Genç
kadın, cumbalı ahşap evin
önünde durdu. Dört katlı binayı aşağıdan
yukarıya süzdü.Elini tuttuğu çocuk,
iki kanatlı tahta kapının önünde ufacık kalıyordu.
Kadın, "Herhalde
burası." diye düşündü. Kapının yanındaki ipi
iki defa çekip bıraktı;
çıngırak üç dört defa vurdu.
Çocuk, gözlerini ipe dikti, bütün
çabalarına
rağmen sesi çıkaran çıngırağı göremedi.
Alelacele
üstüne başına son bir
çekidüzen verdi genç kadın.
Çocuğun cebindeki mendilin yerinde durup
durmadığını kontrol etti.
"Burnun akarsa sil kızım,
olur mu?"
Çocuk; "olur"
dercesine
başını salladı. Elini cebine sokup mendilini sıkı sıkıya tuttu.
Çok
geçmeden, geniş, kocaman
tahta kapı önce "şlink" sonra "şlank" sesiyle aralandı.
Tavandaki delikten sarkan ip, kapının açılan kanadındaki
kilidin diline
bağlıydı. Böylelikle, ip yukardan çekildiğinde,
demir dil kapının sabit kanadı
üzerindeki raydan kurtulup ardına dek açılıyordu.
Çocuk, kapı açıldığında
yüzüne vuran serin havayı hissetti,
gördüğü manzara
büyüleyiciydi. Annesi,
yüksek tavanlı mermer taşlığa adımını attı, tahta kapıyı
yavaşça yerine itti.
Bu defa kapı "şlank" sesiyle kapandı.
Sağlı sollu iki tahta merdiven
yukarıya, birinci kata çıkıyordu. Önlerinde duran
iki taş basamak, iki
metrekarelik, sağında ve solunda iki küçük
bölmenin bulunduğu iki tahta kapılı
sahanlığa iniyordu. Daha önce banyo olarak kullanılan bu
bölmeler, merdiven
boşluğundan yararlanılarak yapılmıştı ve şimdi odunluk olarak
kullanılıyorlardı.
Merdivenlerden ağır ağır inen
birinin ayak sesleri duyuldu.
"Ev sahibi herhalde."
diye düşündü kadın.
Tek basamakla ikinci
büyük
taşlığa indiklerinde, çocuk usulca annesinin elinden
sıyrılıp, sol dip
kısımdaki bahçe kapısına yöneldi. Güneş
ışıkları içerdeki nem kokusuyla
birlikte yüzüne vuruyordu. Hemen solda, duvarın
üzerindeki örümcek tutmuş taş
rafta renkli bir tabak ilişti gözüne. Elini uzatıp
almak istediğinde tabak yere
düşmüştü bile.
Arkadan, yaşlı, kısık, tiz bir
ses:
"Dokunma ona, bak ne
yaptın!" diye bağırdığında, çocuğun ilk
gördüğü, annesinin
yüzündeki o
mahcup ifade oldu.
Genç kadın alt
dudağını ısırarak,
tabağı yerden aldı ve rafa, tozların arasındaki temiz kalmış dairenin
üzerine
özenle yerleştirdi. Küçük
çocuk, sesin sahibi yaşlı kadınla göz göze
geldiğinde, sesi gibi yüz ifadesi de hiç hoşuna
gitmedi. Kadının açık renk
sabahlığının altındaki vücudu kaskatı kesilmiş, elleri
titriyordu. Bembeyaz
saçlı, pamuk tenli bu kadının, kendisinden pek
hoşlanmadığını anlamıştı. Zaten
bunu fazlasıyla belli de etmişti.
Yaşlı kadın evi kiralamak
için
gelen genç kadına döndü:
"Ben
evimde çocuklu aile istemiyorum." dedi bir
çırpıda.
Genç kadının
yüz ifadesinde,
eteğine yapışmış duran çocuğuna karşı bir suçlama
yoktu artık. Yaşlı kadın
evinde kesinlikle çocuk istemiyordu. Onu ikna etme
girişimleri boşuna olacaktı.
Bu sert çıkış karşısında, iki çocuğunun daha
kendisiyle gelmek istediğini,
utanma belasına onları evde bıraktığını nasıl söyleyebilirdi
genç kadın.
Kısa
süren sessizliği, tahta basamaklardan aşağı inmekte
olan terlik sesleri bozdu.
"DiginAzat, ur es*?”
