Gündüz
kahve, vakt-i kerahatle birlikte meyhane, denizle dudak dudağa
bahçeye henüz
girip de yanlamak üzere o kayıktan da önce adını
görüp okuyunca,
üçümüzün de
gönlünün kim bilir kaç yerinden
kırık olduğu aklımda bile yok, kayığına
böyle bir ad verebilen adamı
seyre koyulmuştum... sol elim kendime seçtiğim sandalyeye
yapışmış, Ada ve
Su’ya zaten de, olanca misafirperverliğiyle dört
cepheden saldıran garsona da
sağır! Belki yirmi kulaç kala filan susturmuştu motoru
Gönülkırmaz’ın kaptanı;
motoru susturmuş, sancağa kırdığı yekeyle iskele’den
yanlamıştı beton bahçe
duvarının hemen aşağısındaki halat kancalarını; karaya zıplayıp bağladı
kayığını, tekrar kayığa atlayıp kayboldu sonra
küçük kamarasında.
Kahve!..
dedim yapışıp kalmış garsona; Az şekerli bi kahve, bi de ağzına kadar
buz dolu
bi bardak su!
Mideni
üşüteceksin! dedi Su; Sabah sabah... Önce bi
şeyler ye!
Bi
bok olmaz! dedim; Siz söyleyin kahvaltınızı, daha sonra
belki... beni
beklemeyin!
Dedim
sana, dedi Ada; Son yarım fazlaydı gecenin o saati!
Yok
be güzelim, dedim; Susadım, bi şey yok!
Kış
günü buz neyin nesi peki? dedi;
Üşüteceksin hakkaten!
İyi
ya, dedim; Tıkılır kalırım pansiyona,
gönlünüzce gezip dolaşırsınız siz de,
beni çekiştirirsiniz, fena mı!
İkisi
iki yandan baktı sitemkâr; Hıh!.. yaptı Su.
Adamım
çıkmış, kucağına yığdığı fanyalı ağını
geçiriyordu elden; kurumuş yosunlar,
içini çıyanların boşalttığı balık
ölüleri, kırık yengeç bacakları, kabuklar;
yanındaki kuka’dan koparıp koparıp
küçük düğümler atıyordu
arada bir; ağzında
sigarası. Bundan sararmadı benim bıyıklar! diye
düşündüm; ne iş olursa olsun
elimde, sigaraya ne susamış olursam olayım, hiçbi iş
göremezdim öyle ağzımda
sigara; yerine, nefeslenmek için ikide bir mola verir, bu
yüzden rastgele bi salatayı
bile kırk dakkada yapabilirdim ancak... özendim: başka bi
işbilirliği vardı
sigarayı böyle içmenin.
Rasgele!..
dedim ortaya ama anladı, kaşlarının altından bakıp ağzını
açmaya gönlü yok,
başıyla aldı selamımı. Bardağı yarıya kadar tepeme dikip ağzımdaki
kışın
geçmesini bekledim; fincana korka korka yanaşıp yudum bile
denemeyecek küçücük
bi yudum aldım sonra kahvemden, sigara yaktım.
Bari
şu kaymakla reçelden al bi lokma, dedi Su;
Böğürtlen nefis!
Var
mısınız bi oyuna... dedim; Şu kayığın adını bileni
dördüncü kata ben
çıkaracağım sırtımda akşam, söz!
Sonra
da çıkardığının yatağında, ha? dedi Ada; Yemezler!.. Anlaşma
anlaşmadır, herkes
kendi yatağında!
Aklı
yatakta olan sensin güzelim, dedim; Kolye o zaman, bilene
gümüş bi kolye!
Bari
şu kaymakla reçelden al bi lokma, dedi Su;
Böğürtlen nefis!
Var
mısınız bi oyuna... dedim; Şu kayığın adını bileni
dördüncü kata ben
çıkaracağım sırtımda akşam, söz!
