Sadık
Yalsızuçanlar Harakanlı bilge Ebu'l-Hasan’ın
yaşamını çarpıcı bir dille anlattığı yeni kitabı Cam ve
Elmas ile yeniden
okuyucusuyla buluşuyor. Kars'taki Harakani dergâhında
geçen olaylar, kente bir
belgesel filmin çekimleri için giden ekipteki
kameramanın gözünden –daha
doğrusu, kalbinden- anlatılıyor.
Sadık
Yalsızuçanlar’dan bir
bilgenin hayatına yolculuk…
CAM VE ELMAS
Dizi: Roman
192
sayfa, İlk Baskı Tarihi: Mayıs 2006
ISBN:
975-263-421-4, 1. Baskı
TİMAŞ
Yayınları arasından
çıkan Cam ve Elmas
iki epigraf ile açılıyor; biri Ebu’l-Hasan
Harakani’nin ta kendisinden:
“Yeryüzünde
yolculuk edenin ayağı; gökte yolculuk yapanın ise kalbi su
toplar.”
Aynı
Harakanlı’nın kendi hayatı gibi.
İkincisi ise
Wittgenstein’dan. “Yüreğimin
büklümleri hep birbirine yapışmaya
çalışır, ben de yüreğimi açmak
için
büklümleri hep yeniden çekip koparmak
zorunda kalırım.”
Aynı Cam ve
Elmas’ın anlatıcısı gibi.
Kitapta yüreğinin büklümleri birbirine
karışmış bir adam var; bir belgesel çekimi için
Kars’a giden, orada Harakani
dergâhının bugünkü şeyhi ile
“göz göze” gelen ve
Harakanlı’nın iklimine
giren... Yalsızuçanlar, Harakanlı’nın hayatından
sunduğu etkileyici kesitler
ile bedeni bugünde ama ruhu kimbilir nerelerde dolaşan
anlatıcısının hal
tecrübelerini art arda sıralıyor.
Harakanlı
Bilge’nin Gazneli Mahmud ve İbn Sina
gibi çağdaşlarıyla ilişkileri ayrı sarsıyor okuyucuyu,
Bistamlı Bayezid ile
zamanüstü boyutlardaki buluşması ayrı. Evet, farklı
zamanlarda yaşamış bu iki
derviş buluşuyor, çünkü onlar farklı bir
zincirin halkaları.
Harakanlı
öyle biri ki on iki yıl süreyle
yatsıdan sonra Bistam’a, Bayezid’in
türbesine gider, ‘Ona verdiğin giysiden
bana da bir koku bağışla’ diye yakarır ve Harakan’a
dönerek, sabah namazını
yatsının abdestiyle kılar.
Ve Bistamlı
da öyle ki Harakanlı Ebu’l Hasan
daha dünyaya dahi gelmeden, Harakan’dan
geçerken durur, havayı koklayarak
soluklanır. Yoldaşları, “Efendim, bunu neden
yapıyorsunuz?” diye sorduklarında,
“Ben bu kasabadan bir erin kokusunu alıyorum” der,
“adı Ali, künyesi Ebu’l
Hasan’dır, benden üç basamak
yukarıdadır.”
Cam ve
Elmas’ı bugünün okuyucusu için
bunca
anlamlı kılansa bu zamanda yaşayan türbedarın, yani Harakani
dergâhının bugünkü
şeyhinin tüm varlığa ve hayata bilgece bakışı... ve belki de
ondan da ötesi,
çekeceği belgesel için planlar hazırlayan,
kareler seçen kameramanın “Ben
bunları anlayamıyorum. Bana düş gibi geliyor.
Dayanamıyorum” sözlerinin ardına
gizlenmiş karmaşık, samimi ve çok çarpıcı
keşifleri.
“Dünyayla bağlarımız
koptukça canımız yanıyor.
İyi ki de
yanıyor.”
Sadık Yalsızuçanlar, son kitabı
Cam ve Elmas’ta Harakanlı
bilge Ebu'l-Hasan ile tanıştırıyor bizleri. Kars'taki Harakani
dergâhında geçen
olayları, kente bir belgesel filmin çekimleri
için giden ekipteki kameramanın
gözünden –daha doğrusu, kalbinden-
anlatıyor.
Bildiğimiz
kadarıyla Cam ve Elmas’ı geçen kış yaptığınız bir
Kars ziyaretinin ardından
kaleme aldınız. Kitabın yazılış sürecinden/sırrından biraz
bahseder misiniz?
Doğrudur,
Cam ve Elmas bana bir sürpriz yaptı, karlı bir Kars gezisinden
sonra
kısa bir sürede çıkıp geldi. Bir sırla mı geldi,
bir gizi var mıdır bilmiyorum
ama yazmak istedim ve yazdım, hepsi bu. Esasında yazmak istemediğim,
tam bir
tembellik hastalığına giriftar olduğum bir zamandı… Nuri
Işık’la Senai Demirci
beni Kars’a çağırdılar. Senai ile İstanbul
havalimanında buluştuk, Cam ve
Elmas’ın girişinde betimlediğim inişi beraber
gerçekleştirdik. Sonrası onlar
için de benim için de sürpriz oldu.
