NEVZAT ÇELİK VE 12 EYLÜL
DÖNEMİ ŞİİRİ ÜZERİNE…
Nevzat
Çelik 1980’lerin şairi; Can Yücel’in deyimiyle şairin ilk kitabının önsözüne
yazdığı gibi yüreği “gepegergin bir tambura
teli” şair. 1980’ler ve Şafak Türküsü şiiri onu kitlelerin gönlünde ayrı
bir yere bir tahta oturtmuştu:
Beni burada arama anne
Kapıda adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne
Ağlama
diyordu genç şair, diyordu ve dışarıdaki birçok gencin yüreğini de alıp
bir yerlere götürüyordu.
önce kol sonra sürgü
sonra anahtar açılır kapı
itilirim sırtımdan ben ebedi kiracı kesilmiş hükmüm
önce sürgü sonra kol sonra anahtar kapanır kapı
bir ömür boyu diri diri içmek için gövdemi
dolanır bacaklarıma balçık gibi ağır bir karanlık
çırpınsam küçücük pencerede çifte çapraz parmaklık
üstünde yüzüme örtülür binlerce kare demirörgü
her karesinde oyulmuş bir göz gibi kanar gökyüzü
diyordu Metris’ten
Nevzat Çelik…
1980’lerden
sonra cezaevi şiirinin gözle görülür elle tutulur gencecik bir şairi olmuştu.
1960 doğumluydu. 1980’de tutuklanıp içeriye girmişti. Şirinde de belirttiği gibi
daha doğrusu itilmişti “Metris Cezaevi”ne,
hani o meşhur cezaevine, 80’den sonra devrimci tutsakların kapatıldığı
hapishaneye…
Devrimci
Sol davasından idamla yargılanan şair sekiz yıl cezaevinde kaldıktan sonra
1987’de dışarı çıktı. Tutukluluğu sırasında iki şiir kitabı yazdı. İlk kitabı “Şafak Türküsü” 1984 Akademi Şiir
Ödülü'nü kazandı. Öteki kitabı “Müebbet
Türküsü”nü ise 1987 yılında yayınladı.
Sinop/ Boyabat
doğumlu Karadenizli şairin cezaevine girmeden önce çocukluğu ve ilk gençlik
yılları İstanbul’da Gültepe’de geçmişti…
Cezaevinden
çıktıktan sonra dışarıdaki ilk günleri şöyle anlatıyor Nevzat Çelik:
“Nedense bugün, bu gece gülmem
ve konuşmam isteniyor. Haklılar sekiz yıldan sonra…
Evet Haklılar.
Onlar, sekiz yıl ayrı
bırakıldıklarım, yalnızca kavuşmayı yaşıyorlar.
Ama ben kavuşmayı yaşarken,
gün yirmi dört saatimi birlikte geçirdiğim arkadaşlarımdan, dostlarımdan
ayrılığı da yaşıyorum, hem de bütün şiddetiyle”…
Tahliye
olan arkadaşına Şafak Türküsü’nde yazdığı bir şiirde;
sen giderken
parmaklıklara gömerek alnımı baktım da
ömrünce taşıyacağın bir çift göz bıraktım sırtına
diyordu bu duyguları yaşayacağını bilerek…
Demirel gel voltaya çıkalım,
Masalar boşalır birazdan
Biz gececiler okumaya
Yazmaya otururuz…
Oluruna getirip, gündüzden
Çay da ayarlamışsak bir vakit demleriz
Gel seninle voltaya çıkalım
Cemal sabah karavanasını alır.
Muhittin kahvaltıyı hazırlar
Domatesleri yine küçük küçük
Doğrar, sabah sayımı gelir
Sayarlar bizi
demişti bir şiirinde de…
“Diretmişliğimiz, ne güzel.
Bir akşam yağmur çiselerken
biniyorum vapura. Vapura binerken birileri ayaklarıma basıyor.
Martılar denize yakışıyor...
Deniz karanlık ve soğuk…
Hasan Hüseyin şiir ödülünü
almak için 17 Aralık günü Ankara’ya gidiyorum. Yüzlerce insan bana dokunmak
istiyor. Karpuz kabuğu düşmeden denize girecektim.
Düşle gerçek birbirine uymuyor”…
Ve bitiriyor
anıları Nevzat Çelik…
“Sabahları
sayıma kalkmıyorum ama bir yerde beklemem gerektiğinde kendimi voltaya atarken
yakalıyorum. Yerken, içerken, gülerken…
Kimselerin görmediği bir bıçak
sokuluveriyor içime. Çoğu zaman, mantığın önüne geçen yaşanmışlıklar, öfkeyi
olur olmaz açığa çıkarmayı zorluyor”...