Sonra
da çıkardığının yatağında, ha? dedi Ada; Yemezler!.. Anlaşma
anlaşmadır, herkes
kendi yatağında!
Aklı
yatakta olan sensin güzelim, dedim; Kolye o zaman, bilene
gümüş bi kolye!
Der
demez pişman olmuştum zaten: her biri ötekinden akla zarar
yakıştırmalardı
bulabildikleri adların hepsi; sonra da kendime kızdım: ben, ben
böyle bir ad
bulabilir miydim sanki bir kayığım olsa! Ada dayanamamış, kalkıp
bakmıştı:
Çok
güzel! dedi solumdan doğru omzumu tutup...
Görür
gibi hissediyordum Su’dan çekinen elinin
titrekliğini; bir dünyadan bin dünya
yaratıp da avuçlarına koysan ne fayda, sevmek haram... yedi
iklim dört köşe,
haram! Sevgi, ben’in sevilip okşanmasına
yaramadıkça bin ömür, haram! Bir
bilebilseler, âh bir bilebilseler ki kişinin kendinden başka
korkacak kimse
yok! Ada’ya sözlerim geçti aklımdan
şöyle bir... bir önceki akşam, erkenden
odamıza kapanıp da herkes kendi yatağında, yorganları dizlerimizden
doğru
çenelerimize çekmiş, olacaksa bir yolumuza
bakmaya çalıştığımız sıra kanaya
kanaya: Bana şunun cevabını versin biriniz, diyordum soğukkanlılığımı
elden
bırakmamaya çalışarak; Yürümeyi ne
çok sevdiğimi biliyorsunuz ikiniz de...
ikide bir, başımı alıp alıp gidiyorum işte ikinizi birden kendi
halinize bırakıp;
o bir başıma yürüyüşümle, sen ya da
Su ile çıktığım yürüyüş arasında
ne fark
var: Su ile yürümüşüm ya da bir
başıma, her ikisinde de sen yoksun yanımda ve
ama neden biri katlanılmaz da ötekine ses
çıkarmıyor kimse?
Benim
bi itirazım yok, biliyorsun! dedi Ada...
Biliyordum...
kızım sana söylüyorum manzumesindendi zaten ve ama
gelinin akıl yürütecek hali
yoktu; gerçek bi krizde, kaybettiği küpe tekini
arıyordu o.
Papalina’ya
kaç ay var? deyince, ağı kucağından bırakıp şöyle
bir yaslandı dizlerine, ellerini birbirine
kenetleyip alttan alttan baktı,
gülümsedi hafiften;
Çattık! der gibiydi sanki
ama hoşlanmıştı
da belli belirsiz. Keçe yeleğinin göğüs
cebinden yeni bir sigara çıkarıp
yaktı avuçlarına kapanıp:
Haziran’ı
bulur, dedi; Çok mu seversin?
Yok
canım, dedim; Sana sevdirmeye çalışıyorum kendimi... Anla
yani, biz de
biliyoruz bi şeyler!
İyi!
dedi bıyık altından gülüp; Seversen eğer, şansa
tabii, uskumru çıkar belki
akşam... burda mısın?
Burdayım,
burdayım! dedim heyecanlanmış... alttan alta bi davetti de sanki,
kavga-dövüşü
göze alıp hazırladım
kendimi; Daha burdayım, kaçta çıkarsın?
Gün
bi devrilsin de hele! dedi; Üç, dört...
Balığa
filan çıkmayı düşünmüyorsundur
umarım! dedi Ada, itiraz kabul etmez bi
uyarıyla; baktım, baktım... Önümdekileri iteleyip bi
sigara yaktım; peynirli,
bol maydanozlu bi omletle bira söyledim yetişen garsona.
