Kendini hazırlayacak
zamanı bulamadan işin içerisine yuvarlanıverdi. Onun
için olağanüstü bir
uğraştı yazmak, ama yaşadıklarının hiçbiri
gözünün önünden
geçmiyordu! Ona öyle
geliyordu ki, kocası yolunu tıkıyor, doktor da destek
çıkıyordu.
Beyaz Önlüklü Kadın
tepesinde avaz avaz bağardıktan sonra elindeki deftere bakıp,
“Hele söz
dinlemeyip yönetmeliğe uymazsan, hele bir uymazsan!”
dedikten sonra kaşlarının
altından pazılarına baktı, “Daha da ileri
gidersen,” deyip elinin tersiyle
deftere bir tokat attı ve, “Bizde önlem
çook!” dedi.
Hırlar
gibi
solumasının ardından, “Bana bak! Tükürmeyi
hiç
sevmem, bana teyzemi anımsatır.
O da varayoğa tükürürdü, matahmış
gibi. Ne oldu,
saygınlığını yitirdi!” Uzun
uzun baktıktan sonra, “Neden, neden söz
dinlemiyorsun,
amacın ne?” diye sordu.
Güzel Giyimli Kadın, “Söylediklerinizin
hepsini
biliyor, yapıyorum.” Beyaz
Önlüklü Kadın, başını tik varmış gibi bir
kaç
yere çevirip, “Bildiğini
söylüyorsun da, sürahiyle bardağın yeri
orası
mı?”, “Neresi?”, “Bir de
soruyorsun!”, “Gerçekten
bilmiyorum.”, Beyaz
Önlüklü Kadın hızla masaya
yürüdü,
sürahiyle bardağı alıp masanın ortasına çarptı,
“İşte
burası!”, “Bu iş mi?”,
“Yeteer, yeter!” Güzel Giyimli Kadın
çığlıktan
etkilenmemiş gibi, “Bunları
sanmayın ki, Hüseyin Avni için yapıyorum. Onun
için
parmağımı oynatmam.”,
“Söylediklerin aleyhine delil
olabilir...”,
“Mahkemede miyiz?” Beyaz
Önlüklü Kadın
soru karşısında ne evet diyebildi, ne de hayır!
’“Her
neyse, bugünden itibaren;
özgürmüş, bildiği gibi yapsınmış falan
anlamam! Unutma
ki, gözlerim üzerinde!”
Nasıl
dinlenebilir bu
kasvetli yerde? Yüksek tavanlı bomboş bir salonda tek başına
tekerlekli
sandalyesine oturmuş heyecanla telefonun çalmasını
bekliyordu. Bugün onu arayan
soran olmamıştı, kafası erinç değildi. Tavandan yansıyan,
yüzer vatlık iki
ampulün çiğ ışığı altında tekerlekli sandalyesiyle
dolaşıyor, bakışları
telefonla arasında mekik dokuyordu. Telefon girdaptı sanki,
sürekli çekiyordu,
“Hadi gel! diyordu; azıcık yaklaş!.. Merak etme,
arar!”
Güzel Giyimli Kadın,
ellerinin gücünü kullanarak yavaş yavaş
telefonun yanına gitti, dudaklarını
uzatarak ona sevgiyle baktı. Bu bağı koparmadan makinenin
çevresinde dolaştı.
Hani makine ona, masanın altını gösterip, “Şuraya
gir!” dese, güle oynaya
kendini oraya atacaktı. Biraz daha yaklaştıp okşamak istedi, parmağını
uzattı
dokunamadı. “Rica etmiştim; beni sık ara demiştim.
Söz vermişti, şimdi bu ne?”
Tekerlekli sandalyesini süratle kapı girişine
sürdü. “İşi çıksa da
aramalıydı,”
dedi. Onunla hemen konuşmak istiyordu. Gerçi, şimdi konuşmak
için ortada öyle
bir neden de yoktu, biliyordu ama, “Evlat! diyordu;
evlat!”
‘Ah!’
lar, ‘Vah!’ lar
çekerken elini çenesine
götürüp camdan
gözlerini ayıramadı. “İki göz
kalmışım,”
deyip sarılı yeşilli çiçeklerle donanmış, ipek
bluzunu
düzeltti. Sesli sesli
soluyup, “Rezillik! diye ünledi. Hem de rezilliğin
daniskası!” Bluzunun üstten
iki düğmesini açıp camdan güneş
görmemiş
göğsüne, omuzlarına baktı, bakışları
yüzüne kaydı; çıplak salonda iki yandan
gelen ışık
tüm gölgeleri yutmuş, yüzü
her yandan profil gibi gözüküyordu.
Gözlerini
kaçırarak kollarını, dirseklerini
inceledi, “Kirlenmiş!” dedi. Kirlenmiş
sözünün baskısından sıkıldı, bakışlarını
esneterek telefonu yeniden yakaladı. Okşayıcı bir sesle,
“Hadi
kuzum, hadi
yavrum! Bir kere olsun çal, çınla, öt!
