Üzerine oturduğum
kayalığın karanlık kovuklarına küçük
patlamalarla vurup duruyor deniz.
Puslu,
kapanık bir göğün altında
yürüyüp geldim buraya.
Yıkık
sur kapısını geçince, sur duvarlarının içine
oyulmuş, altı yedi kişinin
güçlükle sığdığı o
küçük içki
evini görmüştüm önce.
İçeridekiler
görmesin diye
pencerenin önünden eğilip geçmiştim.
Sonrası
birdenbire denizdi.
Kuma
çekilmiş karanlık, uzun sandalların arasından
geçtim. Uçtaki bu karanlık
kayalığa nasıl gelip oturduğumu hatırlamıyorum. Sigara yakmak
için kibritimi
çakınca, kayıkların ötesinden birinin, ben de
buradayım, der gibi bana doğru
öksürdüğü aklımda.
Ötelerdeki
fener, o sonu gelmez dönüşleriyle uzun ışık
çubuklarını denizin
üzerinde dolaştırıp duruyordu. Fenerden ara sıra bana kadar
uzanan ışık
çubuklarında görebildiğim denizi ellerimle tutacak
gibi oluyordum.
Getirip
geceye süslediğim, getirip denizle gecenin buluştuğu yere
koyduğum
yüzüne ışıklar vurup vurup geçiyordu. Sana
sigara içişlerini ekliyordum da,
kibriti yakarken yine ellerim titriyordu. İnce parmaklarının arasında
tuttuğun
sigarayı dudaklarına yapıştırıp bana doğru eğilişin; kibritin alevine
sokuluşun; o düzgün, öpülesi
dudaklarının arasından dağılan, bir öpücük
gibi
yüzüme konan o ilk duman; sonra da masaya dayalı
dirseğinin üzerinde bir kuğu
boynu gibi yükselen biçimli kolunun ucundaki
küçücük elinin parmakları
arasında
tüten sigaranın gerisine çekilip arkana dayanışın.
Var
gibi yok gibi bir görünüp bir silinen
yüzünün üzerinden deniz fenerinin
ışık çubukları, belli aralıklarla gelip geçerken,
sağa
sola her dönüşünde
savurduğun kalın örgülü saçınla
süslediğin
güzel yüzünü bir ben
görebiliyordum.
Bir keresinde yüzün yine aydınlığa girince,
yanağında,
dudağının hemen biraz
sağında, oracıkta, bir küçük sinek ısırığı
görmüştüm de, yaşanırlığın
küçük de
olsa bir belirtisi saymıştım onu; sevmiştim. Seni bir resim gibi, bir
heykel
gibi düşünmek istemeyişimdi belki. Yaşayan, soluk
alıp veren,
konuşan, öpüşen,
gülen, sırasında ağlayan, mutluluğu özleyen, ama acı
çeken, yalnızlıktan
bunalan ve bunalmayan deliceleri olan genç bir kız diye
sevişimdi seni.
Sokağınızı
bulduğumda güneş daha batmamıştı.
Tahtaları
kararmış, ince demir parmaklıklı pencere önlerinde saksılar
dolusu
renk renk camgüzelleri sıralı, ikişer üçer
katlı ahşap evlerin, boyaları
dökülmüş kapılarında '48' numarayı
arıyordum; senin verdiğin numarayı. Bir
kâğıda yazmıştım. Unutmamak için boyuna elimde
buruşturduğum kâğıda bakıyordum.
"Köşedeki
bakkala sor," demiştin.
Sormuştum.
Bakkalın başı kalabalıktı. Yüzüme dik dik bakmıştı.
Aldırmamıştım.
Başından savar gibi buraları söylemişti.
"Önünden
tren geçer," demiştim.
Kapılarda
numaraları arıyordum. Ansızın, müthiş bir
gürültüyle müthiş bir tren
geçmişti yakınımdan. Dalgınlığımın içinde
hiç beklemediğim bir patlamaydı
trenin geçişi. Neden bilmem, ilk evin basamaklarına
atıvermiştim kendimi; sanki
trenin üzerimden gelip geçmesinden korunmuştum
böylece. Kirli mavi vagonların
çok yakınımdan akıp geçişi başımı
döndürmüştü.
Kapıların
hiçbirinde numara yoktu. İkişer atlayarak, evleri, kapıları
sayarak
yürüyordum. '48' numaralı olduğunu sandığım kapıyı
bulduğumda yüreğim durmuştu
sanki.