Açgözlülük
değildi... ama bunca zaman kimseleri inandıramadıktan sonra kendimi de
inandıramıyordum artık; bir denizi tüm balıklarıyla birlikte
sevmek gibi belki,
bir bahçeyi tüm
çiçekleriyle... ama olmuyordu işte! Su,
tüm hücrelerinde çığlık
çığlığa bi isyanın pençesinde tüketip
duruyordu kendini aylardır; Ada, açıkça
söylemese de tercih edildiğini sanmanın gururuyla sarhoştu ama
aklı, belki sonuna
kadar Su’da kalacağını bildiği tapumda olduğu için
sürekli, tedirgin, tetikte;
ben, gelen her yeni günle bir daha paramparça,
imkânsızı zorlayıp duruşumla bir
daha, bir daha aptal.
Bi
biramı içer misin? dedim ağzım dolu, bardağımı kaldırıp
selamladım...
Yok,
sağ ol! dedi sigarasını küpeştede ezerken; Bende daha iyisi
var... Erkencisin?
Her
zaman değil, dedim; Havadan herhalde, bol oksijen... neyse
içim yanıyor bu
sabah.
Karnını
doyur da gel! dedi... Haklı şiirler gibiydi, kesin, net, kendinden
emin, olanca
güzel; gözlerimle evet dedim sade, ki Su yetişti:
Kabak
çiçeği dolması siparişi verdik, unutma! dedi;
Fatma’nım da yavru kalamar
dolması yapacak sana...
E
yetişirim canım, dedim üstüme alınmadan
hiç; Bakın, kahvaltımı da yaptım; iki
çift laf edip dönerim hemen, merak etmeyin. Atlayıp
Sarmısaklı’ya, Şeytan
Kayası’na filan gidin siz... sen al makineyi hatta, fotoğraf
çek biraz; bensiz
konuşun meselemizi.
Hemen
mi gidiyorsun? dedi Ada hoşnutsuz.
Tabağım
bitince! dedim.
Ben
odama gidiyorum o zaman, dedi arabanın anahtarını Su’nun
önüne itip;
Darılmazsın değil mi Su, dere tepe dolaşacak halim yok benim
hiç?
Siz
bilirsiniz! dedi Su içi içini yiyerek; Bana
göre hava hoş... Kaçta buluşuyoruz?
İki,
üç... dedim; Yemeğe! Farkındaysanız balığa filan
çıkmıyorum... üstelik, dişi de
değil gördüğünüz gibi?
Hı-hı!..
yaptı Su pek memnun;
üçümüzün
içinde yalnız kalmayı en çok o istiyormuş gibi
birden; Ada, manalı manalı bakıp baş baş yaptı eliyle, doğruldu ağır
ağır...
Hadi
Su... saat üçte, burda! dememle kalkmam bir oldu,
Ada’ya da el edip atladım
duvarı, pat diye kondum kayığa.
İpi
çözseydin bari! deyip beni beklemeden kendi atladı
kıyıya, çözüp itti kayığı,
atladı; ağı kucaklayıp kıça taşıyarak yer açtı
bana, geçip yol verdi pat pat...
Kadın
kısmının suyuna gitmek lazım, dedi sağ eliyle yekeye yapışmış; Ben hep
burdayım, iki tek atalım da dön sen tez elden!
Gülümsedim hem de bi
dert ortağı bulmuş olmaktan memnun,
Ne kadar suyuna gitmeye çalışsan da gönül
hep kırık! dedim. Anladı; yekeye bi
ip geçirip pay vererek sancaktaki ıskarmoza bağlarken, İnsan
yaptığından
mesul... dedi; Sen suyuna git de hele, gönül koyanın
günahı kendine artık!
Kamarasına girip iki çay bardağı, şişe ve su bidonuyla
çıkageldi, livarın
üstüne yerleştirip tekrar daldı kamaraya...
