“En
uzaklarda, en bilinmediklerde, hiç tanımadığımız insanların kim bilir hangi
dertlerini, hangi
duygularını,düşüncelerini, yalnızlıklarını, kederlerini taşıyan gece
istasyonları...Dünyanın dört yanına dağılmış yalnız ve kalabalık gece
arkadaşları....Ve ince bir Radyum ışıltısının cılız aydınlığında ışıyan
karanlık odalar... Ve o odaların yalnızca kendi takvimlerini yaşayan
insanları....
Şimdi
kim bilir kaç ülkede, kaç
insan, kaç karanlık odada radyo dinliyordur... Ne
kadar kalabalık ne kadar çok
uluslu bir yalnızlık bu...” Murathan
MUNGAN
Afyon
Bolvadin’deyiz… Sene 1969, aklım yeni yeni ermeye başlıyor. Haftada bir gece ailece bir odaya
toplanıyoruz ve o müziği bekliyoruz. Müzik kelimelere nasıl dökülür bilmiyorum
ama dı dı dı dıııt dı dı dı ddııııt diye başlayan, çağıran bir müzik. Ardından
tok bir ses “Radyo Tiyatrosu” anonsunu yapıyor ve devam ediyor; yazan…,
çeviren…, seslendirenler…, efekt… Odanın ışığı kapatılıyor, bütün aile radyodan
yükselen seslerin oluşturduğu o büyülü alemde kayboluyor. Çıt yok odada.
Beş
yaşındaydım o zamanlar. Okula bile gitmiyorum, tiyatro nedir onu da bilmiyorum.
Murathan Mungan’ın satırlarında bahsettiği o çok uluslu yalnızlığın bir üyesi
olduğumun ise farkında bile değilim. Sanıyorum ki o kutunun içinde küçücük
insanlar var; oyunlar oynuyorlar, şarkılar söylüyorlar, her saat başı da
babamın merakla beklediği ajansları okuyorlar. İçini açmaya bir cesaret
edebilsem sanki hepsiyle göz göze gelecekmişim zannediyorum.
Televizyon
yok o zamanlar, bırakın televizyonun olmasını, fikri bile yok hayatlarımızda.
Her evin
kocaman bir radyosu var; büfelerin üstüne yerleştirilmiş, üzerlerine dantel
örtüler serilmiş. Ama bizim radyomuz öyle değil, memur adam radyosu; küçük,
pratik ve taşınabilir. O radyoyu ne zaman elime aldım, ne zaman birlikte
dolaşmaya başladım hatırlamıyorum.
Hani
çocukların hiç bırakamadıkları bazı oyuncakları olur ya, benim oyuncağım da o
büyülü alet olmuştu. Elimde radyo; mutfak, salon, bağ, bahçe ve ben yurtdışından
izne gelen Almancılar* gibi sürekli radyoyla dolaşıyorum. Ne buluyorum o
kutudan yükselen seslerde bilmiyorum, dostluğun da ne olduğunu bilmediğim gibi.
Şimdi
ise biliyorum o büyülü seslerde ne bulduğumu. “Dost hadi gidelim dediğinde
nereye diye sormadan kalkıp seninle gelendir” diye okumuştum bir yerde, işte o
yıllarda ben de benimle her yere sormadan gelen o radyoda dostluğu buluyormuşum
farkında bile olmadan. Ben “hadi” derdim, tutardım sapından, o da hiç itiraz
etmeden nereye desem oraya gelir, benimle dere tepe dolaşırdı.
Dağ
bayır dolaşarak mütemmim cüzüm radyom ve ben yaşayıp giderken yıllar yılları
kovaladı ve lise bitti. Haziran ayında postacının getirdiği zarfı kalbim
duracakmış gibi açtıktan iki ay sonra kadim dostuma “Hadi Ankara’ya gidiyoruz”
dedim, o yine sormadı neden diye ama ben söyledim; okumaya gidiyoruz dedim.
Sevindi mi ya da benim gibi evden ayrılmanın hüznünü içinde hissetti mi
bilmiyorum ama her zaman olduğu gibi hiç itirazsız benimle geldi, o gecekondu
semtindeki fakir evime.