"Hoş em Kayane, yegur*?"
Çocuk,
gözlerini fal taşı gibi
açtı. Ayak seslerini dinledi. Anlamadığı bir lisan
konuşan biri
giderek yaklaşıyordu. Bu ikinci yaşlı kadının
suratından önce siyah file terliklerine dikti
gözlerini. Kayane, Azat'a
dönerek, İstanbul Ermenilerinin şivesiyle:
"Ev için geldiler?"
diye sordu.
Azat memnuniyetsizlik belirten
bir edayla:
"E he..." demekle
yetindi.
Kayane bu cevabı aldıktan sonra
genç kadına:
"Haysınız*?" diye
sordu. Şaşalayarak sorusunu düzeltmeye koyuldu hemen. "Yani
Ermeni
misiniz, demek istedim..."
Genç kadın bu
sorudan biraz
sıkılmış gibiydi.
"Kocam Hay, ben
Süryaniyim."
Bu defa iki yaşlı kadının
gözleri
fal taşı gibi açıldı. Şaşkın bakan iki çift
göz genç kadına dikildi.
Kayane:
"Siz de vaftiz
oluyorsunuz?" diye sordu.
Genç kadın
şaşırmıştı.
"Tabii ki,
bütün
Hıristiyanlar gibi."
Evi kiralamaya gelen bu
genç
kadın, anlam veremediği bu soruya şaşırmış, bu iki yaşlı kadına
bakıyordu.
Kayane kendini hemen toparladı.
"Bilgisizliğimizi bağışla
kızım. Azat da, ben de daha önce bir Süryani'yle
tanışmamıştık. Oğlan
senindir?"
Gerginleşen ortam bu soruyla
biraz yumuşamıştı.
"Oğlan değil, kız."
dedi genç kadın.
Kayane'nin kelebek
gözlüklerinin
arkasındaki gözleri nemliydi. Çocuğa yaklaşıp onu
yanaklarından öptüğünde,
taşlıktaki nem kokusunu naftalin ve sarmısak kokusu bastırdı.
Genç kadına
döndü:
"Başka çocuk vardır?"
Genç kadın bir
çırpıda:
"Bundan büyük
bir kız, bir
de oğlan var evde."
Kayane, Azat'a
döndü; "Azat
ka*\ Desene evimiz şenlenecek!" dedi. Azat ifadesiz baktı Kayane'nin
suratına. Sinirlenmişti.
Genç kadın bir
çırpıda
çocuklarının iyi özelliklerini saymaya başladı. O
sıra küçük kız cebinden
mendilini çıkarıp akmayan burnunu sildi. Bunu yaparken de
tiz sesli yaşlı
kadının gözlerinin içine içine bakıyordu.
Ev sahibesi Azat Hanım evini
üç
çocuklu bir aileye kiralamaya
gönülsüzce razı oldu. Arkasından, şartlarını
birbiri ardına sıralamaya başladı.
"Her hafta merdivenler ve
taşlık silinecek. Tahta bezi iyice sıkılacak. Bez sulu kalırsa
merdivenler
tahta olduğu için çürür,
taşlığın zemini de mermer olduğu için üzerlerine
basıldığında çamur olur. Taşlığın sokağa bakan camlan ayda
bir kez silinecek,
örümcekler alınacak. Kapıyı hızlı kapatmak yok.
Çocuklar basamakları
yavaş inip
çıkacaklar. Evimi sokak gibi kullanmak yok! Onun
dışında hele bir yerleşin de konuşuruz. Şimdi aklıma pek fazla bir şey
gelmiyor..."
Kayane döndü,
biraz mahcup bir
ifadeyle:
"Kızı bu kadar korkutma, eve
hizmetçi aldığını zannedecek." dedi.
Azat ters ters baktı Kayane'ye.
Genç kadın hemen atıldı. "Tamam, kabul ediyorum." Kayane
rahatlamıştı.
O gün, doğal olarak,
ilerde
olacaklardan hiç kimsenin haberi yoktu.
Nasıl olabilirdi ki? Kim
bilebilirdi, yaşlı Azat'in tersleyerek konuştuğu bu genç
kadım beş yıl sonra
evlat edineceğini; genç kadının otuz yıl boyunca o evde
oturacağını, kendisine
miras kalan evi sırf Azat'a bağlı anılarından dolayı satmak
istemeyeceğini.
