ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Ah Asiye!

 

Saçlarını sıfıra vurun!

. . . . . . . .

En az iki yıldır makas değmemiş, seyrek kırçıl saçlarını, burada giydirdikleri garip deli giysisinin üzerinde, ayaklarının dibinde görünce bir tuhaf oldu. Düşüncelerinden tutuklanmıştı, saçlarından ne istiyorlardı? Hem... Üç yıldır bildiri ve izinsiz dergi bastıkları, ön bölümü market olarak işletilen küçük çaplı matbaayı nasıl bulmuşlardı? Belki de biri... bir muhbir... Neyse, bunları düşünecek daha çok zamanı olacaktı nasılsa...

Sevgilisi ne denli yalvarmış, dokunaklı sözler etmişti ona; baktı olmayacak, tehditler savurmuştu da oturtamamıştı kendisini berber koltuğuna.

“Anarşist gibi görünüyorsun, adamlar fırsat kolluyorlar tutuklamak için...”

Oysa, oysa matbaayı falan bilmiyordu Asiye! Yerel bir gazetedeki köşe yazılarından korkuyordu, dili uzun olduğu için. Onu kırmak pahasına, bu seyrelmiş, kırlaşmış uzantılarını kestirmemekte ayak diretmişti.

Ah güzel kadın! Madem dilediğim gibi dolaşma özgürlüğümü alacaktın elimden, ne diye aşık oldun benim gibi adama? Özgürlüğünün ancak birkaç göstergesi kalmış ve onları korumakta inat eden bir serseriye... Beni efendileştirmekti amacın, biliyorum; sen iyi şeyler düşünüyordun benim, bizim için...

Ama bunların derdi o değil. Kelleyi soyup soğana çevirmek, içindekileri açığa çıkartıp, sonra da bulduklarını yargılamak… Bulmak istediklerini...

 Karalı aklı mozaik üzerinde kırçıl kıvrımlar, can çekişen solucanlar gibi görünüyor gözüne, bir de... Çürüğe çıkartılmış mallar gibi. Ne verirseniz kabulüm, hatta elde kalanlar bedava akşam pazarında.  

İkinci bir buyruk geliyor dışarıdan:

Sıfır numara yeterli değil, kazınacak!

Ah Asiye! Keşke seni dinleyip kırptırsaydım bunları da bir işe yarasaydı bari hiç olmazsa gönlünü alsaydım. O zaman sen koluna takıp efendi sevgilini dolaşırdın meydanlarda. Gerçi onun için bırakmadın beni biliyorum Her bir yanım kıllı, dikenli diye bağrına taş basıp ayrıldın benden. Düşüncelerimi, beynimi sarmış olan hayvansılığım ayırdı bizi. Sen nazik bir çiçektin, bu kavgacı, hoyrat adama dayanamadın. Ama bak, başımı bir güzel parlatıyorlar. Buradan çıktığımda -eğer aklıma sahip olarak çıkabilirsem tabii- herbir yanım pırıl pırıl olacak. Beyni yunmuş, yıkanmış, paklanmış, apak bir adam olacağım.

Ah Asiye! Bu kadarını da istemezdin değil mi? Ustura habire geziniyor kafamda. Ayna mayna yok bur’da ama pijama gibi yol yol oldu sanırım. Az sonra da dümdüz otobana dönüşecek... pırıl pırıl... yeni asfaltlanmış...

 Dışarıya haber salınıyor: Tıraş bitti, top sizde! Alın götürün şunu arka tarafa ki, pek çok beyinsizi adam edip de çıkardınız oradan...

İri yarı bir adam giriyor içeriye, cellât kılıklı. Tutuklunun ellerini kelepçeliyor ve katıyor önüne. İşini öyle ciddi yapıyor ki, ülkede herkes görevini böyle önemsese, sorun morun kalmaz zaten ortada.

 Bir şaplak atası geliyor kafasına. Nasıl bir ses çıkar acaba? Bu da sorulur mu?... şap... şap... Elleri kelepçeli olmasa... Deneyecek...

                                 İstanbul’un mermer taşları

                                 Başıma da konuyor, konuyor aman,

                                 Martı kuşları...

Martıların iniş pistini dimdik tutmaya çalışarak yürüyor. Gagalatmamak gerek kelleyi... ne olur ne olmaz... Nereden buluyorlar bunca koridoru?

 Açılıp kapanan kapılar...