İlk
gurbete çıkışımın yalnızlığının susmayan tek sesiydi. “Gecenin İçinden”
programı ile beni uyutup, “Günaydın” programı ile uyandırırdı. Ben uyurdum o konuşur, anlatır, şarkılar,
türküler söylerdi hiç bıkıp usanmadan. Neden bu kadar candı, neden bu kadar
canandı bilmiyorum, belki de yatağıma aldığım tek dostum olduğu içindi.
Hayat ne
kadar garip ve sürprizlerle dolu. Gün yirmi dört saat ve ben eve geldiğim andan
itibaren radyo dinliyorum. Bütün programları seviyorum ama nedense cumartesi
sabahları yayınlanan “Günaydın” programını bir başka seviyorum. Mecbur
olmadığım halde her cumartesi uyanıyor ve o programı dinleyip tekrar
uyuyorum. Bir şey var o programda beni
çeken; çalınan müzikler. Ayrılığı, hasreti anlatıyor şarkılar, türküler.
Arabesk bir lezzet var sabahın seherinde radyodan yayılan nağmelerde.
O
zamanlar bilmiyorum o programın Türkiye’nin Sesi Radyosu tarafından hazırlanıp,
gurbete gidenler ile sılada kalanları, aynı yürek sızılarında buluşturduğunu ve
beni o programa çeken büyünün de, sınırlar ötesi hasrete tercüman olan
nağmelerde, kendi iller arası özlemimin dile gelişi olduğunu. Ve yine
bilmiyorum yıllar sonra kaderimin bana oynadığı güzel bir oyunun sonucunda o
radyoda çalışmaya başlayıp, o programı benim hazırlayacağımı.
Nereden
bilirdim ki işletme bölümünde okuyan bir öğrenci olarak yolumun radyodan,
seslerden, kelimelerden geçeceğini. Sanıyordum ki mesleğe atıldığımda
rakamlarla oynayacağım. Ama kader insana bazen güzel sürprizler yapıyor,
oyunlar oynuyor; bana yaptığı gibi. Alanımla ilgili bir sınava girmek için
geldiğim Ankara’da bir arkadaşım, bütün hayatımı etkileyecek o soruyu soruyor:
“Neden TRT’nin sınavına girmiyorsun?”
“Ne, ne
diyorsun sen, babam beni öldürür, şanocu mu olacaksın sen diye” ilk anın
şaşkınlığıyla cevaplıyorum arkadaşımı. Ardından aklım yatmaya başlıyor, en
azından sınav tecrübem olur, zaten çok fazla belge istemiyorlar başvururken
diyorum ve TRT’ye belgelerimi teslim ediyorum. Tabi ki aileme tek bir kelime
söylemeden!
Ve hala
gülüyorum sınavda jürinin bana yönelttiği “Seni işe alırsak radyodan
televizyona geçer misin” sorusuna verdiğim cevabı hatırladıkça. O yılların
saflığı ile “Ben daha işin ne olduğunu bilmiyorum ki televizyona geçmeyi
düşüneyim” deyiveriyorum.
Doğruydu
da söylediklerim ben işin ne olduğunu bilmiyordum ki… Ama şimdi biliyorum ve
diyorum ki; işim kaderimin bana oynadığı en güzel oyun, hayatın bana verdiği en
büyük armağan. İnsanın işine armağan olarak bakmasından öte mutluluk olabilir
mi?
Sizler
mesleklerinizi nasıl tanımlarsınız bilmiyorum ama ben şöyle tarif ediyorum:
“Devlet bana oku, öğren, yaz, anlat diye her ay maaş veriyor, insanların hobi
olarak yaptıklarını ben para kazanmak için yapıyorum” bundan güzel bir iş
olabilir mi?
Ki
bunlar radyoculuğun kişisel gelişime olan katkısı.
Diğer
katkılarına gelince bilmem dilim döner mi, kelimeler yeter mi saymaya.
Şöyle
düşünün; elinizde sadece tek bir silahınız var; kelimeler. Kelimeler ile bir
dünya yaratıyorsunuz. Siz mikrofonun başındasınız, kelimeler ağzınızdan
dökülmeye başlıyor ve sesinizin nerelere gittiğini tahayyül bile edemiyorsunuz.
