Kadın gelen konuğunu
sevinçle karşıladıktan
sonra yer gösterdi. Konuk gösterilen yere oturur
oturmaz, elini pantolon cebine
soktu, cebinden kocaman bir anahtar çıkardı, masanın
üzerine bıraktı.
Bırakırken de “Büyük anahtarlar
işte… Yürürken sorun yok da, otururken
cebimden
çıkarmam gerekiyor.” Diye bir açıklama
yaptı.
Masanın
üzerine bırakılan, neredeyse kadının
karışı büyüklüğündeki bu sarı
pirinç
döküm anahtar, gerçekten de öyle
kolayca cepte
taşınabilecek boyutlarda değildi.. Bir de apartman katlarının bir
parmak boyundaki
anahtarlarını gözünün
önüne getirdi kadın;
onları taşımak hiç de sorun olmuyordu,
ama yitirildiğinde de bulunması öyle pek kolay olmuyordu.
Çünkü herkesin anahtarı
bir parmak boyunda, bir diğerinin benzeriydi.
Ya bu bir karış boyundaki sarı pirinç
döküm
anahtar? O anahtardan koskoca Bursa‘da şunun şurasında
kaç kişide kalmıştı ?
Kendisi bile bir parmak boyundaki sıradan apartman katı,
“Belki de sefertası demek
daha yerinde olurdu” anahtarlarından taşımıyor muydu?
O an öylece özlemle, yitirilmiş
ama değeri
yitirildikten sonra anlaşılmış bir sevgili için duyulan
pişmanlık duygusuyla dolu
dolu, gözleri anahtara dikili bakakaldı.
Konuğu
rahat, hoşnut bir tavırla masaya
bırakmıştı o büyük anahtarı… Bir de
kendini
düşündü; o hiçbir zaman
büyük
anahtarını
sevmemiş, böylesi bir onurla onu gözler
önüne
sermemişti. Onu hep gizlemişti; giysilerinin
cebinde , çantalarının dibinde…
Çünkü o
her zaman; “ Ah bir küçük
anahtarım olsa”
diye diye bugünlere gelmişti. Ama yaklaşık yirmi yıldır onun
da
küçük anahtarı vardı,
vardı da pekiyi o şimdi mutlu muydu ? Belki mutluydu ya da mutlu
olduğunu sanıyordu,
ama konuğunun anahtarını görünce, hiç de
mutlu
olmadığı duygusuna kapıldı.
Cebinde büyük anahtarla gezdiği
günler…
O büyük anahtarla kapısını açtığı evdeki
günler gözlerinin önünde
canlandığında,
burnunun direği sızladı.
Burnunun direği sızlamak… Çocukken bu deyimin
anlamını oldum olası bir türlü kavrayamamıştı;
“Burnumuzda direk mi var ? Ayrıca
direk nasıl sızlar ? “ diye alaycı, bilgisizce, bazen da
saygısızca konuşur, bu
deyimi kullanmış olan büyüklerini kızdırırdı. Oysa
bugün o büyük anahtara biraz
özlemle, biraz da yitirilen mutlulukların değerini
geç anlamışlığın pişmanlığıyla
bakarken, işte onun da burnunun direği sızlıyordu.
Büyük anahtarla kapısı
açılan evlerini;
annesini, babasını, kardeşlerini
düşündü… O kocaman evin tahta
döşemelerini; annesinin
arapsabunuyla onları fırçalamasını… O kocaman taş
mutfaklarını, loş serin
odalarının yüksek tavanlarını… İnip
çıkarken gıcırdayan merdivenlerini
düşündü…
İçinde yitirilen çocukluk günlerine
duyduğu özlemle anahtara dokundu,
okşarcasına parmaklarını üzerinde gezdirdi. Günah
çıkarırcasına; “Ben ya da benim
gibi pek çok kişi bu büyük anahtarların
değerini bilmedi, bilemedi. “ dedi.
Gerçekten de yalnızca onun ailesi
değil,
Bursa’da pek çok aile bu büyük
anahtarların değerini bilememişti, o anahtarları
parmak boyundaki anahtarlarla değiştirmişti. Bu değiştirmenin anlamı ne
miydi ?
Artık o büyük anahtarlarla kapıları açılan
özgün Bursa evlerinin yerinde, gri beton
yığınları yükseliyor demekti . Serin taşlıkların, geniş
sofaların, pencere önünde
sedirlerin bulunduğu o güzelim Bursa evleri artık yok
demekti…
Kadın;
konuğunun büyük anahtarına takılıp
kalan gözleri, direği sızlayan burnuyla geçmişe,
geçmişin, değeri bilinmediğinden
yitirilmiş güzelliklerine döndü. İlkokul
dördüncü sınıfa geçtiğinde;
“Artık
büyüyorsun,
anahtarını cebinde taşıyabilirsin, ama sakın düşürme
“diyerek annesi ona, işte
masada duran bu büyük anahtarın bir benzerini
vermişti. O da
büyük bir özenle cebine
yerleştirmişti. Üstelik o zaman oldukça mutluluk
duymuştu;
“Ben artık büyüdüm,
bana anahtar bile verildi “ diye…
Sonraları anahtar taşımanın sorumluluğunu
tatsızlaştıran bir olay başına geldiğinde, parmak boyunda bir anahtara
duyduğu özlem
ortaya çıkmış, büyük anahtar taşımaktan
yüksünür olmuştu.