Yönetmenimiz
bizi Evliya Camii’ne götürdü.
Orada Yavuz Uzgur hocayı tanıdım.
Ebu’l-Hasan Harakani hazretlerinden söz ediyordu.
Az, öz konuşuyordu. Harakan
kelimesi kalbime bir ateş gibi düştü. Biraz
öğrenince, kendi kendime, ‘Keşke’
dedim, ‘bir öykü yazabilsem, onun o yakıcı
dünyasından birkaç gölge
düşürebilsem kâğıda…’
Dergâhtan çıkarken, Yavuz hoca, kulağıma,
‘Yazacaksın
yazacaksın, korkma’ diye fısıldadı.
Böylesi
gizemlerle dolu beş günden sonra Ankara’ya
döndüm. Bir bulut gibi
kendimden geçmiştim. Birkaç hafta okumalarla
geçti. Bir gece, ‘Senin öykün
böyle başladı…’ cümlesi
düştü ve sonu kısa bir sürede geldi.
Kars’a belgesel
filmin çekimleri için giden bir kameramanın
günlüğü biçiminde gelişti
öykü.
Harakani hazretlerinin, o büyük bilgenin
olağanüstülüklerle dolu, gizemli
yaşamının da helezonik biçimde aynı yatakta aktığı bir
öykü buldum karşımda. Onu
da anlatmak isterim. Harakani hazretlerinin Kars’ta şehid
olduğu söyleniyor.
Fakat bir bilgi bulamıyor, kıvranıyorum. Son birkaç sayfayı
yazacağım.
Bilgisayarın başında umarsız bir halde sigara içerek bir şey
bekliyorum sanki.
Telefon çaldı. Yavuz hocam. Bir bir anlattı savaşı,
şahadetini… Telefonu
kapatıp kısa bir sürede öyküyü
sonlandırdım.
Kars’ın,
Harakanlı’nın manevi ikliminin sizdeki
izdüşümü nedir? Nasıl bir
atmosfer vardı orada?
Ebu’l-Hasan
Harakani hazretleri, adı üzerinde Harakanlı. Lakin seyyit.
Evlad-ı
Resul’den. Tasarrufu süren dört bilgeden
biri olduğu söyleniyor. İnanılmaz bir
yaşamı var. O denli yükseklerde uçan bir kartal ki,
görmeye göz istiyor.
Benimse ne basarım var ne basiretim. Fakat Kars’a
sürüklenişim, eskiden
duyduğum Harakani adının öyküsünü
dinleyişim, günlerce hemhal oluşum, orada
tanıdığım insanlar, gözlediklerim vs. beni yakmaya başlamıştı.
Harakani
hazretlerinin yaşamına ilişkin çeşitli rivayetler var.
Kars’a
geldiğini kaynakların çoğu doğruluyor. Şehitliğine ilişkin
de çok rivayet var.
Kars’ta türbesi var. Onun gibi kâmil
veliler için mekân yok, mekânet vardır.
Onlar yani büyük kutuplar, imamlar, yaşadıkları
iklimin sahibidirler. Manevi
çekim kutbu olduklarından, çiğnedikleri toprak
onlarla şereflenir, o yurdu
korurlar, onlar için sütun (veted) tabiri
kullanılır. Hani bir halk deyişi
vardır, ‘Dünya iyilerin
hürmetine…’ diye, bu inisiyatik bir
şeydir, gerçekten
de kâmil veliler, kâmil insan tutar iklimi, arzı.
Dünyanın sütunu onlar
olduklarından, onların omzunda durur.
Kars’ta
gönül gözünüz biraz
açıksa, Harakani’nin o toprağa nasıl anlam
verdiğini, atmosferi nasıl temizlediğini, arıttığını hissedebiliyor,
görebiliyorsunuz. Ben Kars’a -tüm ekip
için geçerli gerçi- Harakani
hazretlerinin o güzelim, buram buram hikmet tüten
sözlerini duymak, o yakıcı
yaşamını öğrenmek için gitmişim meğer.
Bistamlı Bayezid ile
Harakanlı Hasan’ın zaman-mekân sınırlarını aşan bir
ilişkileri var... Eserin bugünde yaşayan kahramanı (kameraman)
üzerinde ise
insan ile yalnızlık arasında mukadder bir bağ kurulmuş gibi. Buradan
hareketle,
ilişkilerin imkânı ve doğası üzerine nasıl
çıkarımlar yapabiliriz?
Gezgin’de,
yalnızlığa ilişkin bir bölüm vardır. Şeyh halvete
girer. İnzivaya
çekilir dergâhta. Yirminci
gününde yakın dostu Abdullah birden kapıyı
vurmaksızın içeri girince, derin bir dalgınlıktan sıyrılır.
Habeşli, ‘N’oldu
şeyhim?’ diye sorunca şöyle der, ‘Sen
gelesiye Sevgili’yle birlikteydim, sen
gelince yalnızlığa düştüm.’