Kimin o anda radyosu açık, kimin kulağı sizde, kimin gözünde yaş var ya da
kimin dudağında gülümseme var bilmiyorsunuz.
Siz sadece kelimelerinizi söylüyorsunuz.
Söylediğiniz
her kelime, her insanda bir başka anlama bürünüyor. Bir kelime ile sizi
dinleyen kaç insan varsa o kadar çağrışım çıkıyor ortaya. Aşk diyorsunuz;
herkesin aşkı kendince canlanıyor yüreğinde, hasret diyorsunuz: herkes kendi
hasretinin sızısına dokunuyor gönlünde, ihanet diyorsunuz; herkes kendi
arkasındaki bıçağın acısını duyuyor sırtında, memleket diyorsunuz; herkes kendi
memleketinin kokusunu hissediyor burnunda. Bir kelime ile binlerce hayata
dokunmak… Hayal edebiliyor musunuz?
İşte
radyoculuk her gün, her an bu mucizeye tanıklık etmektir.
Bununla
da kalmaz radyoculuğun mucizeleri…
Diyarbakır
radyosunda çalışıyorum. Yıl 1989… Türkiye radyoları üç büyük radyonun
koordinatörlüğünde, bölge radyolarının da katılımı ile sabah, öğle ve akşam
olmak üzere ikişer saatlik canlı kuşak yayın
başlatıyor. Ben öğlen kuşağının sorumlu yapımcısıyım. O gün Türk – Alman
Çıraklık Merkezi’nin Diyarbakır şubesinin tanıtımını ve çalışmalarını konu
ediyorum, konuğum ise merkezin başkanı İbrahim Ocak. Güzel bir konuşma oluyor
ve ben konuğumu uğurlayıp ertesi günün telaşına düşüyorum.
Aradan
haftalar geçiyor ve Denizli’den bir mektup geliyor. Bir bey, programı
dinlediğini, konuğumuzun Almanya’da uçak yapım projelerinde ilginç çalışmalar
yapan mühendis İbrahim Ocak mı olduğunu soruyor. Hemen telefona sarılıyorum,
İbrahim Ocak’ı arıyorum, bahsedilen kişi olduğunu şaşkınlıkla öğreniyorum ve
mektubu fakslıyorum.
Sadece
on dakikalık bir yayın, ardından gelen bir mektup, yıllar önce birbirini
kaybetmiş iki arkadaş ve bir buluşma… Ne var bunda, bir tesadüf olmuş ve iki
insan buluşmuş diyebilirsiniz. Peki, ya bu buluşmanın ardından Denizli’de de
Diyarbakır’da olduğu gibi bir merkez kurulduğu, birçok çocuğun eğitilip iş
sahibi yapıldığını söylersem… Yine ne var bunda deyip geçebilir misiniz?
Yine
Diyarbakır’dayım, yoksul bir köyün öğretmeninin fakirlik, okuma hevesi, zeki
çocukların varlığı vb. sözlerin sıralandığı bir mektup yayınlıyorum. Mektupta
sihirli bir cümle var: “Öğrencilerim bir önceki yılın defterlerini silip
yeniden kullanıyorlar!” Bu cümlenin mucizesini iki hafta sonra radyonun önüne
gelen kocaman kolilerle yüklü kamyoneti görünce anlıyorum. Kırtasiye
malzemeleri ile yüklü. İstanbul’dan, o cümlenin sihrine yüreğini kaptıran bir
kırtasiyeciden geliyor. “Yayınınızı dinledim, o çocuklara bir armağan göndermek
istedim” diyor sonradan açtığı telefonda. Bize düşen malzemeleri götürmek,
öğrencilerin, öğretmenin sevincine tanıklık etmek ve o coşkuyu İstanbul’daki
hayırsever vatandaşımıza yine mikrofon aracılığıyla iletmek.
Bir
mektup, bir öğretmen, onlarca yoksul öğrenci, İstanbul’dan bir hayırsever…
Onları aynı yürek atışında buluşturan bir radyo yayını.
Belki de
radyoculuk kelimelerle insanları aynı yürek coşkusunda buluşturmaktır.
Ya da
sadece seslerle yaşanan bir aşktır.