Yukarılara
bakmıştım; evin ikinci katına. Pencereler açıktı, ama
sensizdi. İyi
ki sensizdi. Kimdi o kadın, bilmiyorum, kara bir
başörtüsünün altına gizlemişti
yüzünü; baktığım, perdeleri
çiçekli pencerelere bakmıştı da, buruşuk,
öfkeli,
ince bir sesle,
"Kimi
arıyorsun?" demişti.
Öyle
ansızın, öyle dövercesine sormuştu ki, utanmıştım.
"Buralarda
Şefik beyin evi olacak; onu arıyorum. Acaba siz..."
Bakışları,
birden o örtülü
kötülükten arınmış, bu kez de meraklı bir
gülümsemeyle
"Şurası,"
demişti.
"Şurası"
dediği, başıyla gösterdiği eve bakmıştım.
"Şu
taş basamaklı büyük ev."
"Şu
köşedeki mi?"
Başını
sallamıştı.
"Sağ
olun."
Kapattığı
yüzünden genç mi yaşlı mı olduğunu
anlayamadığım kadının, yüzünü
açıp
arkamdan şaşkın şaşkın baktığını sanıyorum.
Köşedeki
taş basamaklı üç katlı büyük evin
kapısında da numara yoktu. Görülmek
de istemiyordum; çekiniyordum. Üstelik, evin ikinci
katının penceresinden tren
yoluna uzatılmış uzunca bir değneğin gerdiği iplere kurusun diye bebek
çamaşırları asılmıştı. Senin anlattığın eve hiç
benzemiyordu. Bir başka Şefik
beyin evi olabilirdi. Bir suçlu gibi sıvışıp gitmiştim o
evin önünden.
Gecikiyor
olmanın telâşı içinde dönüp
bakkala bir daha sordum. Başı çıplak
bakkal, müşterisi olmadığımdan belki, kapının dışına kadar
çıkıp yolun çok daha
ilerisini gösterdi eliyle. Açtım adımlarımı. Başka
bir Şefik beyin oturduğu taş
basamaklı evin önünden hızla geçtim.
Köşeyi dönünce sokağı kız
çocuklarıyla
dolu buldum. Sizin olması gereken, perdeleri açık ama sensiz
olan ahşap evin,
beni bir an korkutan, beni belki de bilinmez bir gelecekte
içine alacak olan
evin önünde, bilmediğim çocukça
oyunlarının içinde buldum onları. O kadar garip
bir görünüşüm mü vardı,
bilmiyorum, ama o sokak için alışılmamış, yabancı biri
olduğumdandır belki, beni görünce bıraktılar
oyunlarını, donuk gözlerle bana
bakarak kalakaldılar oldukları yerde.
Senin
gibi sarı saçlısı, gözlerimin içine
kadar sokulup baktı bana. Ne
yapacağımı bilemedim. Bir suçlu gibi geri
çekildim. Neden sonra toparladım
kendimi,
"Çocuklar,"
dedim, "Şefik beyin evini bilen var mı
aranızda?"
Anlamamış
gibi, oldukları yerde, suskun, durdular öylece.
"Sizin
mahallenizde değil mi burası?"
Saçları
senin gibi sarı olanı, çekingenliğini gerilere itip konuştu
sonunda:
"Bizim
mahallemiz tabii."
"peki,
bu sokakta oturan var mı aranızda?"
"Bu
sokakta oturuyoruz," dedi saçları sarı olan.
Birden
aklıma geldi; iyi ki geldi: adınla sordum seni, hiç
çekinmeden.
"Tanımıyor
musunuz onu?" dedim. "Burada oturuyorsanız tanıyor
olmalısınız."
Sevinçle
cıvıldaştılar. Sokak, bir anda şarkılandı. Başlarını kaldırıp bir
ağızdan sana seslendiler.
Sarı
saçlısı, -ne güzeldi gözleri- bir yandan
sana seslenirken, bir yandan da
koşuyordu sizin eve doğru.
"Çocuklar,
durun biraz!"
Aklıma
ilk geleni yaptım: dönüp hızla uzaklaştım oradan.
Kaçtım da diyebilirim.
Köşede bir an durup soluklandım; dönüp
baktım: Kolsuz, deniz gibi kazağınla
ikinci katın penceresindeydin. Hemen önünden
geçen elektrik tellerine takılmış
bir uçurtma gördüm. El sallayacaktım sana
uzaktan, ama arkanda beliren bir
hanımın yüzü -annen olmalıydı-, bir de tam o sırada
gürültüyle yanı başımdan
geçen yeni bir tren, yeniden adımlarımı açmak
zorunda bıraktı beni. Yukarıda
caddeye çıktığımda tren sesi uzaklardaydı. Yokuş yukarı
koşar adım yürümenin
hiçbir anlamı yoktu; bir açıklaması da.