O Yaşanmışlıklar ki
dokumuza işleyen ve hep anımsanacak olan.
Nevzat
Çelik 1984’te yayınlanan ilk kitabı Şafak Türküsü ve 1987’de yayınlanan ikinci
kitabı Müebbet Türküsü’nden sonra üçüncü kitabı “Suda Seken Hayat”ı yayınladı.
Suda
Seken Hayat cezaevinde yazdığı şiirlerle dışarıda kaleme aldığı şiirlerden oluşuyordu:
bindokuzyüzaltmış doğumlular
yıldız kanatlı birer kuştular
doğru uçtular yanlış uçtular
bıkmadan usanmadan uçtular
bindokuzyüzaltmış doğumlular
yıldız kanatlı birer kuştular
fırtınalara bindi
ateşi harlayan kanatları
en acemi
ve en usta
gözlerimize değen gözleri
kaçamadığımız yangın
karanlıkta
suda seken taş
onların hayatıdır
suda seken
yassı parlak taş
hayatımızın en dehşet anıdır
üç kere seker
beş kere seker
başı bulutlara değer
belki varamadı
karşı yakaya
varacak fakat
suda seken hayat
Nevzat
Çelik 1990’da da “Yağmur Yağmasaydı”
isimli dördüncü şiir kitabını yayınladı. "Suda Seken Hayat"tan sonra ilk iki
kitabına adlarını veren "Şafak Türküsü" ve "Müebbet Türküsü" gibi uzun ve tek bir
şiirden oluşuyordu, "Yağmur Yağmasaydı":
…
seni yağmurların aldığı bir akşamdı
karnından vurulmuştu o kalbini tuttu
alnından vurulmayı sevmiyordu
gül
dese de şairler
kadavra gibi diktiler karnını
kalbini avuçlayarak kalktı adam
gözlüğünü aradı yüzünde
henüz gözlük kullanmıyordu bunu unuttu
bir leylak geçti önünden eflatun mu ak
mı
kokusundan tanıdı bir leylak geçti
önünden
baktı arkasından koştu arkasından
seni tanımıyordu bunu da unuttu
buğulu cama dayadı ıslak burnunu
yüzünün ıslaklığını yağmura yordular
belki cama dayamazdı burnunu
biryazgünü açılsaydı kapılar
biryazgünü açılsaydı kapılar
yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
ıslığımla okşayacaktım
heybetinden yanına varılmaz
dağları
soluğum dağ
kurdun kuşun uğramadığı taze bir
şeftali
bir fesleğen bir ıtır bir sardunya
kokusu
koşacaktım sana
ihtimal ben kapıyı vurmadan açacaktın
ellerimi bulacaktın
yağmur yağmasaydı
seni yağmurlar almasaydı
nizamiye kapısında dururdun
güneş saçlarında dururdu
görüşçülerin gözlerinde
nöbetçinin kepinde dururdu
kimbilir ellerin nasıl dururdu
kiremit renkli aralık
beni içine alıyordu
sen yoktun
sözlerini bulamadığım
bir şarkının müziği vardı
küçük eski bir yara izi gibi
tüfeklerin dönüp baktığı
bir şarkının müziği vardı
sen yoktun
ben kederimi ellerinden tuttum
…
1980 Eylül’ünün
12.günü gecesi büyük operasyonun düğmesine basılmıştı. Silahlı Kuvvetleri arkasına
alan cunta yönetiminde başlayacak olan dönem ülkenin üzerine bir daha izleri
kolay silinmeyecek bir kabus gibi çöktü. ABD yöneticileri 12 Eylül darbecisi
generallere ‘our boys’ diyorlardı. Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’nın
Türkiye İstasyon Şefi Paul Henze, darbeyi dönemin ABD Başkanı Carter’a “Our
boys did it!” (Bizim çocuklar başardı!) diyerek haber vermişti. ABD Başkanı
Carter da, sonraki bir tarihte Türkiye’yi ziyaretinde darbecilere şükranını,
“12 Eylül harekâtından önce Türkiye’nin durumu savunma açısından tehlike arz
ediyordu. Afganistan’ın işgal edilmesi ve İran’daki monarşinin devrilmesinden
sonra Türkiye’deki bu istikrar harekâtı içimizi ferahlatmıştır.” sözleriyle
dile getirdi. (Cumhuriyet, 21 Temmuz 1985)
ABD’nin
1970’lerden itibaren Türkiye’ye biçtiği taktiksel rol aksamamalıydı. Afganistan
ve İran kaybedilmek üzereydi. Türkiye Sovyetlere karşı yeniden ve daha da güçlü
bir koz olabilirdi. Ülkede yükselen muhalif sesler ve kitleselleşen Amerikan
karşıtlığı çıkarları zedeleyebilirdi. Üstelik Ortadoğu’da oluşturulmak istenen
yeşil kuşağın sürekliliği için bu tehlikeli gidiş hayra alamet değildi. Yeni küresel
düzenekte büyük ölçekli (ama tabana yayılmamış) kolayca söz sahibi olunacak
liberal ekonomik bir yapılanmanın kurulması arzu ediliyordu. 1950’lerde yola
konmuş aşınmakta olan yapının üzerinde yeni ve daha güçlü temeller atılmalıydı.