Nedir
aşk? İnsanı diri tutan, sarsan, acıdan hüzne, sevinçten coşkuya kadar birçok
duyguya esir eden, insanı bazen delirten bazen de akıllandıran ama nihai olarak
bilgeleştiren bir süreçtir. Radyoculuk dediğiniz de nedir ki zaten?
Bütün bu
duyguları yaşarsınız, hem de yüzlerce kez yaşarsınız.
Sadece
bir fark vardır iki insan arasında yaşanan aşktan. Normal aşkta yâriniz ile göz
göze olursunuz, yüzünü görür, huyunu suyunu bilirsiniz sevdiğinizin.
Radyoculukta ise bütün bu duyguları size yaşatanların ne yüzlerini görürsünüz,
ne isimlerini bilirsiniz ne de huylarını. Ama bilmeseniz de kuralları aynıdır
aşk ile radyoculuğun.
Sevgi,
hoşgörü, samimiyet, iç görü, dürüstlük, duyarlılık ve fedakârlık. Olmazsa
olmazıdır bunlar gerçek radyocunun ve gerçek dinleyicinin. Yoksa nasıl taşır
radyoculuk bir aşkın bütün büyüsünü?
İşte bu
büyülü alemden gerçek satırlar. Haftada iki gece saat yirmi dörtten sonra canlı
olarak yayınladığımız “Bir Selam da Kendine Ver” adlı programın son yayınının
veda metninden; paylaşılan 190 geceden özet cümleler:
“Gerçek dost olmak üzere çıktık yola.
Sadece ağzımızla değil; yüreğimizle, beynimizle konuştuk sizlerle. Saklamadık
hiçbir duygumuzu. Dürüst olmayı ilke edindik. Dürüstlük deyince öyle sıradan
insanların yüklediği anlamıyla değil.
Biz önce kendimize karşı dürüst olduk.
Yazdığımız her satıra, söylediğimiz her söze kendi yaşadıklarımızı,
zaaflarımızı, hatalarımızı, erdemlerimizi saklamadan yansıttık.
İçimizi sonuna kadar açtık sizlere.
Kendi inanmadığımız hiçbir konuyu, kavramı getirmedik sizlerin önüne.
Ve gördük ki biz açtıkça sonuna kadar
yüreğimizi, sizler de açtınız içinizi bize; sarıldınız telefonlara, mektuplara.
Sizler de saklamadınız hiçbir sırrınızı, sakınmadınız hiçbir sözünüzü. Belki de
yıllarca aklınıza gelmeyen, bir başkasına anlatmadığınız en mahrem anılarınızı
paylaştınız bizlerle.
Öğretmenler gününde öğretmenlerinizi,
aşk nedir diye sorduğumuzda aşklarınızı anlattınız. Ülkemizde savaş rüzgarları
eserken askerlik dedik, siz göz yaşlarına boğularak şehit verdiğiniz
arkadaşlarınız yad ettiniz. Aklınıza takılan “ben Almana askerlik yaparken
ölürsem şehit olur muyum?” ikilemini sordunuz.
Anneler günü dedik, alzemeir hastası
olduğu için konuşamayan ama programımızı büyük bir beğeni ile dinleyen annenize
mikrofonu tutup onun gülüşünü duyurdunuz bize.
Gün geldi kızdınız! “Dedikodu tatlı
mıdır?” diye sorduğumuzda; bazılarınız kahkahalar ile katılırken yayınımıza,
bazılarınız azarladı bizi “ne demek, dedikodu kadar ayıp bir şey olamaz”.
Gün geldi eleştirdiniz; “siz aşağılık
duygusu nedir bilmezsiniz, konuğunuz da bilmez anlatamazsınız, bu duyguyu en
iyi biz biliriz” diye.
Tatil dedik, ancak yurtdışına çıkınca
kendi ülke değerlerinizi anladığınızı, tatillerde turistler gibi ülkemizi
gezerek tanımaya çalıştığınızı söylediniz. Hasret dedik “Türkiye” dediniz.
Ağlamak dedik, gurbette ağlayıp ruhunuzu arındırabilmek için nasıl türkülere
sarıldığınızı anlattınız.
Türk Milli takımının başarısı dedik, 32
yıldır evinizin en güzel köşesinde saklayıp katladığınız Türk bayrağını yabanda
dalgalandırmanın gururunu paylaştınız.