Sesini,
sesinin güzelliğini duyayım,”
diyerek tekerlekli sandalyesini oraya doğru itti. Ama makine tın tın,
duvar olmuştu
karşısında. “Yoksa, yoksa çalıyor da ben mi
duymuyorum?
Aman Allah’ım bu da mı
başıma gelecekti?” ürküsüyle anlık
paniğe kapıldı,
parmağının dışını tekerlekli
sandalyenin çamurluğuna dokunup da tınlamayı duyunca, derin
bir
oh çekti. “Suç
bende, çok şımarttım. Şu yaşıma geldim, sabretmeyi
öğrenemedim. Oğlum arasa
şaşırıp kalacağım. İki hal hatır sözünün
ardından ben
ona, ‘Ee, daha nasılsın?’
diyeceğim. O bana, ‘Ben iyiyim anneciğim, sen
nasılsın?’
diyecek. Ben bu kez,
‘Daha daha nasılsın?’ diyeceğim. Bu terane
sürüp
gidecek. Telefonu kapatır
kapatmaz sözler dilimin ucuna su gibi akacak. Tüh!
Unuttum,
gördün mü
yaptığımı, diyerek ikinci telefonun gelmesi için
gün
sayacağım,” dedikten sonra
kabaca gülümsedi. Yüzündeki acı
çeken
anlamlar saniye saniye titreyerek
duruldu. “Keşke bakıcı kıza izin vermeseydim, iki laf
ederdik.
Şimdi dünya ile
kalan tek bağım bu cansız varlık. Bu da mezara
gömüldü
sanki!”
Bakışları perdenin
üzerine kaydı, “Başka umarım yok!” deyip
perdeyi çekti. Zorlanan tülü bir iki
kere ileri geri götürerek düzeltti, denizin
dalgası gibi sallanışına tıkanarak
gülümsedi, yüreği duvarı ötesine
geçmenin özlemiyle tutuştu. “Dışarıyı
görmeyim
diye yüksek yapmışlar... Serinkanlı olacakmışım, dört
duvar arasında nasıl
olunursa?” dedi. Bir an hayalini evine doğru uzatırken,
çabuk toparlanıp burun
kıvırdı. Lacivert çerçeve içindeki
beyaz formalı hemşire fotoğrafına bakıp, “Kendini
beğenmiş!” dedi. Sandalyesini hızla çevirip
salonun ortasına sürdü. Plastik
bardağa doldurduğu sudan bir yudum aldı, iğrenerek
püskürdü. “Bir damla
içki
vermiyorlar. Şarabı sevdiğimi pekala bilirler!” diye bağırdı.
Bardaktaki suyu
gösterip, “Bu aptes suyunu iç
içebilirsen?” İşaret parmağıyla baş parmağı
arasına aldığı bardağı göz hizasına kaldırıp, “Bunun
yerine sülün gibi kristal
bir bardakta Portofino’yu dinleyerek, şaraba batmış ıslak
dudaklarımın, gül
rengi içkiyi yudumlaması kötü mü
olurdu? Şuna bak, sürahisinin dibi bile yosun
tutmuş, dışı kirden damar damar. Bu rezalete nasıl
dayanabilirim?” Sürahiye
yeniden baktı, “Masanın ortasına marş narş!”
diyerek kahkahalarla gülmeye
başladı.
İnanç dolu bakışı su
bardağının üzerine noktalanmıştı. “Şuna
bir erkek baksaydı bu kirleri
göremezdi. Evet göremezdi!” Dilini dişleri
arasında dolaştırdı, takma dişlerini
çıkardı, avurtları çöktü,
yüzü kağıt gibi buruşup bir kılıcın kınına girecek
kadar inceldi, sanki elli yaş yaşlandı. “Beş çocuk
doğurursam olacağı bu!” dedi
kendi kendine. Isıracakmış gibi bakan dişlerini yıkadıktan sonra
yeniden ağzına
bastı. “Hep aynı görüntü, aynı
renkler, şekiller... Oysa ben değişiklik
arıyorum. Denizde batan güneşin kızıl alevine, alevin suya
akışına küreklerimi
asılsaydım, asılsaydım, durmaksızın asılsaydım istiyorum... Gecenin
maviliğine,
mehtabın deniz üzerindeki şımarık oynaşına, aşklara, aşıklara,
sarmaş
dolaş kadehlere...
İnsanların öfkesine
bile hasret kaldım, dönmek istiyorum!” diyerek siyah
eteğini dizlerine çekti,
elini bacakları üzerinde dolaştırıp onlara nefretle baktı.
Gergin dudakları
incelmiş titriyordu. Bedeninin canlı ve ölü yanlarına
dokundu. Bir yanı öbür
yanını kıskanırken, öbür yanı bu yanını sorguluyordu.
“Ben neler istiyorum, o
ne diyor; sürahi masanın ortasında duracakmış, laf!”
