni kucağına
aldı. Yeşil
çayırlar arasında bayram eden at adeta altımızda
uçtu. Islığın sesi atın
yelesi, rüzgarın taşıdığı çiçek kokuları
bizi köye kadar götürdü.
Ertesi
gün annem de geldi, saplar toplandı. Harman yerine taşındı.
Dövenler döndü.
Saplar buğdaydan ayrıldı. Benim de sevincim gün
geçtikçe artıyordu. Artık
benim de bir ayakkabım olacaktı. Bir gün babam
buğday yüklü çuvalları
pazara taşıdı. Bütün gün
kanat takıp uçacaktım. Ayağımda pembe
ayakkabılar köy çocuklarının hayran
bakışları... Çamurlu, yağmurlu,
günler geride kalacaktı.
Akşam
babam eve
pembe pabuçlarla geldi. Sevincimden bütün
gece uyuyamadım. Ayakkabılarımla
yatmıştım. Kimbilir belki de gece kaç
defa uykularımı bölmüş,
kalkmış, bakmıştım. Onun öylece orada durup bana
bakışı, yastığımın
ucundan bana bakıp
gülümseyişini görüyor,
rahatlıyordum. Onu bir çocuk gibi okşuyor,
kokluyordum.. Ertesi gün
erkenden kalktım. Ayakkabıları ayağıma taktığım gibi doğru dereye,
koşmaya
başladım. Annem arkamdan bağırıyordu;. kim dinler? Hem
koşuyor hem
bağırıyordum. Ayşe, Fatma, Zeynep, Ömer, Ahmet
koşunnn! Ayakkabılarım
geldiiii! Sanki kanatlı bir kuş olmuş, yaban
nanelerinin kokularını
saçtığı derenin kıyısına konmuştum.
Hepsi orada... Sesimi duyan
gelmiş. Günlerce anlata anlata bitiremediğim ayakkabılarımı
merak ediyorlar...
Ayaklarımda ayakkabılar sanki bir kelebek gibi arkadaşlarımın
etrafında
uçuyordum. Tüm arkadaşlarım denemek istedi.
Kimisinin ayağına oldu, kimisine
olmadı. Dünyanın en mutlu çocuğu bendim o
an. Kuşlar derenin
çevresinde kanat çırparak
ötüyor, kurbağalar su içinde
vıraklıyarak o gün benim için en
güzel şarkılarını söylüyorlardı. Yeşil
çayırların arasından kalkan renk renk kelebekler
pır pır pırıldayarak
etrafımızda dört dönüyordu.
Karabaşın keyfine diyecek yoktu.
Yine oyuna daldık, ayakkabıları çıkarıp suya
dalmışım. Neden sonra
hatırlayıp ayakkabıları çıkardığım yere geri
döndüğümde onlar yoktu. Gözlerime
inanamıyordum. Ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Aman
Allah’ım sanki yer
yarılmış da yerin altına girmişti.
İçim korkunç bir acı
kapladı. Gözlerim kararıyor, içim yanıyordu.
Tüm çocuklar bir olduk
derenin kıyısını belki yüz defa bir baştan bir başa dolaştık.
Her yeri aradık
yok. Yok;Allah’ım ayakkabılarım yoktu. Aramadık yer
bırakmadık. Sanki kanat
takıp uçmuştu. Çaresiz
göz yaşları içinde evin yolunu tutum.
Kolum kanadım kırılmış, adım atacak halim kalmamıştım. Eve adeta
sürüklenerek
geldim. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Evden
çıkarken yüzüne bile
bakmadığım, arkamdan seslenişlerine aldırmadım anam beni kendine doğru
çekti,
çenemden tutum gözlerimin ta
içine baktı. Sıcacık ve şefkat dolu
bakışlar... Ah, hiç unutamadığım bakışlar...
Hayatım boyunca hiç kimsede
görmediğim ve hiç kimsede hissetmedim bu
bakışları... Yanaklarımdan aşağı
doru dökülen inci tanelerini
cebinden çıkardığı bir mendille
topladı. Beni kucağına aldı:
-Üzülme
kızım seneye yine alırız dedi. O zaman babama
baktım. Babacığım
bana şefkatle bakıp:
-Annen
doğru
söylüyor kızım, bizim yeni bir ayakkabı
alacak kadar paramız yok, dedi.
Artık
bütün
ümitlerimi gelecek seneye bağlamıştım. Ekinler ekilecek,
ekinler
biçilecek, babam buğdayları pazara
götürecek; bana ayakkabı
getirecekti.