Beyin göçü dedik “ahh... neden ben başka
bir ülkede doktorluk yapmak zorunda kalayım, Allah bizi bu duruma getirenlerin
layığını versin” dediniz.
Zeka dedik, konuğumuzun sorduğu sorunun
cevabını aylar boyunca takip edip öğrenmek istediniz.
Yemek kültürü dedik, konuğumuzun yıllar
önce Almanya’dayken su doldurduğu kaynağın hala var olduğunu ve halen oradan su
taşıdığınızı, heyecanla telefona sarılıp duyurdunuz.
Nazar
dedik, bakışlarınız ile insanları nasıl hasta edebildiğinizi anlattınız.
Gün geldi çok onurlandırdınız bizi.
Evdeki radyonuz iyi çekmediği için programımız başlayınca arabanıza inip bizi
dinlediğinizi söylediniz. Beklemek nedir diye sorduğumuzda, haftanın iki gecesi
sizin yayınınızı beklemek olarak tanımladınız. “Ben tiryakiliği bilmezdim ama
programınızla tiryakilik nedir öğrendim, sizin tiryakiniz oldum” diyerek
yüreklerimize onur madalyaları taktınız. Öyle kenetlendi ki yüreklerimiz; konu
ile ilgili söyleyecek sözünüz olmadığında dahi, “teşekkür etmek için sizi
arıyorum, sizi can kulağıyla dinliyoruz” diyerek her daim yanımızda olduğunuzu
gösterdiniz..
Biz anlattık, siz dinlediniz, siz
anlattınız biz dinledik. Öğrendik karşılıklı birçok konuyu. Hayatlarımızı,
anılarımızı, hayallerimizi, duygularımızı, düşüncelerimizi paylaştık...
Önce kendimize selam verip, etrafımızla
barışmak üzere çıktığımız yolda, selam vermeyi unuttuklarımızı siz
hatırlattınız. Arkadaşlık, dostluk, pişmanlık dediğimiz programlarda “bizi
nasıl unutursunuz” diye isyan etti mahkumlar. Hak verdik onlara, dedik ki
“insan kendi gerçeği ile yaşar”... Yoktu bizim gerçeğimizde cezaevleri ve özür
dileyip, onlara da selam verdik yaptığımız özel programla.
Dedik
ya... Kolay değil 190 gecenin anılarını bir kalemde anlatmak.
Ama bir gerçek var ki; anlatması çok
kolay. Dost olmak için çıktığımız yolda, biz sizinle gerçek dost olduk.
Şimdi kim bilir kaç ülkede, kaç
insan, kaç karanlık odada radyo dinliyordur... Ne kadar kalabalık ne kadar çok
uluslu bir yalnızlık bu...” diyordu ya
Murathan Mungan. Sizlerle çıktığımız bu dostlukta sadece sizler ve bizler dost
olmadık. Çok uluslu yalnızlığın içinde soluk alıp veren herkes, birbiri ile
dost oldu programımız vesilesi ile.
Yugoslavya’dan
arayan Yanoş’un Türkiye sevdasını duyan bir dinleyicimiz, telefonunu alıp maddi
imkanları kısıtlı olan Yanoş’u Türkiye’ye getirmeyi istedi.
Radyosu
iyi çekmeyen ve “iyi bir radyo istiyorum” diye feryat eden dinleyicimize, iki
tane radyosu olan bir başka dinleyicimiz cevap verdi: “benimkilerden birini
sana verebilirim”
İngiltere’de
cezaevinde olan dinleyicimizin mektubunu okuduğumuzda, sözlerinden etkilenen
bir başka dinleyicimiz “ben onu İngiltere’de ziyaret edeceğim” diyerek
yayınımıza katıldı.
Dedik
ya bu çok uluslu bir yalnızlık. Bu, ruhların soyunduğu, yüreklerin sonuna kadar
açıldığı bir dostluk.
Bu
dostlukta gün geldi dinleyicilerimiz hem bizi, hem de birbirlerini kucakladı,
gün geldi bizi ve birbirlerini eleştirmek için laf yetiştirdi. Gerçek
dostluklar da böyle değil midir?”