Başını aşağı yukarı
salladı, “İstemekle olmaz ki!”
Telefonu bir daha
anımsadı, söylenerek yanına giderken frenine basılmış gibi
durup sürahiyle
bardağa, “Yerlerinize marş, marş!” diyerek masanın
ortasına itti. “Yine de...”
deyip duraksadı. Diliyle dudaklarını ıslattı, iki elinin orta parmağını
tükürüğüyle ıslatıp kaşlarını
düzeltti. Elini bedeninin canlı yerlerinde
dolaştırdı, “Yine de kadınlığımı unutmamışım!”
dedi. Bu onun için oldukça
seyrek başgösteren bir durumdu.
Telefonun yanına
gelince, Seni unutmuştum. Bir an varlığınla yokluğun bir gibiydi. Ama
şimdi
karşımdasın evliya kılıklı şeytan, beni pervane ettin kendine! Ben
görevimi
yaptım sıra sende, hadi bakalım, hadi çal!” Kısa
sessizliğin ardından, sözleri
ağızında bir ciddiyet kazanarak, ”Hadi kuzum, hadi yavrum bir
kere de sen öt!
Acı çektirme bana,?” diyerek telefonu okşadı, ona
gözlerinin ısrarıyla baktı,
ama duvardan ses geliyordu, ondan yok!.. Ter içinde
kalmıştı. Kaşlarını çatıp, “Allah
kahretsin!” diyerek tekerlekli sandalyesiyle turlayıp yeniden
döndü. Kağıt
mendille boynunun, göğsünün terini sildi.
Mendili koklayıp iğrenerek çöp
sepetine attı. Gözucuyla telefonun kablosuna baktı,
“Kopukluk göremiyorum,”
dedi. Duyguları buram buram gevşerken omuzları düştü,
anlaşılmayan sözler
mırıldanarak almacı kulağına yaklaştırdı. “Diit diit
diit!” seslerini duyunca
sevinerek, “Şükür bozulmamış!”
dedi. Parmağını kadranına uzatıp, “Şunu
kullanmayı bir türlü öğretmedi,
öğretmez de... Şeytanla işbirliği içerisinde.
Öğrenseydim, bir kere de ben oğlumu arardım. Bunu
söylesem üzerime saldırır;
olay ürettiğimi söyler. Neymiş; huzursuzluğa
tapıyormuşum, sataşacak yer arıyor
muşum, falan filan... Ben, sen miyim? Gerçi o benim her
davranışımı olay olarak
görüyor,
büyüttükçe
büyütüyor ama, telefonun zili
çalmıyor, oğlum beni
aramıyorsa suçlu ben miyim?”
Söylediklerini onaylamanın mutluluğuyla
dudaklarını sıkıca bastırıp gülümsedi. Bu
gülümsemenin gerisinde bir şeyler var
gibiydi! Elini çenesine götürüp
kaşları yukarıda telefona bir süre baktı. “Pes
edersem, bir kere zaman gerilemeye zorlar. Gerileyip de soğudu mu,
ileri bir
adım atamayacağım gibi oğlumu unutma tehlikesi bile doğar.”
Telefona dokundu. “Bunu
zamanında kullandım kullanmasına da, bazı nedenler
unutturdu!” diyerek titreyen
parmaklarıyla numaraları çevirmeye başladı. Beş kere
çeşitli numara çevirdi,
bekledi. Saniyesi dolmadan, yeniden, ‘Diit diit
diit!’ sesleriyle irkilip, “Allah
kahretsin!” diye haykırdı.
“Neden
terlediysem?”
diyerek almacı yerine koydu. Uzun uzun
düşündü, bakışları ölü
koyun gözü gibi
anlamsızlaştı, elini makineye uzatırken cayıp geri çekti.
Parmaklarına baktı,
“Heyecan, heyecan, heyecan! Şeytanın bıraktığı
miras!” deyip salonun öteki
ucuna gitti. Kısa duruşun ardından kafasıyla kapıyı
göstererek, “Ben heyecan
diyorum, o içki diyor!” İki elini
yüzüne kapatıp, “Of anam off!”
yakarışıyla
omuzlarını bıraktı. Kıpırdamak bile istemiyordu. Uzun süre
öylece kaldıktan
sonra parmakları arasından duvardaki lacivert
çerçeveli fotoğrafa bakıp,
“Üzerime çullanmak için uygun
zamanı kolluyorsun, iğrenç yaratık!” dedi.
Ellerini şakaklarına indirip, “İşaret edip durma,
gürültü yapmıyorum ki!” diye
çıkıştıktan sonra, “Sizi mutlu edecekse hay hay,
hanımefendi!” diyerek işaret
parmağıyla baş parmağını dudakları önünde birleştirip
bir ucundan ötekine
fermuarı çekti.
Gülümsemeye
çalıştıysa da yüz kasları engelledi.