Hükümetin düşmesi ve dış borçların ertelenmesini askeri müdahale için fırsat
sayan harekat kurmayları 11 Temmuz’da meclisten güvenoyu çıkınca
erteledikleri girişimi yerine getirdi. Oysa ABD ve İMF’ye göbekten bağlı devletin başındaki
siyasi otoriteyle ordu hiyerarşisi ise ekonomik ve askeri konularda çözüm
üretmekten çok uzak görünüyorlardı. İnanılmaz rastlantılarla başa getirilen
dikta önderliğinde 12 Eylül’ün adı ve hedefi belirlenmişti...
Sol muhalefet
terör bahane edilerek susturulacak sonra ana planın safha safha tatbikine geçilecekti. Apar topar DGM’leri kuranlar
talimatlar yağdırıyorlardı. Alelacele kurulan mahkemelerde infaz kararları
alınıyor ve kışlalar cezaevlerine dönüştürülüyordu. Sendikalarıyla dernekleri kapatılıp grev ve
toplu sözleşme hakları ellerinden alınan başta İşçi ve öğrenci liderleri olmak
üzere düzen muhalifleri tek tek tutuklanıp suçlanıyor cezaevlerine
dolduruluyordu.
12 Eylül’le
düzene muhalif herkes anarşist olarak fişlenmişti. Davalarda “savaş hali” hükümleri uygulanıyor,
sanıklar adeta vatan haini muamelesi görüyorlardı. Ülke dışına çıkanlar
vatandaşlıktan da çıkartılıyordu. Sorgu ve gözaltı süreleri uzatılmıştı. Sıkı
yönetim mahkemelerinde alınan kararlara itiraz hakkı yoktu. Askeri mahkemelerde 7 bin kişi hakkında idam
cezası hükmü verildi. Asılanların
çoğunluğu sol görüşteydi. 3 yıla kadar verilen her cezanın sonucu sorgusuz
sualsiz hapis yatmaktı. İşkencecilerde insaf yoktu. Çoluk çocuk, yaşlı genç,
kadın erkek dinlenmiyordu. Gözaltında ve cezaevlerinde 229 kişi yaşamını
yitirmişti. Yaşananlar travmatik bir durum almıştı. İşkenceler insanlar üstünde
derin izler bırakıyordu. Aklını yitirenler sakat kalanlar oldu…
1980 öncesi gidişten toplumun bütün ilerici
aydın kişi ve kurumları sorumlu tutulmuştu. Gazeteler kapatılıyor, kitaplar
toplatılıyor, yakılıyordu. Gazeteciler, bilim adamları, yazarlar
tutuklanıyordu. Tutuklanıp yargılananlar arasında ülkenin birçok genci gibi
Nevzat Çelik’te vardı. Vedat Günyol’un şairin ikinci kitabının önsözüne yazdığı
deyimle “anadan doğma şair” olarak…
12 Eylül’ün
karanlık dönemi ve cezaevinin yaşamının koşullarında yine Günyol’un “bilinmez hangi mucizeyle” dediği dili
yetisiyle yüreğinde biriktirip beyninde damıttığı sözlerle her şeye rağmen
yaşam sevinciyle sevda kokan dizeler üretiyordu. Şairin öykündüğü sanatçıların
duyarlık ve yeteneğine varmasını kuşkusuz hüznüyle harmanladığı yaşama
tutkusuyla şiirle verdiği kavga sağladı.
