Çorbamı
beğendiniz mi? Biraz daha alır mısınız?
Önce
çocuklar gitti; sonra diğerleri. Evimiz
nasıl da kalabalıktı önceleri. Annem, kardeşlerim, kocam ve
iki çocuğum.
Kocaman bir aileydik biz. Anlaşmazlıklar olmaz mıydı? Olurdu elbet.
Kardeşlerim
hiç anlaşamazlardı örneğin. Birbirleriyle
sürekli kavga ederlerdi.
“Sen
benim gömleğimi nasıl giyersin?”
“Sen
de benim parfümümü kullandın.”
Bir
kavgadır başlardı;ama kısa sürerdi bu
kavgalar. Hemen barışıp unuturlardı olayı. Bir sonraki kavgaya kadar.
Zaten
hepimiz öyleyiz. Hiç kin tutmayız. Birden kızar,
köpürür; sonra hemen unutup
barışırız.
Sarma
koyayım size. Taze yaprakla sardım. İncecik, süt gibi asma
yapraklarıyla. Etli
sarmayı sever miydiniz? Biraz da yoğurt...
Kocamla
hiç yalnız kalamazdık. Başbaşa yemek
yemeği unutmuştuk çoktan. Sevişmelerimiz yatak odasında
sınırlıydı. Kimseler
duymadan, sessizce... Çocuklar
küçüktü o zamanlar. Ev
kalabalıktı. Geçim derdi
zorluyordu bizleri. Biz de gençtik daha. Kocamla aynı
işyerinde çalışıyorduk.
Zaten orada tanışıp evlenmiştik. Birbirimize
körkütük aşıktık. Aşk zorlukları
yeniyor. Biz de yaşadığımız güçlükleri
görmüyorduk. Çok
mutluyduk.
En
çok neyi özlüyorum biliyor musunuz?
Kalabalık
sofraları... Bizim sofralarımız hep kalabalık olurdu. Ben ve kız
kardeşlerim
çalıştığımız için annem yapardı yemekleri.
Çok güzel yemek yapardı annem. Ne
baklavalar açardı, ne mantılar... Hele bir su
böreği vardı ki... Sofralarımız
gülüş çığrıştı hep... Herkes
günlük olayları anlatırdı. Dedikodular,
çekiştirmeler... Ne ararsanız konuşulurdu. Kocam
çok espirili adamdı benim.
Gülmekten kırar geçirirdi hepimizi.
Zeytinyağlı
enginardan da buyurun. Annemin tarifine göre yaptım.
Beğeneceksiniz.
Önce çocuklar gitti.
Yatılı okula , büyük kente gittiler. Daha
küçücüktüler. İstasyonda
onları
geçirmeğe gittiğimde ağlamaktan fenalık
geçirirdim hep. “Sen dayanamıyorsun.
Gelme.” derdi kocam ; ama yine de giderdim ben. Ne zordu
ayrılık. Koca ev
bomboş gibi gelirdi. Sessizleşirdi birden. Oysa hala kalabalıktık evde.
Sonra
bir kardeşim evlendi. Ardından da diğeri... Annem ve kocamla
üç kişilik
sofralara oturur kalkar olduk. Zaman yine toplaştığımız
olurdu; ama artık tatillerde, çocuklar eve
döndüğünde ya da kardeşlerim kocalarıyla
geldiğinde. Onun dışında ev sessizdi.
Akşamları televizyonun karşısında oturur, ilgimizi çeksin,
çekmesin birşeyler
seyreder dururduk. Ah! Ne çok ağlar, ne çok
üzülürdüm. Evin böyle
tenhalaşmasını kaldıramazdım bir türlü. Hep o
kalabalık zamanlarımızı arar,
özlerdim. Ah! Ah! Nereden bilirim sonunda bunların başımıza
geleceğini ?
Bilseydim, o günlerin kıymetini bilir, yakınmazdım halimden.
Revaniden de buyurun
lütfen. Ah! Anneciğim. Revaniyi ne
çok severdi. Şeker
hastası olduğu için yiyemezdi. Yasaktı tatlı şeyler; ama
dayanamazdı. Bazan bizden
gizli gizli ,mutfakta bir tabağa küçük bir
dilim koyup ayak üstü, alelacele
yerdi. Görmezden gelirdim ben de... Ne yapsın, canı
çekiyordu. Ah! Anacığım.
Yaşasaydı da elimle yedirseydim ona. Bir gece aniden, uykusunda
gidiverdi.
Kalpten dedi doktorlar. Öyle sessiz, sedasız.
Ah, ne çok ağladım, ne
çok... Çok severdim anacığımı. Sevilmez mi?
Ana... Annenin yerini kim tutabilir ki?
Ömrüm
yas tutmakla geçti benim. Önce çocuklar
gitti diye; sonra kardeşlerim evlendi, gitti diye. Sonra da annemin
ölümü... Yıllarca
hep bir şeylerin yasını tuttum. Oysa o günlerim ne
güzelmiş. Kıymetini
bilemedim.
Annemin
ölümünden sonra iyice yalnız kaldık
evde. Kocamla ben... Evlendiğimizden beri ilk kez başbaşa kalıyorduk.
Sadece
ikimiz vardık. İlk kez rahat hareket edebiliyorduk evin
içinde. Mutfakta yemek
hazırlarken kocam arkamdan belime sarılıp ensemi öperdi.