Düzlüğü bulunca, bir taşın üzerine
yığılınca anladım bunu. Üst üste birkaç
sigara daha içtim orada. Uzaklardan,
sizin oralardan bana kadar uzanan karşı yönden gelen bir başka
tren sesiyle
oturduğum yerden kalkıp tramvay yoluna çıktığımda sokak
lambaları yanmıştı.
Ben
bu türkülerle büyüdüm.
Beni ninnileyen, ağıtlayan, mutlayan, beni 'ben'
yapan biraz da onlar. Ben onlarsız yapamam. Ama bu yoğun, bu karanlık
gecede,
denizi, gökyüzünü, seni, beni
birbirimizden alıp birbirimize vuran bu
türkülü,
bu bol sigaralı gecede, az ötemdeki uzun, karanlık, yorgun
kayıkların oralardan
gelen o öksürüklü
türkü, neden beni böyle duygulandırıyor,
anlamıyorum.
Bir
ara, bir sigara ateşinin, oralarda, yorgun kayıkların hemen
ötesinde
ateşböceği gibi parlayıp
söndüğünü görür
gibi oldum.
Oydu
söyleyen. Kendini de, bilmeden beni de savuran oydu; o
ateşböceği gibi
yanıp sönen sigarasının ucundaki adam. Bu uçtaki
kayaya gelip oturduğumda, ilk
kibriti çakınca, uzun, karanlık, yorgun kayıkların oralarda
görür gibi
olduğumdu. Sevişmenin,
aşkın bile hoş
görülmediği, horlandığı, düpedüz
yasaklandığı; ancak ayrılıkların, acıların
seslendirilip türkü olduğu bir toplumda, oydu daha önce
yaşanmış bir
sevdanın acısına en ağır, en çırılçıplak, en
bıçaklı ağıtı yakan. Bir yangın
yerinde, içimize vuran büyük yalazları
körüklüyordu sanki. Kayıkların
ötesinde
kumlara uzanmıştı belki de; ayaklarını denize sokmuştu belki de; bu
sonsuz
gecenin altında, alçalmış karanlık bulutların altında, deniz
yüzeyinde,
kendince, ezilmişliğin, kahrolmuşluğun tarihini yazıyordu belki de.
Geceye,
gökyüzüne, görünmez engin
denize karşı, içindeki Tanrıyı büyüterek,
biraz da
kendi Tanrılığını seslendirerek dolduruyordu geceyi kendince.
Yavaşça
kalkıp gitsem şimdi yanına. Birden aydınlatıversem
yüzünü, onu bütün
içiyle, o kocaman çırılçıplak
içiyle görebilir miydim? Sanmıyorum. Kirli
açık
yakasından içine sızan yüzündeki ıslaklığı
görmeme kızardı sanıyorum. Yarattığı
büyü bozulurdu.
Türkü
durmuştu. Altımdaki kayalığın kovuklarına, deniz
küçük küçük
vuruyordu.
Bir sigara daha yaktım.
Herkes
sokaklarına, evlerine; herkes perdelerinin ardına
çekilmişti. Herkes
akşam yemeğini yemiş, herkes kendi gecesine çekilmişti.
Akşamüstü, önünde kız
çocuklarının oynadığı, senin gibi sarı saçlı
küçük kızın "Bak seni bir
ağabey arıyor!" diye penceresine seslendiği, '48' numaralı olması
gereken,
numarası düşmüş ahşap evin kapısıydı bu.
Güneşin batmak üzere olduğu saatte
gelip bulduğum, geceye hazırladığım evin kapısı.
Ellerim
titriyordu kapınızı çalarken. Arkamda iki teyzem duruyordu;
karanlıkta
iki eskimiş bacı. Kapının üstündeki cam birden
aydınlanıvermişti. Arkamı
dönünce, iki eski bacının yüzlerini
görmüştüm vuran aydınlıkta. Sonradan
söylediler: hızla sarılıp ikisini de yanaklarından
öpmüştüm.
"Saat
21.30'da çıkın; sizi şu ilerdeki köşede
bekleyeceğim," dediğim
aklımda.