“Sakin ol Samira, gözetim altındasın,
sakin ol! Ah, Hüseyin Avni ah! Ölmeseydin, bunlar
başıma gelmezdi,” sözlerini
dudakları arasında dolaşırken, gözlerinden
süzülen iki damla yaşı çenesinde
yakalayıp avucunda kuruttu. Her şeyiyle bağımsız bir kadın
görüntüsü çizmeye
çalışarak,
“İçgüdülerinle hareket ettin
Hüseyin Avni. Bari bir şeyler
duyumsamış olsaydın, onu da beceremedin. Paranla elde ettiğin
saygınlığı, on
katıyla koruyamadın. Şimdi uzaktasın belki on, yirmi, otuz yıllık,
belki de bir
anlık uzakta...” diye yakardı.
Oysa Hüseyin Avni,
karar veremiyordu. Bir yanda polis, öteki yanda
gürzüyle bir gladyatör
beklemekteydi; belki de ölümdü. O,
‘belki!’ yi yeğledi.
*
* *
Yukarı
katlarda
cırlak bir kadın sesi bir yükseliyor, bir
düşüyor
pekçok ayak da sese tempo
tutuyordu. “Neredeyim?” diyerek salonun tavanına
bakan
Güzel Giyimli Kadının
gözleri gizliden telefona uzandı. Gözlerini yumup
sese tempo
tutarak
dakikalarca öyle kaldı. “Hıh! Senden mi korkacağım
kaplumbağa kılıklı yaratık,
tosbağa!” diyerek almacı kaldırdı. “Eskiden yedi
kere
çevirirdim, yedi kere,”
diyerek kadranı yedi kere çevirdi. Kalbi küt
küt!
atıyor, zaman saniyelerini
doldurmuş almaçtan ses gelmiyordu. “Naz
etme,” diye
fısıldarken, takır tukur
sesleri ardından; ‘Düüt,
düüt,
düüt!’ arama sinyalini duyunca,
“Yaşasın!”
diye
çığlık attı. “Bekleyeyim bakalım,”
demesine
kalmadan; “Trak!”
gürültüsüyle
birlikte almaçtan, “Alo!” sesi işitildi.
Ağızından
bir hayret ıslığı çıkaran
Güzel Giyimli Kadın kalbinin duracağını sandı. Almacı elinden
düşürürken,
birbirine dolaşan parmaklarıyla kucağında yakalayabildi.
İçinden, ‘Yarabbi
şükür...’ deyip, “Oğlum sen
misin?” diye
haykırdı. Karşıdaki ses, “Benim ana,
n’apacan?” deyince beyni şimşek hızıyla yanıt
buldu,
“Sen oğlum değilsin! Beni
kandıramazsın, terbiyesiz!” Ses, “Anam değil misin,
yavru!”, “Değilim ya. Benim
oğlum, ‘ana’ demez; ‘anneciğim’
der!”
diyerek telefonu yüzüne kapattı. Derin
bir, ‘Oh!’ çekerek ellerini silkeledi.
Ağzını
açtı, bir şey söyleyecekti sesi
çıkmadı. Sandalyesini sürüp hemşire
fotoğrafının
karşısına dikildi. Kedi gibi
gerinip, “Duydun mu bana, ‘Yavru!’ dedi.
Ne zamandır
duymamıştım bu sözü. Bir
kadın sesi duymakla ne vahim hallere düşen
hödük!
Görüyorsun, biz kadınlar
nelere kanıyoruz.” dedi. Eteğini yukarı çekti,
“Bacaklarımı görse! Ama nasıl
başardım telefon etmeyi... Görmeden, öğrenmeden
aradım,
buldum ve konuştum. Bu
insan zekasının bir ürünü. Gerçi
bu yaşıma geldim
ağız kalabalığı mı yapıyorum,
zeki miyim anlayamadım ya, neyse. ‘Ana’ diyor
terbiyesiz.
Böylelerine,
‘Ellerini uzat!’ diyeceksin, tırnak
kontrolü yapan
öğretmen gibi parmakları
üzerine cetvelle, ‘tık tık tık!’
vuracaksın,
ilkokuldayken Leman öğretmenim
yapardı. ‘Yavru!’ diyerek
gönlümü alsa da
onu bağışlamıyorum, laf atacak kadar
aklı kalmış. Ben oğlumun neler söyleyeceğini bilirim. Onun
gibi,
‘Ana!’ demez.
Beni çok özlediğini söyledikten sonra
tüm
sevimliliğiyle pembe yalanlar
uydurur, ardından; ‘O pamuk ellerinden öperim
anneciğim,’ derdi. Sanki onun
beşinci koldan olduğunu anlamadım. Anlaşılan gözetimin eli
telefona kadar
uzanmış! Şimdi yatağa girip yorganı başıma çekmeli miyim,
savaşmalı mıyım?” Duvardaki
fotoğrafa bakıp, “Nerede olduğunu biliyor musun? Sen,
‘Sus!’ demekten başka bir
şey bilmezsin ki! Aslında seni küçük
küçük parçalara ayırıp her bir
parçanı
ayrı yere yapıştırmak isterdim. O zaman, o parmağın nerende olurdu
kimbilir! Kendini
ilgisiz göstermeye çalışma, konuş
benimle!”