Yalnızlık
esasında insanın halk’la ve kendiyle olmasıdır. İnsanın
Rabbiyle
olmadığı her an yalnızlıktır. İnsan ile yalnızlığı birbirine benzeten
kameraman
ise henüz bu bilinç düzeyine, bu olgunluğa
ulaşmamış görünüyor.
Bayezid-i
Bistami’nin Hakk’a yürümesinden
doksansekiz yıl sonra Harakani
hazretleri doğuyor. Fakat oniki sene boyunca yatsıdan sonra kabrine
gidip
şafağa değin bekliyor. Oniki yılın sonunda Şeyh icazet veriyor
kendisine.
Üveysi yani.
Bayezid-i
Bistami hayatta iken -gerçi veliler haydırlar,
ölmezler- Harakan’dan
geçerken havayı koklar, ‘Buradan gelecek bir erin
kokusunu alıyorum’ dermiş.
Dediğim gibi, onlar için zaman mekân engeli olmaz.
O muazzam irfan meclisinde
onlar sürekli birlikteler.
İnsan
ile yalnızlığa gelince… Kameraman yaralı. Ayrılmış ama eşine
hâlâ âşık.
Çok acıyor içi. Canı yanıyor. Tam bu sıra
Harakani çıkıyor karşısına. Bir
yıldırım gibi düşüyor kalbine.
Biraz
da aşkın imkânsızlığı patikasından yürümeye
çalıştım. Orada yalnızlık bir
metafor olarak sardı metni.
Kameraman vecd halinde
iken bir Leylasına bir Mevlasına yönelip duruyor. Bu
dönüp durma, bu helezonik hal ile
Wittgenstein’ın epigraftaki sözü
“Yüreğimin
büklümleri hep birbirine yapışmaya
çalışır, ben de yüreğimi açmak
için
büklümleri hep yeniden çekip koparmak
zorunda kalırım” arasında bir bağ
kurabilir miyiz?
Evet,
Wittgenstein çok tuttu elimden aslında. Onda da bir nevi bir
seyr, bir
yolculuk var gibime geliyor. O sözü anlatının
içinden yürüdü hep. Leyla-Mevla
ayrımı bizim bilincimizde olup biten bir şey aslında.
Çünkü gayr veya şu bu
yok, Allah vardır. Bizim yanılsamamız ise Leyla-Mevla ayrımıdır.
Gerçi
bilgeler, bir insanı sevmeden Allah sevilmez derler. Ama Cam ve
Elmas’ın
kahramanı -kahraman mı sahi?- Leyla ile Mevla arasında savruluyor
sürekli. Bu
türden kaymalar benim Ayan Beyan’daki kimi
öykülerimde de vardı. Yazdıktan
sonra fark ettim. Daha doğrusu kitaba ilişkin bir yazı,
gözümü açtı. Demek ki
bu paradoksu anlatmak için içimde
sürekli bir istek olmuş. Wittgenstein’ın
sözü
aslında sorunu yeterince açıklıyor.
Kahraman (kameraman)
varlığından sıyrılmak, dünyadaki varlığının, üzerine
yapıştırdıklarından kurtulmak istiyor. Öyle samimi ki
haykırışları, bunu
duymamak mümkün değil. Sonra Kars’tan
havalanan bir uçağın içinde bize veda
ediyor. Bundan sonraki menzili ne olur acaba?
Bunu ben de merak ediyorum.
Doğrusunu
isterseniz bilmiyorum. Ama uçağa binerken hayli yol kat
ettiği
görülüyor. Bazı menzillere uğramış ve
geçmiş olduğu görülüyor. Bu,
çok acı
çekmesinden de belli. Yazarken çok hissetmedim
ama sonra düzelti için okurken
ona çok acıdım. Öyküsü beni
çok üzdü. Ama insan acı
çekmeksizin olmuyor. Ne
kadar acırsa içimiz o kadar çok yalınlaşıyor.
Samimileşiyoruz. Manevi hayatın
en değerli desteği bana sorarsanız zikir ve ıstıraptır. Harakani
hazretleri bir
yerde şey diyor hatırlarsanız: ‘Bizim katımızda ne
hüzün var ne neşe…’ Hani
kabz ve bast halinden söz ediyor. Bu düzeye ulaşmak,
insanın çabasıyla mümkün
değil sanırım. Bu bir bağışla oluyor. Akrebiyet gerçeği
yani… Allah’ın insanı
sevmesi ve Kendisine yakınlaştırması. Seçilmek gibi bir şey.
Ama bizim dünya
ile ilişkimizin düzeni için acı çekmemiz
şart gibi görünüyor. Dünyayla
bağlarımız koptukça canımız yanıyor. İyi ki de yanıyor.
ÖMER
ÇAKKAL
TİMAŞ
Yayınları Medya İlişkileri
+90 (0) 0212
5138415
+90 (0) 0533
6960691
www.timas.com.tr
omercakkal@timas.com.tr
Alayköşkü
Cd. No: 11 Cağaloğlu / İstanbul