Şairi 1980’li yılların sonuna dek döneminin şairleri arasında okunur kılan en önemli etken Şafak
Türküsü isimli şiirin müzikle yolunun kesişmesi, cezaevindeyken yayınlanan iki kitabından birincisine
adını veren Şafak Türküsü’nün “Gülten Hayaloğlu”
tarafından Ahmet Kaya’ya önerilip bestelenmesiyle olmuştur.
Daha öncesinde
iki albüm yapmış olan Ahmet Kaya şiirin de adını verdiği Üçüncü albümle sözlü
müzikte “özgün” adıyla alınacak türün
altına imzasını atıp bomba gibi patlayacaktı. 12 Eylül yılları, kendi anayasası ve bütün
karanlığı ile hüküm sürmektedir hayat üzerinde. Dinleyici profilini
yavaş yavaş oluşturmaya başlayan ve yorgun demokratların dili olma iddiasındaki
“Ahmet Kaya”nın müziğinin yeni
evresini 1 Eylül 1987’de daha sonra
tutsak yakını ailelerin simgesi haline gelecek “Didar Şensoy”un ölümüyle eklenen duyarlılıkla Şafak Türküsü’yle
birlikte anılır olması belirledi. Ülkenin gündemindeki idam
cezaları ve hapishanelerde bulunan binlerce insanın ve onların ailelerinin
içinde bulunduğu durumu şarkılaştıran Ahmet Kaya’nın besteleyerek siyasi bir
davada idamla yargılanan Nevzat Çelik’in “Beni burada arama anne” sözleriyle
başlayan dizeleri başta annelerin kapıdaki acısının en güzel ifadelerinden biri
olarak o günlerin müziğinin ve şiirinin temsilcisi haline gelmişti.12 Eylül
darbesinden nasibini almış çeşitli kesimlerden Türkiye’de demokrasiyi yeniden
inşa etmeye kararlı sivil toplum kuruluşlarıyla kitle örgütlerine kadar geniş kitlelerde ünlenen Şafak
Türküsü’ndeki şiirleriyle hiçbir zaman sınırlı kalmayan sanatçı duyarlılığı ve
yaşamıyla Nevzat Çelik’le içerden esen rüzgarla yavaş yavaş muhalif
müziğin sesi yeniden yükselmeye başlar. Kaya’nın her ne kadar Şafak Türküsü
yaratıcısının ödenmeyen telif ve besteye ilişkin itirazına rağmen kitleselleşmeyle
birlikte günümüzde az sayıda varolan çok iyi örnekleri dışında giderek yozlaşan
toplumcu ve geleneksel halk şiirleriyle filizlenen alternatif müziğinin seyrinde
popüler müzik yanında 80’li yıllar içinde oynadığı mühim rol ve kısmen yaptığı katkı
asla yadsınamaz. Ahmet Kaya’dan sonra 12 Eylül’ün başta 78 Kuşağı olan tüm mağdur kesimleri arasında “Edip Akbayram”
ve “Ali Asker” gibi sanatçılar tarafından bestelenen şiirler şöhretini perçinlemiştir. Şair, Yazarlar
Birliği PEN’in girişimleriyle yurtiçi ve yurtdışında başlatılan kampanya sonunda
serbest bırakılır.
Nevzat
Çelik ile yeniden yeşermeye başlayan cezaevi şiiri açlık grevleri, boykotlar
arasında boyun eğmeme, zulme karşı teslim olmama şeklinde gelişen tutsaklık
koşullarındaki direncin etkili bir başka
seçeneğiydi. İçerdeki ve dışarıdaki
devrimcilere moral değerler aşılıyordu. Bir döneme damgasını vuran apaçık
gerçeklik ve ülkemize özgü yaşanmışlıkta Hasan Hüseyin’den Attila İlhan’a kadar
toplumcu şairlerin de etkisiyle kaleme alınan dilin
olanaklarını çarpıcı imge derinliğine götüren, duygu yüklü şiirler dayanışmanın
ve ayakta kalmanın toplumcu bilinci ve siyasal iradeyi yoketmeye ve inkara
yönelik baskılarla saldırılara karşı daha önce Nazım Usta’yla, Enver Gökçe’ler,
Ahmed Arif’lerle tohumları serpilerek büyüyen estetik yeni bir itiraz biçimiydi.