Yoksa, bir labirentte mi dönüp duruyorlar? Çözündürülmeye giden yol neden bu denli uzun ve dolambaçlı? Şu kapıdan az önce geçmemişler miydi? Yok yok... ustaca hazırlanmış bir labirent olmalı. Sinirleri bozmak, insanı iyice germek, kaybolmuşluk duygusu yaratmak için besbelli Az mı psikoloji okuttular okullarda? Ortadaki sessizliği bozan adım ve kapı sesleri, yanındaki adamın asık suratlı ciddiyeti, yıpranma taktiğinin birer parçası bunlar.

Hiç değilse bunu başarırım. Sen merak etme. Hem Ah Asiye! Bu kıllı, dikenli adamı uzantılarından sıyırıp, koluna takıp da uzun uzun yürüyemediğine yanarım. Ah bir ona! Ama ahdım olsun, başkalarına sevdalandıysa bile yüreğin bu arada, onu bunu dinlemem, takacağım elimi koluna, yok yok o yetmez atacağım elimi omzuna, ya da saracağım beline de yürüyeceğim kavgasız meydanlarda, ağaçlıklı âşıklar yollarında. Tıraşlı kafamla, kursağımızda kalanları yaşayacağız bir güzel seninle. Ama... Senin rızan yok mu artık... beni unuttun mu...Eski kursağı boş günlerin hatırına be Asiye!.

Belki fal bile baktırırız ha... Bir çingeneye avuçlarımızı açıp da... Ben kısacık yaşam çizgimi saklarım bir punduna getirip, göstermem çingeneye... Üzmem seni Asiye... Sana uzun bir gelecek vaadetmeyen bir adam olduğumu belli... belki görse de söylemez o kara tenli dilber, paracıklarından olmasın diye... Ne dersin güzel kadınım?

Uzun, dolambaçlı, sinir bozucu yürüyüşün sonunda, bir kapının önüne gelip duruyorlar. Adam, şangır şungur bir tomar anahtar çıkarıp, bir tanesiyle kapıyı açıyor, tutukluya içeri girmesini işaret ediyor.

Bomboş duygusu veren bir oda, oldukça geniş… Bütün duvarlar beyaz fayansla kaplanmış. Tavanda belli aralıklarla dizilmiş spotlar. Tümü de yanıyor. Enerji israfına bak! Bunca savurganlığa değer mi bu adam?

Beyaz ışık, fayanslar, sessizlik, ilaç kokusu, odaya morg görünümü kazandırıyor.

Tutuklu içeriye alışınca, odanın pek de boş olmadığının ayrımına varıyor.

. . . . . . . .

Bir duvarın tam ortasına yerleştirilmiş, duş çıkıntısına benzeyen bir boru var ve ucuna musluk takılmış.  Musluk, ilk kez gördüğü türden, konik biçimde… Ne anlamsız yerde! Kim kalkar da elini yıkar orada? Cüceler ülkesinde Güliver mi?

Musluğun tam altında, demirden bir sandalye… Amma gıcırtılar çıkartır ha, bu taş zeminde. Ama dikkat edince, zemine betonlandığını görüyor sandalyenin.

Pırıl pırıl, usta berber elinden çıkmış parlak başının yansımalarını izliyor bir yandan fayanslarda. Yakışıklılığı az biraz gitmiş ama, mihrap yerine!..

Ah Asiye! Sana böyle, su kabağı gibi de gelemem ki. Bir süre arazi olurum ortalıklardan, kırçıl uzantılarım senin efendiliğe yakıştırdığın boya gelinceye dek.

Düşünsene biz ağaçlıklı yolda... Kolum omzunda... Hava kararırken biraz daha aşağılara... Sıcacık memelerin... Bana hiç elletmediğin... boz kurallarını be Asiye... Bak efendi de oldum... Söz mü?

 Adam, eliyle sandalyeyi gösteriyor oturması için. Aynı ciddiyetle: “Rica ederim, siz buyurun, ayakta kalmayın...” demek geçiyor tutuklunun içinden ama karşısındaki öyle kaya gibi ki... Oturuyor çaresiz; epeyce de yorulmuş zaten labirentte dönüp durmaktan.

 Adam bir ip çıkartıyor duvara ustaca gömülmüş fayans kapaklı dolaptan.(Çok mu düşündünüz o ipi oraya koyabilmek için) Ellerindeki kelepçeyi çıkartıyor, kollarını iki yana sarkıtmasını işaret ediyor.

Dilsiz mi acaba? Her iş yerinde özürlü çalıştırma zorunluluğu var ya, bunlar da böylece bir taşla iki kuş vurmuş olacaklar. Hem sinir bozmaya yarıyor bu adam, hem de yasalara uyulmuş oluyor.