Fotoğraftaki kızdan yanıt
alamayınca, “İnsanlarla anlaşmak zor derler; fotoğrafla daha
zormuş! Konuşmayım
diyorum yapamıyorum. Sonuçta birbirimize katlanmak
zorundayız
kızım. Sen de az değilsin
hani, her lafı boğazıma tıkıveriyorsun. Hizmetçi kız gelince
bana telefonu
kullanmayı öğretsin, dünya kadar para alıyor
kaltak!”
Burnundan solumasını
sürdürerek, “Oğlum, benim için
artık,
‘Hiçbir ciddi girişimde bulunmadı,’
diyemez,” deyip omuzlarını oynata oynata telefonun başına
gitti.
“Yedi kere
çevirmiştim,” dedi demesine de gelgelelim
sözler çokluk ağzından
dökülüyordu. Olanlar
onu; merkezi telefon makinesi olan bir çemberin
üzerinde, çapını bir
küçültüp
bir büyüterek dolaştırıyordu. “Yedi kere
çevirmiştim,” diyerek telefonun
almacını kaldırmadan yedi çeşitli numara çevirdi,
almacı eline aldı. Yine ara
sesiyle karşılaşınca, “Bunun ipiyle de kuyuya
inilmiyor!” deyip makinesine
çarptı.
Dudakları düşmüş,
yaptığında hata arıyordu. “Yılmayacağım!” diyerek
almacı yeniden eline aldı.
Ciddi ciddi telefonun kadranı üzerindeki numaralara baktı.
“Birden sıfıra
kadarmış,” diyerek çevirme işini yineledi.
‘Düüt, düüt,
düüt!’ seslerini
duyunca rahat soluk aldı ve soluğunu, “Çabanın
utkusu!” çığlığıyla boşalttı.
Fazla
beklemeden yine
bir erkek sesi, “Alo!” diyordu. Güzel
Giyimli Kadın,
“Aynı ses değil,” diyerek
yutkundu, bluzunun yakasını düzeltip alnındaki
perçemi
geriye itti, ayna aradı,
yoktu. “Aloo, aloo!” demesini
sürdüren almaca
sesini yumuşatarak, “Kimsiniz?”
sorusunu esintiyle şöyle bir uçurdu. Karşıdaki ses,
“Kimi arıyorsun?” diye
bağırınca korkup almacı iteleyiverdi. Hemen ardından, “Sakin
olmalıyım,” sözünü
yineleyip, “Doktor musunuz efendim?” diyebildi.
Adamın
vurdum duymaz çığlığı,
“Hayır kasabım,” deyince kadını bir titreme sardı.
Sesin
uzaklaşmasını
beklemeden dudaklarından, “Oğlumu,”
sözü
dökülürken elini ağzına
götürdü, ama
geç kalmış, Kasap telefonun ucunda bağırıyordu,
“Oğlunun
adı ne teyzee?” Güzel
Giyimli Kadın, “Allah’tan
elim ağzımda,”
diyerek dudaklarına yapıştırdı.
Bluzunun düğmelerini
ilikledi, yakasını düzeltti, eteğini dizine dek
sündürüp parmağını mavi benekli
eşarbına doladı. Telefondaki ses, “Allah, Allah
çattık!” derken o bir senaryo
yaratıp beyninin tuvaline, boyayı bazı yerlerde kabartarak serpti. Bir
an
söyleyecek söz bulamadı, “Bana,
‘Teyze’ dedi ama önemi yok!“
diyerek davulun
ritmine uydu. İçi gıcıklanarak telefona baktı, kızarır gibi
oldu. Gözlerini
ayırıp, “O, evet o! Sesi tanıdım. Hâlâ
peşimizi bırakmadılar! Yavrumu da öldürecekler!
Hüseyin Avni’ye yaptıkları gibi bir trafik kazası da
buna!” Gergin yüzünü sağa
sola sallarken, “Trafik...” diyerek
gözleri bir an takılı kaldı. Ardından
yükselterek,
“Bana geleceğimin bugüne uzanmış
gölgesi gibi bakma!” dedi.
Sözünü beğendi, ‘Edebi
oldu,’ dedi içinden.
Karşıdan, “Ne gölgesi?” sorusuna aldırış
etmeden, “Kemendi keserim de gitmem o
cehenneme, oğlumu da göndermem!” Telefondaki ses,
“Çattık yahu!..” yinelemesine
tükürürcesine, “Söylemem,
ahlaksız cani!” diye bağırarak ileriye uzanmış eliyle
tuttuğu telefona almacını çarpıp makineyi yerine koydu.