12
Eylül döneminde ve cezaevlerinde bulundukları sıralarda şiirlerini kaleme alan
ya da kitapları yayınlanan şairlerin sayısı az değildir: Emirhan Oğuz, Emir Ali
Yağan, Ersin Ergün, Fadıl Öztürk, Halil
İbrahim Özcan, Mehmet Çetin gibi şairler
kısmen şiir serüveninde yolculuklarını sürdürdüler. Bazıları şiirlerini kendi
yorumlayarak (Aydın Öztürk gibi) yola devam etti. Bazı şairler ise 12 Eylül’den doğan sekter ırkçı ve gerici
ortam içersinde yokedildiler: Behçet
Aysan, Uğur Kaynar ve Metin Altıok… “Soysal Ekinci” gibi şairler ise gördükleri ağır işkencelerin üzerlerinde bıraktığı etkiler
yüzünden aramızdan ayrıldı.
Direnç
şiirleri denince hemen iki kitap akla gelir: İlkinde Mapusane Şiirleri
Antolojisi (1974) adıyla Ahmet Uysal sol siyasal nedenlerle yargılanmış,
tutuklanmış şairlerimizin kimliklerini, eylemlerini ve şiirlerinden konu ile
bağlantılı örnekleri derlemişti. 1988 yılında ise Haziran Yayınevi açlık grevleri
ve ölüm oruçlarındaki devrimci tutsakların şiirlerine “direniş şiirleri” adıyla
yervermiştir.
Şiirimizde
kilometre taşı olmuş şairler arasına cezaevi şiirinde yeni bir dönem başlatarak
katılan Nevzat Çelik ilk şiirini 1982 yılında 1980-85 arası
devrimci tutsakların kapatıldığı Metris Cezaevi’ndeyken kaleme almış 1984
yılında Şafak Türküsü adlı şiir dosyasıyla katıldığı genç yazarları özendirmek
amacıyla 1979'da kurulan ve yayımlanmış ya da yayıma hazırlanmış ilk yapıtlara
verilen “Akademi Kitabevi Şiir Birincilik Ödülü”nü kazanmayı başarmıştı. İlk
kitabıyla aldığı ödülle adını duyurarak önemli bir üne kavuşan Çelik, dört kitabını yayınlayıp 8
yıllık uzun bir sessizlik döneminden sonra 1998’de “Sevgili Yoldaş Kurbağalar” adlı yapıtla yeniden şiirini
ses ve tema özellikleri bakımından genişletip zenginleştirerek varlığını göstermiştir:
Size şiddeti suyunu bulandırmayan bir öfke getirdim
-çünkü
öfkeliyken bir cinayeti tasarlamak cinayete gerekçe
oluyor
harp ve sulh arasında uzun yıllar var ki işgal altında aklım
yeni bir bakma biçimi getirdim acı aynı da kadrajı farklı
Sevgili Yoldaş
"Kurbağalar" kitabından sonra edebiyat alanında baştan beri denemeyi amaçladığını
belirttiği romana ve ardından öykülere el atan dikkate değer sanatçı dili ve
kurgusuyla şairane biçem ve içerik taşıyan iki kitapta da başarılı şiir
yolculuğunun ardından iddialı olacağını ispatladı. “Bağışlanmış Hüzün” (2005)
ve dört ayrı öyküden oluşan “Sen
Giderken”
(2006) aşk romanıyla öykü kitabı olma özellikleri
taşırken
erotizm içeren ilginç öğelerle siyasal duruşu inkar
etmeden sürdürülen çabanın karşılığı
olarak 1990’lar sonrası değişen yaşam biçiminden alınan
kesitler ile günümüz
insanına ait değerlere de gönderme
yapıyordu.
Hazırlayan:
Tamer UYSAL
Halkla İlişkiler Uzmanı
Araştırmacı-Yazar
Bilgi ve diğer yazılar için:
http://www.tameruysal.com
http://tamer_uysal.sitemynet.com
http://tamer_uysal.sitemynet.com/siir
www.mevsimsiz.com
www.sirince.net
www.guneydergisi.com
www.munzurum.org
www.ozgurpencere.com
www.devrimciler.com
www.antiemperyalizm.org
www.barisgazetesi.com
www.yeniyol.org |
Sayın Okurlarımız.
İlki bu sene ilki düzenlenen, ŞİİRİSTANBUL/
Uluslararası Beyoğlu Şiir Festivaline, Dergi.H@vuz izleyici olarak
katıldı. Bu sayımızda (EYLÜL/ EKİM 2006) SELİM
TEMO
adındaki değerli şairimize yer verdik. Kasım sayımızda festival
hakkındaki düşüncelerimiz ve yine değerli
şairlerimizden NEVZAT
ÇELİK
yer alacak. Festivalin ikincisi yapılana kadar da
her
sayımızda katılımcılardan birkaç yazara yer verilecektir.