Annesinin verdiği sarı pirinç anahtarı
cebine koymaya başladığından bu yana yaklaşık on beş gün
geçmişti. O gün okulun
bahçesinde koşup, oynarken birden cebinden düşen
anahtar şıngırtıyla yerdeki taşlara
çarpmıştı. Bu çarpmayla birlikte o an, belki de
çocukluk yaşamının en büyük utancını
yaşamıştı.
Sarı
pirinç döküm anahtar şıngırtılı bir
gürültüyle yere
düştüğünde arkadaşları;
“aaa anahtara bakın, amma da kocaman!…
Yoksa siz kocaman anahtarla açılan kapıları olan o eski
evlerde
mi oturuyorsunuz? Bizim gibi apartman katlarında değil, öyle
mi?
“diye alaylı gülüşmelerle şakalar
yapmışlardı. O an kız, sarı pirinç
dökümden yapılmış,
neredeyse bir karış büyüklüğündeki
anahtarından
nefret etmişti.Bu öylesine bir nefretti ki, böyle bir
anahtarlı evde yaşıyor olmalarından ötürü
annesine de babasına da gizli bir öfke
duymuştu.
Hiçbir zaman evde bu olaydan söz etmedi,
çocuk beyniyle kendisine kızacakları ya da kırılacakları
olasılığını düşünmüştü.
Böylece yıllar geçti, liseyi bitirmiş, ardından
evlenmiş, eşiyle İstanbul’a yerleşmişti.
Sonunda o çok istediği bir parmak boyundaki anahtara da
kavuşmuştu.
Derken ipek büküm işiyle uğraşan
babasının
işleri bozuldu, ne de olsa ucuz olan yapay ipek iplikleri yurt dışından
getiriliyordu,
getirildikçe de Bursa ipekçiliği
ölüyordu. Sonunda kocaman sarı pirinç
döküm anahtarlı
evi satışa çıkardılar, onun parasıyla
küçük anahtarlı bir kat alındı.
Böylece annesi
de kocaman evin tahta döşe melerini arapsabunuyla
fırçalamaktan kurtulmuş oldu.
Kadın , değerli konuğu Hüsnü
Züber’in; Yaşayan
Müze Hüsnü Züber Evi’nin
sarı
pirinç döküm anahtarını masaya koymasıyla,
bir anda çocukluğunun sarı pirinç
döküm
anahtarıyla buluşmuştu. Onun anlıksal dalgınlığını gören
konuğu da ne düşündüğünü
öğrenmek istediğinde , büyük bir
suçluluk duygusuyla anılarında kalan büyük
anahtarlı
evlerinden söz etti.
Konuğu da böylesi yitirilen güzellikleri
koruyor, günümüzde yaşatıyor olmanın
gururuyla mutlu; “Evim yalnızca benim değil,
geçmişin güzelliklerine değer veren
herkesindir.” sözleriyle kadını teselli etmeye
çalıştı.
Züber’in Bursa Muradiye Semti,
Uzunyol
Sokak , Numara 3’deki evi… Bu ev 19.
yüzyıl sivil mimarlık örneği olarak, 21.
yüzyıla hazırlanan Bursa’da yaşayan tarih, yaşayan
müzeydi. Yaklaşık yüz elli
yıllık geçmişi olan yapının kapısı, tüm
görkemiyle kültür, sanat, tarih adına
yalnızca
Bursalılara değil, tüm dünyalılara
açılmıştı. Burada toplantılar düzenleniyor,
geçmiş güzelliklerin yarınlara da taşınmasını
amaçlayanlar bir araya geliyor, söyleşiyorlardı.
Züber; yaşayan müze olarak da
anılan bu
evi, Bursa yerel yönetimine bağışlamış, gelecekte onun
yap-satçıların elinde yok
edilmesi olasılığına karşı, güvenli bir önlem almıştı.
Kadın o
an Züber Evi’ni gözlerinin
önüne
getirdiğinde , geçmişinde sarı pirinç
döküm büyük bir anahtar taşıyor
olmaktan utanç
duyduğunu anımsadığında , bu kez duyduğu utançtan, apartman
katlarının küçük anahtarlarına
duyduğu özençten utanç duydu.
Geçmişinde kalan sarı pirinç
döküm anahtarının,
masa üzerinde duran benzerine özür
dilercesine bir kez daha dokundu. O an burnun
un direği sızlıyordu.