üç mandalina! Su da istiyo musun?
dedi çay bardaklarını duble doldururken. İsterim... dedim;
Su koymazsan aslan
sütü olmaz! Alınmış gibi, Biz o kadar olamadık demek
ki, dedi sek kadehini
benimkinde tıklatıp da yuvarlarken; Bi de... harama helal katılmaz
derdi
dedebabalar, öyle gördük biz! Mandalinaları
soymaya girişmişken kaşlarının
altından bakıp sonra, İstersen peynir de var içerde, dedi;
Gerçi yedin ama?
Sen
mi koydun kayığın adını?
Yok,
dedi sigaralı elini çenesine yaslayıp... gözleri,
içi, epey uzaklara dalmış;
Yani ben koydum tabii de... asker arkadaşımın, asker arkadaşım
Ali’nin
soyadı... Dünya güzeli bi adam, allah rahmet etsin!
Şâhâne
bi ad, dedim; Görür görmez vuruldum.
Bakma
canım, dedi kadehi dipleyip de yenisini doldururken;
Gönül bu, kırılır; hatta,
allah bilir ya, kırılsın diye yapılmış dinine yandığımın!
Pek
gönül kırmışa benzemiyorsun ama? dedim korka
çekine.
Olur
mu hiç, dedi; Kırmam mı!.. Yani bile bile değil tabii...
ama... ama asıl
kırmamaya çalıştıkça kırılıyor bu namert... hani
sakınan göze çöp batar derler
a, aynı. Nobranlıktan bahsetmiyorum tabii... yani mesela şu ada yani,
allah
bilir kaç gönül kırdılar adını Alibey
koyarken, yol yapıp da Ayvalığa bağlarken...
Ruhuna rahmet okudular canım adanın, nesi varsa Cunda’nın!..
Korkağın gönül
kırması değil yani dediğim, sevenin gönül kırması...
Tutmaya bile korkarsın ya
hani, dokunmaya bile kıyamazsın da gene de kırılır ya yüreği...
Yol
kesip açığa döndürdü kayığın
burnunu... arka tarafına dolanmıştık adanın; başa
geçip elinde mantarlı oltalarla geldi, Erken daha ama
sallayalım iki tane,
bakarsın şansa çıkar bir iki tane! deyip pırıl pırıl bi
konserve kutusu koydu
livarın üstüne, Midye! dedi; Sen bulaşma, ben
hallederim! deyip iğneleri
hazırlamaya koyuldu sonra.
Yalnızsın
değil mi? dedim... kaşlarının altından bakıp beklediğini
görünce de, Yani yenge
menge yok?
Olsa
da yalnız değil misin? dedi; Sen yalnız değil misin?
Orası
öyle... deyip kaldım ne diyeceğimi bilemeden; Hem yalnız, hem
kalabalık...
bilmiyorum, karıştı işler, tam çorba!
Yorma
kafanı, dedi; Oluruna bırak... su yolunu bulur!
Karşımda
oturanın adı Su, biliyor musun? dedim aklım birdenbire binbir
çağrışımla daldan
dala; Yanımdakinin de Ada!
Güzelmiş,
dedi; Bunun adı gibi güzel... adlarıyla yaşarlar inşaallah!
Biliyosun değil mi,
dedi sonra sağ elinin işaret parmağındaki derin kesikte neredeyse
kaybolmuş
misinayı bir iki tartıp; İkisini de bırakacaksın sonunda... iki
gönlü birden
kıracan yani?
Bence
üç! dedim boğazım düğüm
düğüm; kadehime saldırdım acele, öfkeli,
kopkoyu
kederde.
Doğrusun,
dedi o da uzaklarda birden; Doğrusun... Gök ağlarmış biliyo
musun, gönüller
ayrılınca gök ağlarmış kahrından... görmüyoz
ama ağlarmış, inanırım ben.
Bilmem
mi!.. dedim. Sigara yaktım, kadehlerimizi doldurdum dubleleri
gözetip... Su
koyuyordum ki kendime, Bu beyaz da o ağlayan gökün
bulutu işte! dedim; Hani
mesela dedik... Hadi, gönüle!
|