Derin derin soluk
vererek, “Çatmış! Benim, her şeyi kitaptan
öğrenmiş halim mi var? Hayatımda
senin gibi kaçıyla karşılaştım!” dedi.
Bir an davranışıyla
hem kabalık hem akıllılık ettiğini düşündü,
elini makineye doğru sallayarak,
“Davranışım terbiye sınırlarının dışına çıksa da
haketti! deyip duraksadı.
Ardından; cani, caniler! Kemendimi keserim de gitmem o
cehenneme!” diye bağırıp
tekerlekli sandalyesini var gücüyle itip
çerçevenin karşısına dikildi.
Gözü ne
duvarı ne çerçeveyi görüyordu.
Ağlamaya başladı. Kısa bir ağlamaydı bu. Göz
yaşlarını elinin dışıyla kuruladı. Dudaklarını teker şeklinde uzatıp
kenarındaki ıslaklığı sildi. Sandalyesinde dikilip, “Zaten
son günler
ziyaretime gelenlerin hiç birini gözüm
tutmamıştı. Benimle sohbet etmekten
çekiniyor, ama her yeri karıştırıyordular. Şimdi de
telefonda...” Kuşkuyla
çevresine baktı, “Akşammış, sabahmış demeden
şuradan hemen uzaklaşsam!” diye
mırıldandı. Gidebileceği yere baktı, “Bunu şimdi yaptım
yaptım, yoksa iş işten
geçmiş olacak,” dedi ve tekerlekli sandalyesini
oraya sürdü. “Geldim de,
gelmekle iyi mi ettim, ama rahatladım. Kendi kendime nasıl sakin
olabilirim,
diyordum, demek böyle olunurmuş. Bir; rahatladım
sözü bütün öfkemi alıp
götürdü.
Bakışları
parmaklarına kaydı. “Bu parmaklar bir zamanlar piyano
çalardı,” deyip
tavanda bir şeyler aradı,
“Yaşamak istiyorum
ve yaşamak isteyen birinin önünde kimsenin
duramayacağını biliyorum. Oysa dört
duvar arasına tıkılıp kaldım. Hadi canım hadi; beni yalnız bırak, yarın
erken
kalkacağım, işim çok...” diye söylendi.
Sandalyesini yavaş
yavaş kapıya sürdü. Varınca sırtını salona
dönüp gizlice göz yaşını silip,
“Ağladığımı kimse görsün
istemem!“ dedi. Kaşlarını kaldırıp gözlerini
ayırarak
birkaç kere, sulanmış burnunu çekti. Tırnağının
ucuyla gözlerinin kenarındaki
çapakları sıyırıp yere attı, burnunu bir daha
çekti, “Gel de sakin ol, bu acı
karşısında! diyerek konuşmasını sürdürdü;
Acı, yüreğe inmeye görsün. Oğlumu da
öldürecek katiller. Kasapmış! Külahıma
anlatsın! Bir sakin olabilsem, her şeyi
hale yola sokarım da, olamıyorum işte!” diye yakardıktan
sonra bir avucunu
yanağına bastırıp gözlerini bir noktaya sabitledi. Uzun
süre öyle kaldı. O ara
telefonun zili çaldı. Kulağına balyoz gibi inen sesi bir an
ayrımsayamadı,
sonra birden sıçrayıp soluk almasıyla ciğerleri boğazına
dayandı. Sevinç
saçarak, “Burası kestirme!” deyip
masanın sağından vurup telefona seğirtti.
Dudağı araba tekerleği gibi büzüldü, havayı
pipetten içiyordu sanki... Yanına
varınca, “Oğlum!” diyerek telefona öyle
bir sarıldı ki, dünyanın tüm erkekleri
bu sözün içine sığmıştı. Almacı ters,
düz edip kulağına götürdü. Karşıdan
bir
kadın sesi, “Benim anneciğim, Kızın, Handan,”
deyince heyecanı yatışmadan
öfkeye dönüştü. “Telefonu
meşgul etme demedim mi sana!”, “Arkadaşlarla
sinemaya
gidiyoruz, gecikeceğim, diye aradım. Ha! Kardeşim de
yanımda...”, “Oğlumun
yanına mı gittin?”, “Allah göstermesin,
daha gencim anneciğim.”, “Allah belanı
versin! Sonunda yapacağını yaptın, oğlumu da elimden aldın
orospu!” diyerek sesin
üzerine almacı çarptı. Kanatları dolmuş burnunu
sildi. Salonun bir ucundan
ötekine koşan hamamböceğine yetişip tekerleğinin
altında ezdi. Beyaz bir sıvı
yere yayıldı. “Sakin olacakmışım, sen varken nasıl olunursa!
Orospu doğdun, orospu
olarak büyüdün, orospu oldun, ama oğlumu bir
orospuya kaptırmam, bunu bilesin.