Elbette
ki sadece duygusallık değildir radyoculuğun temeli. Duygusallık, daha çok
keyfiyetten radyo dinleyenler için temel unsurlardan biridir.
Bir de
mecburiyetlerin insanı radyo dinleyicisi konumuna getirmesi vardır ki, burada
asıl olanlar tamamen başka bir kılığa bürünür. Haber vermek, bilgilendirmek,
gelişmeleri anında duyurmak esas olur, ilk plana çıkar.
Kurulu
düzende yaşayanlar için belki de çok anlamlı olmayabilir bu söylediklerim,
hatta abartılı bile gelebilir, televizyonlar varken radyonun ne önemi var
diyebilirsiniz.
Normal
bir hayat yaşayan, her akşam evine gidip koltuğuna kurulup televizyon izleme
imkânı olanlar için böyle düşünmekten daha doğal bir şey olamaz elbette.
Peki ya
kurulu düzende yaşamayanlar? Gemiciler, şoförler, seyahate çıkanlar, Türkçe
yayınların ulaşamadığı ülkelerde yaşayanlar? Cezaevindekiler, görme engelliler,
işyerindeyken dünyada neler olup bittiğini merak edenler?
İşte bu
insanlar için en önemli haber ve bilgi kaynağıdır radyolar.
Radyo
nazlanmadan istediğiniz her yere gelen ve sizi hiçbir zaman bir başınıza
bırakmayan tek iletişim aracıdır. Evde, arabada, gemide, hapishanede,
işyerinde, dağda, bayırda, okyanusun ortasında düğmesine dokunduğunuz anda
yanınızdadır. Müziğiyle, haberleriyle, programlarıyla, yarışmalarıyla.
Ve bütün bunları yapan, bu sürekliliği sağlayan onlarca
insan çalışır radyoda. Duyulan her sesin arkasında saatlerce harcanmış emek
vardır. Dinlediğiniz on dakikalık ya da bir saatlik bir programın hazırlanış
aşamalarını anlatırsam bu emeğin yoğunluğunu sizler de takdir edeceksiniz. Ki ben
sadece program hazırlanışından bahsedeceğim, haber bültenlerinin, yarışmaların,
maç nakillerinin vb. diğer radyo yayınlarının arkasında yatan emekleri sanırım
tahmin edebilirsiniz.
Kısaca
bir program şöyle hazırlanır: Her programın yapımcısı vardır, bu yapımcı
programın beynidir, İşlenecek konulara, çağrılacak konuklara, yapılacak
söyleşinin ana hatlarına karar veren, program metin gerektiriyorsa bunu da
kaleme alan kişidir. Prodüktörün bunları hazırlamasından sonra spikerler
devreye girer, yazılan metni seslendirir, söyleşileri gerçekleştirir.
Seslendirme ile birlikte teknisyenler de dahil olur yapım sürecine. Bant kayıt
veya canlı yayın fark etmez programın bütün teknik sorumluluğunu üstlenir.
Kelimeler
ile anlatılınca dile kolay geliyor bir programın yapım süreci, konuk bul, metin
yaz, spiker okusun, teknisyen kaydetsin…
Peki şu
ayrıntıları açıklasam:
İnsanların
şiir yazma tutkusunu anlatacağım metni yazabilmek için, binden fazla konu
hakkında yazılmış yazı, şiir okudum desem? Ya da güncel yayın yaptığımız
yıllarda 2200 program süresince 8000 den fazla konu bulup, konuk ağırladık
stüdyomuzda desem?
Söz
programları seslendirmek için spikerlerin metinleri doğru değerlendirebilmek,
vurgulayabilmek için kendilerince işaretlerle program sayfalarını çiçek
bahçesine benzettiklerini, bir metni en az dört beş defa okuyarak
çalıştıklarını, konukların katıldığı programlara hazırlanabilmek için
sayfalarca doküman incelediklerini eklesem?