İkisi
de bu kentin, hele bu sokağın yabancısıydılar. Orada burada dolaşacak,
söylediğim saatte gelip bekleyecektim onları köşe
başında.
Kaçar
gibi uzaklaştım oradan. Köşedeki lambası kırılmış elektrik
direğinin
karanlığına sığındım. Kapının açıldığını, yola doğru uzayan
aydınlığın içinde
kalan iki bacının içeri çekildiğini, ışığın
daralıp yok olduğunu, kapının
kapandığını izledim oradan. Bitişik evlerden görülmek
korkusuyla, yoldan geçen
herhangi biriymiş gibi geçtim evinizin
önünden. Bir de ıslık sıkıştırdım
dudaklarıma. Kim olsa anlardı garipliğimi. Sizin katın ışıklı,
çiçekli basma
perdelerinde, beklediğim gibi, koyu pembe gölgeler oynadı,
sonra her şey durdu.
Ne
zormuş. Aklımın ucundan bile geçirmezdim. Ben hiç
böylesine sevmedim ki.
Orada
saatin bir an önce 21.30'u bulmasını, iki eski bacının evden
çıkıvermelerini nasıl isterdim. Ne yaptığımı bilmeden ışıklı
alana kadar koşar
adım yürüdüm. Işıklı yalnız kahveye oturmak
geçti içimden, bir bardak çay
içmek
geçti, ama nedense göze alamadım.
Sen
bütün bu küçük
güzelliklerin de en güzel ablasıydın; tıpkı
sokağınızdaki
çocukların ablası olduğun gibi. Bense, seni
bütün bu şeylerden alıp koparacak
bir yabancı, bir dışarlıklı. Hakkım yok gibiydi buna.
Birden
yine bir tren, yakınımda. Köşedeki bakkaldan,
çıplak ayaklarına
geçirdiği kırmızı plastik terlikleriyle on beşinde bir kız
çıktı sokağa, geçip
giden trenin arkasından baktı bir süre; -ona ilk kez başka
türlü baktığımı
anlayıp şaşırdım- trenin soluk aydınlık camları ardı ardına akıp
gidince yine
dönüp bakkal dükkânına girdi kız.
Kahvenin,
bakkal dükkânının alana vuran ışığında beş oğlan
çocuğu top oynuyordu.
Birisi, en küçük olanı, donsuzdu,
yalınayaktı, küçük
çüküyle topun ardında
koşup duruyor, ama topla bir türlü buluşamıyordu.
Üstünden
tren geçen köprünün altından
geçtim. Nemli bir karanlıktı. Odun
deposunun önüne bırakılmış büyük
kırmızı kamyonun arka lastiğine uzun uzun
işedim. Yolun sağındaki daracık kaldırımda
yürüdüm. Kaldırım boyunca uzanan
yüksek sur duvarları karanlığı
gökyüzünden indiriyor gibiydi. Niye olduğunu
bilmeden tam yine koşmaya başlayacaktım ki, yıkık sur kapısını
gördüm yanımda. Durdum.
Uçucu bir çekingenliğin getirdiği ince, belirsiz
bir ürpertiyle karanlık
kapıdan geçtim. Kimsecikler yoktu. Aysız bir geceydi. İşte
orda, ansızın, sur
duvarlarının içine oyulmuş o
küçük içki evini
gördüm. Ancak altı yedi kişinin
güçlükle sığıştığı
küçücük bir yerdi. Duman
içinde birtakım alacakaranlık
yüzler. Görmesinler diye pencerenin
önünden eğilip geçtim. Sonrası birdenbire
denizdi işte; sesinden, kokusundan bildiğim yoğun deniz. Denizleri hep
sevdim
ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne
güzelse seni
öyle sevdim.
İşteyim.
Kayanın ucuna oturmuş, denizle gecenin ortasına getirip koyduğum
yüzünleyim.
Ne
diye o iki eskimiş teyzemi alıp getirdim size. Sen istedin belki, ama
niye?
Ah, şimdi kim bilir ne kadar sıkılıyorsundur. Bilmiyorum, o kırmızı,
yakası
açık giyiminlesindir; nazlı bir kırmızı lale gibi
utangaç, sevinçli, kederli,
ortalarda salınıyorsundur. Öyle ya, az sonra kız istenecek;
susulacak,
konuşulacak, gülünecek, sözde
düşünülecek; belki de söz
kesilecek. Kolay değil.
"Kızımızı oğlumuza istiyoruz" denilecek. Onlar sana bakıyorlardır.
Biliyorsun, sen kimselere bakamıyorsun. Ama kim bilir ne güzel
bakamıyorsun.