Kadına bak yahu! Ben burada ıstırap çekerken o
gönül eğlendiriyor. Az önce,
keşke bakıcıya izin vermeseydim, demiştim. Haklıymışım. Bir insana
nasıl
davranırsan, öyle olduğunu sanır. Beni takdir ediyormuş. Sen,
bir hiçken beni
nasıl takdir edebilirsin, ayak takımı!” Dudak
büküp, “Ben saatlerdir telefonunu
beklerken o oğlumu nasıl buldu anlamış değilim. Ama
öğreneceğim. Nasıl olsa
gelecek, tilkinin dönüp dolaşacağı yer
kürkçü dükkanı.
Acaba oğlumu zorla ya
da kandırıp... Bir bilsem! Oğlum da bir şey söylemiyor ki! Zor
durumda olduğunu
bir söylese, bir işaret çaksa, dünyayı
tersyüz ederim!
Elbet bir gün buradan
çıkacağım çıkmasına da çıksam ne
yaparım? Ne mi yaparım; yağmur, çamur demeden
evime gider, önce mutfağa geçip cezveyi ocağa
sürerim. Evim yerinde duruyorsa!”
Hayallerini kısa kesip tekerlekli sandalyesinin üzerinde
yeniden dikilmeye
çalıştı, başı döndü. Bunu kendisinden
saklamaya çalışarak, “Otura, otura
kıçım
kurudu,” deyip zile bastı kapı yavaş yavaş aralandı... Gelen
hemşireydi.
* * *
Saçları
taranmış,
üstü başı düzeltilmiş olarak salona
dönen Güzel Giyimli Kadın, bakışlarını
duvarlarda dolaştırdı. Başını kaşıyıp, “Ben buradan
geçmiştim yahu!..” dedi.
Yüzünü gergin bir mutluluk sardı,
“Burası bana oğlumu hatırlattı. Oğlum
akıllıdır. Babası gibi burnunu çirkefe sokmaz. Biraz tango,
o kadar...”
Boynundaki eşarbı düzeltti, bluzunun düğmesini tekrar
açtı. Göğüslerini
avucuyla yokladı, “Kilo almışım. Löpür
löpür ediyor,” dedikten sonra makineli
tüfek gibi kelimeleri sıralayıverdi, “Ne kadar
acımasız da olsalar küçücük
çocuğa insan olan insan kıyamaz. O daha sabi...”
diyerek duvardaki fotoğrafa
bir daha baktı. Kaşlarını çattı, “Susmayacağım.
Yaşama senin gözünle baksam, ağzıma
kilit vurmam gerekir,” dedikten sonra orta ve işaret
parmağını ayırıp ok gibi
savurarak, “Ben adamın gözünü
oyarım!” diye bağırdı. Tekerlekli sandalyesini
bir iki metre sürdükten sonra geri
çevirip, “Belki de Hüseyin
Avni’nin
sevgilisiydin, kim bilir. Tabi o gebermeden önce. Her şey
beklenirdi o
sapıktan. Bir kere uçkuru bedenini rehin almıştı... Bunları
bana öfke
söyletiyor sanma, şu anda her zamankinden daha
sakinim.”
Mahzunlaşıp gözlerini
yere indirdi, hayalleri evliliğinin ilk yıllarına gitti.
Hüseyin Avni’yle mutlu
günlerini yakaladı. Kısa bir an öyle kaldıktan sonra
bir şarkıyı anımsıyormuş
gibi göz kapaklarını kaldırıp tavana baktı, “Rahata
kavuştukça semirttin
Hüseyin Avni. Her şeyi söyleyeceğim, ne var ne yok
ortaya dökeceğim. Oğlum da
elimden gitti, yetti artık dayanamayacağım. Acıyı sergilemeyi sevmem,
ama
yapmak zorundayım, baskı gırtlağıma dayandı. Toplum
içerisinde yükselmek
istiyordun. Bunun için bilgin,
kültürün, mesleğin yetersizdi! Aşağılanmaya
başlandıkça hırçınlaştın, saldırgan biri olup
çıktın. Yıllarca kendini değil
beni sorguladın. Geberip gittin hâlâ baskından
kurtulamadım. Bu gidişe dur
diyeceğim ve her şeyi, her şeyi anlatacağım.
Senin adam öldürerek
işe başladığını, banka soyduğunu, rüşvet, esrar, eroin, kadın
ticareti, cinayet.
Cinayetin cinayetleri kovaladığını söyleyeceğim. Geberip
giderken bu sakatlığı
bana miras bıraktığını da haykıracağım. Hem de öyle
haykıracağım ki, bazı
taşların yerinden söküleceğini
göreceksin!” Kafasını sallayıp duvardaki
fotoğrafa baktı, “Şaşırdın mı
küçük hanım! Bunların hepsi doğru.
Karşılaştığın
kaç kişi, insan sevgisiyle doludur? Sorarım sana;
kaç kişi? Pek çoğunun kafası
ahlakta hâlâ geridedir. Durdu, Hüseyin
Avni gibileri,” diye tamamladı
sözünü.
Ardından bir elini kıza doğru savurarak, “İnanmıyorsan Macide
Hanıma sor!