Salıyor kollarını ki, başka seçeneği yok, biliyor bunu. Bir de merak ediyor oyunun kalan bölümünü.

Adam, bir kendisine, bir musluğa bakarak iyice bağlıyor kollarını. Yandan, önden açıları iyice hesap ediyor olmalı. İşi bu...

Başka bir fayans kapaklı dolaptan, bir kıskaç çıkartıyor bu kez. (Bütün fayansların ardı aletlerle mi dolu yoksa?)Kıskacı tutuklunun boynuna geçirip insaflıca vidalıyor. (Yahu, bari bir sünger falan sarsaydınız bu demir alete...)Öteki ucunu da duvardaki, alt alta sıralanmış deliklerden uygun olanına takıp sabitleştiriyor.

Sonunda görevli, işini başarıyla yapmış bir insanın yüz ifadesiyle çıkıyor odadan, kapıyı kapatıyor.

Tutuklu, işin esprisini hala çözebilmiş değil. Bu da neyin nesi?

. . . . . . . .

. . . . . . . .

Orada, o durumda ne kadar süre kaldığını kestiremiyor.

Beyaz fayanslar en kalitesinden deterjanlarla temizlenmiş olmalı ki, spotlardan çok göz alıyorlar.

. . . . . . . .

. . . . . . . .

Derken, derken... Parlak kafasında bir “tıp” sesi duyuyor. Yağmur mu başladı ne? Birazdan bir “tıp” daha… Başını kaldıramıyor ki... Bu damlacıklar yukarıdaki musluktan geliyor olmalı. Bunu hiç düşünmemiş olduğunu düşünüyor. Güleceği geliyor.

 

....Ne zaman bu denli komik bir işkence yöntemi buldular?....“tıp”
....teknoloji hızla ilerlerken ...”.tıp”
....elektrik ne zaman tedavülden kalktı......”.tıp”
....kaşındırıyor be .....”.tıp”
....başımı gıdıklıyor yahu......”tıp”
....susadım...çok şükür ki......”tıp” 
....susuzluktan öldürmeyecekler......”tıp”
....ama, başımı kaldırıp da içemem ki....”tıp”
....nasıl ayarladı başıma ?......”tıp”
....sıfır hata......”tıp”
....tam beynimin üzerine ......”tıp”
....allahtan kafatası kemiği......”tıp”
....su damlacıklarıyla......”tıp”
....delinemeyecek kadar......”tıp”
...kalın ve sağlam......"tıp”
...çaresiz katlanacağız.....”tıp”
....su çişimi getirir benim......”tıp”
 ....bir işeyeyim de görsünler......”tıp” 
...sinir bozmaya başladı ama......”tıp”
....amaçladıkları da.......”tıp”
....bu olmalı zaten salak...”tıp”
....ellerimi bir kurtarsam!......”tıp”
....öyle sıkı bağlamışlar ki ......”tıp”
....o...pu çocuğu ......”tıp”
....sıfır hata......”tıp”
....başım üşümeye başladı......”tıp”
....beynimi donduracaklar......”tıp”
....Ah Asiye!......”tıp”
....efendi efendi yaşamak varken......”tıp”
....senin koynunda......”tıp”
....seni kollarıma alıp....”tıp”
....hani meydanlarda......”tıp”
....ellerim aşağılara karanlıkta....”..tıp”
....sıcacık memelerin ......”tıp”
....beni damlalarla boğacaklar......”tıp”
....dayanmam gerek......”tıp”
....çözülmemeliyim ......”tıp”
....sanki su değil......”tıp”
....asit damlatıyorlar......”tıp”
....buradan sorguya mı?......”tıp”
....donmuş bir beyinle......”tıp”
....midem bulanıyor......”tıp”
....kesin artık şunu ......”tıp”
....beynime balyozlar iniyor......”tıp”
....biri inip......”tıp”
....biri kalkıyor......”tıp”
....hepsi birden ......”tıp”
....inip kalkıyorlar......”tıp” 
....bu davul sesi de ne......”tıp”
....kapatın şu musluğu......”tıp”
....hiçbir şey duyamıyorum ......”tıp”
....beynim zonkluyor......”tıp”
....karşıdaki adam ben miyim?......”tıp”
....kim o kabak kafalı?......”tıp”
....bu gürültü de ne?......”tıp”
....yeteeeeerrr......”tıp”
....”tıp”......
....AH ASİYE!......”tıp”
....”tıp”.......
....”tıp”......
....”tıp”......
....”tıp”..............
 

 

   
 

Gönül Çatalçalı/ İzmir 1999