Birden
aklıma saat geliyor. "Saat 21.30'da çıkın," demiştim. Saati
görmek için kibriti yakıyorum. Ellerimde titriyor
kibritin alevi. Daha yarım
saatim var. Duramıyorum, kalkıyorum.
Küçük
içki evinin önünden yine eğilerek
geçiyorum. Birdenbire deniz de yok
işte. Birdenbire trensiz bir tren köprüsü.
Sonra birden, çocukların oynadığı o
ışıklı, kahveli, bakkallı, top oyunlu alan. Topun ardında koşan donsuz
ufaklık
yok. Başka çocuklar doluşmuşlar alana. Yazlık kahveye
giriyorum. Aydınlıkta
karanlık yoğun gece birden yok oluyor. Deniz işçileriyle
üç yedek subay
öğrencisi üç masaya doluşmuşlar. Hepsi de
bana bakıyor gibiler. Boş bir masaya
oturuyorum. Yandaki masalardan birinde bir bardak kırılıyor. Bardağı
kıran, o
kara ceketli işçi değilmiş, çok uzun bir
bardakmış, kolu takılıvermiş; öyle
söylüyor. Sonra birden, unuttuğum alana koşuşan
çocukların gürültüsü
sarıyor ortalığı.
İki genç kız, göstermelik
yürüyüşleriyle, incecik yazlık giyimlerinin
altında
beliriveren yuvarlak, diri kalçalarını,
küçük dik göğüslerini
oynata oynata,
kol kola alanı bir uçtan bir uca geçiyorlar.
Arkalarına iki arsız ıslık
takılıyor; kıkırdıyorlar. Yaşlı garson, güneşlerin,
yağmurların eskittiği
masalara çaylar dağıtmaya başlıyor. Seninle karşılıklı
çay içtiklerimiz geliyor
aklıma; saklı gizli buluşmalarımız, öpüşmelerimiz,
ama hep saklı, hep gizli;
her zaman her yerde.
Teyzelerimi,
o yorgun eski kadınları ta nerelerden getirdim; biliyorsun. Bu
koca kentin yabancısıdırlar. İkisi de en sevilesi çağlarında
dul kalmışlar.
Erkenden eskimiş iki bacı, bırakıldıkları ölü bir
kasabada birlikte
oturuyorlar, birlikte yaşlanıyorlar şimdi. Bakma, kendilerince
hoşnuttur onlar.
Mutluluk, onların görmedikleri, bilmedikleri,
yaşamadıklarıdır. Bu yüzden, hiç
aramazlar mutluluğu; bilmedikleri, tatmadıkları için de
mutsuz değillerdir. Bir
garip, anlatılmaz yalnızlıktır onlar; iki kişilik bir yalnızlık.
Evlerinde kedileri
vardır. Bahçede küçük bir
kümeste tavuk beslerler. Büyük teyzem
çiçek
delisidir; saksılarla doludur ev içleri, cam
önleri. Küçük olanıysa durmadan
dört bir yanı süpürür, siler,
döşeme tahtalarını sarıya boyar. Eve gelenleri
ayakkabılarıyla almazlar içeriye; kurumuş, boy boy konuk
terlikleri vardır;
üşenmeden hemen onları çıkarıp koyarlar
çift çift, gelenlerin önüne.
Ufak
tefektirler, ama ikisi de boğazlarına düşkün
kadınlardır. Erkenden de yatar
uyurlar. Kocalarından kalma birer evin tek sahibidirler.
Çocukları da yoktur.
Evin birinde otururlar, öbür evin geliriyle de
yaşarlar. Kendileri gül gibi
geçinip gittiklerini söylerler. Azla yetinmenin
buruşmuş çiçekleridir onlar.
Böyledirler işte.
Birden
saat geliyor aklıma. Yavaşça bileğimdeki saate bakıyorum:
Saat 22.00.
Bilerek gecikmenin anlatılmaz keyfi içinde çayın
parasını masaya bırakıp
kalkıyorum. Yavaş, isteksiz adımlarla alanı geçiyorum.
İki
şaşkın kumru gibi sokağın köşesinde beni bekliyorlardır şimdi.
Biliyor
musun, seni çok seviyorum. Bu gece senin için bir
öykü yazacağım.
(1957-1997,
İstanbul)
Erdal
Öz. "Sular ne Güzelse" Can Yayınları, İstanbul, ss:
117-128.
Kaynak:
www.edebistan.com
|