O gün için
kestirmesi en kolay
olan; Azat ile küçük kızın birbirlerine
hiçbir zaman ısınaınayacaklarıydı. Ve
üvey anneanne hastane yatağında son günlerini
geçirirken bile, adı konulmadık o
ilk bakışmalar çocuğun hafızasından sonsuza dek
silinmeyecekti.
Kayane ise çok
sevdiği ufaklığa
sorduğu "Ben ölürsem beni unutur musun?" sorusunun
yanıtını zamansız
ölümünden sonra fazlasıyla alacaktı.
Bütün bunları
o gün hiçbiri
bilmiyordu...
Küçük
kız artık bahçeye
çıkabilirdi. Fakat eşikten dışarı attığı ilk adım, o tiz,
yaşlı sesi yine
harekete geçirdi: "Basma oralara! Çamuru
içeri getireceksin!"
Digin Azat, ur es: (Erm.)
Azat Hanım, neredesin?
Hoş em Kayane, yegur: (Erm.)
Buradayım Kayane, gel!
Haysınız? : [=Hay mısınız?
=Ermeni misiniz?]
Ermenice'de "mi/mu" gibi soru
ekleri yoktur ve sorular ses tonu değiştirilerek sorulur.
Kayane'nin sorusu Türkçe'yle harmanlanarak
konuşulan İstanbul ağzına güzel bir
örnek oluşturuyor.
ka: istanbul
Ermenicesi'nde, kadınlara
yöِnelik,
"be, ayol" anlamnda
hitap.
İstanbul’dan
kırık dökük yaşantılar
“Kum
Saatinde Kumkapı” adlı öykü kitabında on
bir öykü yer alıyor. Genellikle
yazarın da mensubu bulunduğu Ermeni cemaatine dair
öyküler bunlar. Basit,
sıradan insan yaşamlarını, gündelik yaşantının
tekdüzeliği içerisinde işlemiş
Jaklin Çelik. Zaman zaman Türkler ve
Kürtler de katılıyorlar öykülere, ama
etnik kimliklere yönelik bir vurgu yapmıyor yazar. Aslında
öykülerde yer alan
karakterlerin isimleri Kayane, Azat, Arşaluys, Onnik veya
Yerçenik olmasa,
Anadolu’da yüzlerce yıldır yaşayan bu etnik gurubun
gündelik yaşantılarını
Ahmet’lerden, Hasanlar’dan, Ayşe’lerden,
Fatma’lardan ayırmak da mümkün
olmayacaktı.
Zaten
nasıl mümkün olabilir ki koskoca
İstanbul’un giderek
yoksullaşan bir semtinde geçim sıkıntıları
içerisinde
ayakta kalma savaşı veren
insanların farklılaşması? “Deniz
Mıgırdiç’in,
Gökyüzü Sarkis’in”
öyküsündeki
Balıkçı Mıgırdiç ve Demirci Sarkis gibi, her
yerde aynı
şekilde yaşlanıp,
geçmişi özlemle anmıyor mu insanlar? Veya
“Kadınlar
Koğuşu”nda anlatılan akıl
hastanesindeki dram farklı yaşanabilir mi dinler, ırklar farklı
olduğunda? Ya
da, “Taze Gelin” adlı öyküdeki
Suren
Amca’nın doğduğu topraklara; Duron’a, yani
Muş’a olan
düşkünlüğünü,
hiç
dinmeyen özlemini dile getirdiği ve “İsa bilir,
Meryem de şahidim, Sıyırır ağaç köklerini, yakmadan
akarım
Muş ovasına” sözleri
ile biten dizeler, doğduğu topraklarından kopmak zorunda kalan; dili,
dini,
ırkı, cinsiyeti ve kopma nedeni ne olursa olsun, her insanın paylaştığı
duyguları dışa vurmuyor mu? Birlikte söylemiyor muyuz
“Sarı
Gelin”
türküsünü?
Jaklin
Çelik’in hikayelerinde yer alanlar bizim
insanlarımız. Mekan İstanbul olsa da, Anadolu’nun
dört bir yanından gelen
insanlarla kozmopolitleşen bu kente, bu kentin eski ve yeni insanlarına
dair
hüzünlü anları seçmiş bizlere
aktarmak için. Hikayelere serpiştirdiği mizahi
öğeler ise ironik bir durum yaratıyor ve söz konusu
hüznü biraz daha
derinleştiriyor. Bazen, “Yaradanla Hesaplaşma”daki
travesti Necla ile
kurduğumuz tanışıklıkta olduğu gibi, okurken değil, okuduğunuz
üzerine
düşünürken fark ediyorsunuz hikaye
kahramanlarının trajedisini.