Birden duraksadı; gerçi onu nerede bulacaksın, benimki de
laf! Hüseyin Avni
yasaya hiç yakalanmadı, ancak daha namussuzların eline
düştü, bu onun bitişi
oldu... Artık, kendi adını bile bir yük gibi duyumsamaya
başlamıştı. Oysa, onlardan
nasıl yararlanabileceğini değil de nasıl kurtulabileceğini
hesaplasaydı,
bunların hiçbiri başına gelmezdi. Hep aksini yaptı. Aslında
onlar Hüseyin
Avni’yi ta başlangıçta aralarına almak
istemediler, zorluk çıkardılar...
Aralarına girmek masonlar kulübüne girmek kadar
zordu. Ama, Hüseyin Avni zoru
başardı. Onlar da, “Bizden günah gitti!”
dediler. İşte bu sözle Hüseyin Avni
kelepçelendiğinin ayrımında değildi.
Onun
kabına
sığamadığı için öldüğünü
bilmiyordun,
bilmiyordun değil mi? Oysa, o büyümedi kap
küçüldü.”
Gözleri buğulandı, başını
ağır ağır sallayarak, “Evet. Kabına
sığamadı.” Sesini yükseltip, “Oraya bakma
telefon
etmeyeceğim. Her edişimde
başıma bir yığın dert açıyorum. Hüseyin Avni,
kabına
niçin sığmadı anlatayım:
Namussuzdan da namussuz olabilme ereğine ulaşabilmek için.
Bunun
için ödediği
bedel haddini geçti. Kuşku, hırs,
açgözlülük,
kıskançlık,
çekememezlik bütün
bedenini sarmış, saldırgan ve acımasız biri olmuştu. Sonunda ereğine
ulaştı.
Sıra kazancın dönüşüne gelmişti. Bu durumda
kendisine
bir bakabilip bir
görebilseydi; çok dersler alırdı, ama o nasıl
bakılacağını
bilmiyordu. Öteki
duyu organlarının yetkinliğinden habersiz, her şeye cinsel organıyla
iletişim
kurmaya çalışıyordu.” Başıyla
söylediklerini
onaylaması ardından, “Ben buraya okuyup
yazmak için gelmiştim, doğrusu getirilmiştim...
Kaç kitap
okuyabildim, dokuz!
Ne kadar zamanda? Bu günün tarihini bilmiyorum ki!
Ancak şunu
söyleyebilirim,
çok zaman kaybettim. Kafamı Beyaz
Önlüklü Kadına
taktım, Allah canımı aldı.
Kadın bana deliymişim gibi davrandı. Okuduklarım için,
Kendine
şeydi, diyordu
ki, hâlâ o sözden bir şey anlamış değilim.
İş lafa
kaldı mı, herkesin dili
dışarıda maşallah.
Bazı güçler
düşüncelerimi intihar üzerinde
yoğunlaştırmamı istiyor. Şu günler ayak
parmakları üzerinde dolaşan bir sürü sırt ve
ense görüyorum. Burada sonsuza dek
kalacağımı bilsem intiharı düşünebilirim, ama
ergeç özgürlüğüme
kavuşacağım.”
Fotoğraftaki kıza
baktı, “Sen beni dinlemiyorsun ki, aklın başka yerde,
yakaladım seni. Çek elini
dudaklarından, gardiyan kılıklı kadın!
Yüzünün güzelliğini dudağının
ucundaki
sopa paramparça ediyor, bana Mona Lisa’ya
anımsatıyorsun. Bir an ne tarafına
bakacağımı şaşırıyorum; ölüme kışkırtan ve mutluluğa
açılan yüz! Nedense yüzüne
bakıp savunmaya geçiyorum. Onda da zaman zaman
ölçüyü kaçırıyorum,
oysa kendime
deha diyemem, beynimin her yanı
ölçülü çalışıyor!
Benimki şımarıklık!
Susmayacağım işte. Senin yüzünden hemşirelere saygım
kalmadı. Özgürlüğümü
elimden aldın. Nereye baksam karşımdasın, kıpırdayamaz oldum.”
Sandalyesini beyaz
muşambalı masanın yanına sürdü, masanın
üzerindeki plastik su bardağını kaptığı
gibi çerçeveye fırlattı. Sürahiyi
devirdi, içindeki su, ‘Gluk, gluk,
gluk!’
ederken elleri acıyıncaya dek masaya yumruk vurdu, tokat attı, alnını
yapıştırıp bir zaman öyle kaldı. Saçları ıslandı,
yapış yapış oldu. Dışarıdan
gelen müzik sesine kulak verdi, kemanın yayı başına buyruk
gezinir olsa da
gözlerinin önünde engin bir denizin ufku
açılıyordu ve Münir Nurettin
söylüyordu: ... O söyledi ben ağladım / Ben
söyledim o ağladı ... Hıçkıra
hıçkıra ağlamaya başladı.
.