Teknisyenlerin
aynı anda dört tane özel kayıt/okuma cihazına, yayına bağlı bilgisayara,
üzerinde sayısız kanalların, düğmelerin bulunduğu yayın masasına hakim olacak
şekilde görev yaptıklarını söylesem…
Ve
itiraf etsem… bir programın hangi tekniklerle size ulaştığını, ulaşması için
daha benim hiç görmediğim, tanımadığım kaç kişinin çalıştığını ben bile
bilmiyorum…
Bilmem
de mümkün değil zaten. Öyle bir alemdir ki radyoculuk, seslerin büyüsünü bütün
dünyaya yayanlar kimlerdir, kaç kişilerdir bilemezsiniz. Kimlerin gözü
okumaktan kızarmıştır, kimlerin sesi konuşmaktan kısılmıştır, kimlerin sırtı
kanallara yetişmekten ter içinde kalmıştır hesap edemezsiniz. Dağ başlarındaki
vericilerde çalışanların yalnızlıklarını ise tahayyül bile edemezsiniz.
Kimlerin
ellerinin, kimlerin dillerinin değdiği bilinmeyen; uçup giden, duyulduğu anda
kaybolan hoş bir sedadır işittikleriniz.
Bunca
uçuculuğun, kayboluşun olduğu yerde hiç mi kalan bir şey yok diye sorarsanız;
var, koskoca bir geçmişin tanıklığı var derim.
TRT
radyolarının arşivlerinden söz ediyorum. Cumhuriyet kadar köklü, yaşadığımız
çalkantılar kadar boz bulanık, kaybettiğimiz sanatçılarımız kadar renkli.
Türkiye’nin
geçmişinin sesleri saklıdır radyo arşivlerinde. Atatürk’ün konuşmalarından
tutun da Kore savaşına giden askerlerin yakınlarının o yıllarda alınmış
seslerine kadar. Kaç devlet adamının, kaç savaş gazisinin, kaç şairin, kaç
sanatçının, kaç isimsiz vatandaşın sesi vardır kayıtlarda akıl sır ermez. Kaç
tarihi olayın tanıklığı vardır o bir daha tedariki mümkün olmayan o bantlarda
kimse bilemez. Türkiye’nin hafızası kayıtlıdır radyo arşivlerinde.
Radyoculuk
aşktır demiştim.
Bunca
güzellikten sonra hiç mi kötü bir yanı yok bu işin diye merak edenlere sözüm:
Olmaz mı
elbette ki var. Yayın asla durmaz ve siz cenazeniz bile olsa yayınınızı yapmak
zorundasınız, hasta olmaya, bugün de yapmayıvereyim programı demeye hakkınız
yoktur. Ülkede olan bütün felaketlerin tanıklığını yapmak, yüreklerin
dayanamadığı görüntüleri, sesler ile anlatmak, gördüklerinize içiniz kan
ağlarken, sesinizi sağlam tutmak, aklınızı, sağduyunuzu korumak zorundasınız.
Ve bir
kötü yön daha; belki şimdi söyleyeceklerim için beni biraz kendini ve işini
beğenmiş olarak tanımlayacaksınız ama söylemeden de geçemeyeceğim.
Öyle çok
okuyup, öğrenip, araştırıyorsunuz ki… Gün geliyor duyduğunuz hiçbir şey artık
sizin için yeni olmuyor, insanların anlattıkları çoğu zaman size çekici
gelmiyor. Kendi içinize çekiliyorsunuz, ancak kendiniz kadar bilenlerle kısa
cümlelerle konuşmayı tercih eder hale geliyorsunuz.
Ve kısa
cümlelerle konuşanlarla daha iyi anlaşır oluyorsunuz… Tıpkı yazımızın
başlığındaki sözleri bize söyleyen dinleyicimiz gibi.
“Yoldayım,
çok doluyum, eve dönüyorum, ne olur bana ağlatacak bir şarkı çalın, ağlayıp,
ferahlayıp eve öyle gitmek istiyorum” Cümle kısa, ifade net.
Bir
büyülü âlemdir radyo; isimlerin, yüzlerin olmadığı.
Şan,
şöhret getirmez insana.
Bu
dünyada adsız, suretsiz kalmayı göze alanların, tanımadığı insanların
hayatlarına sadece kelimelerle dokunabilmenin hazzıyla yetinenlerin işidir
radyoculuk.
* “Almancı” kelimesi tarafımdan
onaylandığı için değil, o yıllarda kullanılan yaygın bir tabir olduğu için
metinde yer almıştır.