Nostalji..!
Daha ilk
öyküde, “Kiralık Ev”de, karşımıza
çıkan huysuz
ihtiyar Azat teyze ve kiracısı arasındaki ilişkinin geleceğine bir
gönderme
yaparak, olup bitenlerin geçmişte yaşandığının altını
çizen Çelik, kitabının
sonuna; hikayenin geçtiği mekan olan evin, o evin
sahiplerinin, Kumkapı’nın ve
kendi çocukluğuna damgasını vuran diğer mekanların -eski-
resimlerini koyarak,
anlatının yaşanmışlığını sahicileştiriyor. Böylelikle
“Üç Kısa Kokulu Nefes”te
yıkılan eski eve yakılan ağıt, bir tarih yüklü başka
eski evlere, başka eski
insanlara da yayılıyor, kendi geçmişimizle anlatılan
arasında köprüler
oluşuyor.
Yazarın
geçmiş zamanı, “kimler geldi bu eve, kimler
geçti bu
evden. Şampanya bardağında yaşamlar, kırık su bardağında
çırpınışlar... ah şu
renkten renge girmiş bukelamun duvarların dili olsa da anlatsa. Ta
eskiden, ta
çocukluğumdan hatırlıyorum; Takvor amca elleri kolları dolu
geldiğinde, ipli
çıngırağa dokunmadan, bir ıslıkla nasıl açtırırdı
kapıyı Anahid teyzeye?
Kapıyla birlikte açılan sanki yüreğiydi; kanatları
gökyüzüne, aşkı yüreğinin
derinliklerine, sevgisi sonsuza...” cümleleriyle yad
edişindeki nostaljiyi
hemen fark ediyoruz ve bu nostaljik atmosfer diğer
öykülerde de hissettiriyor
ağırlığını.
Jaklin
Çelik akıcı bir dille anlatıyor hikayelerini. Kimi
zaman kısa, tek kelimelik cümlelerle vurguyu derinleştirirken,
kimi zaman da
-yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı gibi- bir duygu
yükünün tasvirine uygun
düşen imgelerle zenginleştiriyor ifadesini. Anlatıda
“ağız” kullanmanın tehlikelerine
rağmen, Ermeni veya Kürt karakterlerin
Türkçe’yi konuşma tarzlarını olduğu gibi
yansıtmayı tercih etmiş. Bakış açısı ise değişiyor. Kimi
zaman bir anlatıcı
dolaşıyor hikayelerde, kimi zaman bilinmeyen bir
üçüncü şahsın
gözüyle
izliyoruz olup bitenleri. Ama neyi, nasıl anlatırsa anlatsın, Jaklin
Çelik’i
okumakta ve anlamakta hiç bir sıkıntı çekmiyor,
taşıdığı duygulara duygudaşlık
yapabiliyoruz.
Herhalde
bu eleştiri yazısında kitaba dair en fazla sözü
edilenin, hikayelerin taşıdığı duygusal ağırlık olduğunu fark
etmişsinizdir.
Duyguların bir edebi metne yansıtılmasına bir itirazım yok. Ancak,
sıradan
insanların sıradan yaşantılarından fışkıran
hüzünlerin yaşanan toplumsal
ilişkilerle birlikte işlenmesini tercih ettiğimi söylemeliyim.
Yazar, söz konusu
toplumsallığı bütünüyle ihmal etmemiş ama
silikleştirmiş. Jaklin Çelik,
nostaljik duygulara, geçmişin pastoral renklerine ağırlık
verme konusunda
yalnız değil. Kadın yazarların bu yıl içinde yayınlanan
hikaye veya
romanlarında hep aynı eğilimin egemen olduğunu
görüyoruz. Erkek yazarlar
ilgilerini post-modern kurmacalara yöneltirlerken; Zerrin
Koç, Zehra Tırıl,
Fatma Gürel, Ayfer Tunç, Asuman Tümer gibi
kadın yazarlar, geçmiş ve bugün
arasında gidip geldikleri metinlerinde, duyguları
düşüncenin önüne
koyuyorlar...
A. Ömer
Türkeş
“Kum
Saatinde Kumkapı” inceleme yazısı kaynağı:
http://www.pandora.com.tr/turkce/elestiri.asp?yid=90
|