Benimle sevişmek
isterdi. Oracıkta. İtiraz ederdim hep. “Olmaz. Burada olmaz.
Yemek yanacak”
derdim. O aldırmazdı bana. Ne yapıp edip kandırırdı beni. Aslında benim
de
hoşuma gitmeğe başlamıştı bu özgürlük. Evin
içinde çırılçıplak dolaşabilirdik
istesek. Dilediğimiz gibi
kavga edebilirdik. Eskiden hep yasaktı bunlar. Sevişmeler de yatak
odasında
sınırlıydı, kavgalar da...
Kocamla
yeni evlendiğimizde yapamadığımız
şeyleri şimdi yapar olmuştuk. Flört
ediyorduk resmen. Dışarıda yemeğe çıkıyor, mum ışığında,
göz göze kadeh
kaldırıyorduk mutluluğumuza. Yeniden aşık olmuştuk sanki birbirimize.
Oysa
yirmi yıllık evliydik biz. Aslında yirmi yıllık evlilikten sonra bile
aşkı yaşamak
ne güzeldi.
Bir
dilim
daha almaz mısınız?Ah!
Ah! Nazar değdi bize. Mutluluğumuza, aşkımıza nazar değdi. Bir
gün
pat diye
hastalandı kocam. Kendini kaybedip düşüverdi yere.
Sokaktaydık. Ne yapacağımı
şaşırıp paniğe kapıldım. Avaz avaz bağırıyordum”
Yetişin”
diye. Etraftan koşup
geldiler. Bir taksiye atıp hastaneye
götürdük. Ah! Neler
çektim hastane
kapıları önünde... Kocamı ameliyathaneye aldılar.
Yarım saat,
bir saat, iki
saat geçti çıkmazlar... Tam dört saat
sürdü ameliyatı. Beyin kanaması olmuş. Kan
pıhtılarını temizlemişler. Ameliyattan sonra yoğun bakıma aldılar. Beni
içeri
almadılar. Oysa kocamın yanında olmak, elini tutmak, ona yaşama
gücü vermek
istiyordum ben. Bırakmadılar. “Seni duymaz. Bilinci kapalı
“ dediler. Ben
kalakaldım kapının dışında. Şöyle ufak bir pencere var kapıda.
Oradan bakıyordum.
Kocam karşı köşedeki yatakta;
çırılçıplak yatıyordu.
Üzerinde incecik bir
çarşaf. “Üşüyecek”
diye
çırpınıyordum dışarda. “Merak etme,
üşümez.
İçerisi
sıcak” diyorlardı;ama duymuyordum bile.
Üşüyecek diye
tutturmuşum bir kere.
Ölebileceği hiç aklıma gelmiyordu.
Yoğun
bakımın önündeki sıraları mekan tutmuştum.
Geceleri de orada kıvrılıp yatıyordum.” Evinize gidin. Burada
beklemeniz anlamsız.”
Diyordu doktorlar, hemşireler ;
ama duymuyordum bile. Nereye gidebilirim ? Ev dediğin şey kocaman, boş
bir
mekan. Eğer yalnız başına kalakalmışsan evin bile yabancı oluyor sanki.
Bomboş
odalarda dolaşıp boş yere birini arıyorsun. Bir insan, bir soluk
arıyor;ama
bulamıyorsun. Sesin duvarlarda yankılanıp geri
dönüyor sana. Kendi sesinin
yankısına tutsak oluyorsun. Sessizliğin dayanılmaz acısını yoketmek
için
televizyonu, radyoyu açıyorsun. Benim evimde her odada radyo
vardır. Mutfakta
bile. Eve girer girmez hepsini birden açarım. Ses olsun.
Girdiğim odalarda
sessizliğe dayanamam çünkü. Her odada
mırıl mırıl söylenir radyo. Elektrik
parası çok geliyormuş. Gelsin varsın. Yeter ki sessiz
olmasın ev.
Bir
kahve
içeriz değil mi? Nasıl olsun? Sade mi?
Kocam
uzun süre yoğun bakımda yattı. Üç
gün
bilinci kapalıydı; sonra kendine
geldi.
Gözlerini açtı. O zaman içeri girmeme
izin verdiler. Uzun, yeşil bir gömlek
giydirdiler üzerime. Başıma şapka, ağzıma maske taktılar.
Ayağımda kocaman
lastik galoşlar. Zorlukla yürüyordum.
İçeri,kocamın yanına girdiğimde küt küt
çarpıyordu kalbim. Beni tanıyacak mı? Diye
düşünüyordum. Doktorlar hafıza kaybı
olabilir dediler çünkü. Kocam yatakta yine
öyle çırılçıplak yatıyordu.
Üzerinde
beyaz bir çarşaf... Gözleri açık, tavana
bakıyor; öylece kıpırtısız yatıyordu.
Yanında durup elini tuttum. Elinin üzerinde bir iğne
takılıydı. Serumla ilaç
veriyorlardı sürekli. Parmakları sıcacıktı. Kocamın
sıcaklığını duymak
rahatlattı beni. İçimde bir yerde
düğümlenip kalmış acılar
çözülüverdi.
Başladım ağlamaya. Ağlamaktan konuşamıyor, seslenemiyordum. O,
gözlerini
tavandan ayırıp bana çevirdi. Tanıdı beni. Tanıdığını
anladım. Gözlerinden,
gözlerindeki gülüşten anladım; sonra
dudakları da gülümsedi bana. Tanıdı beni;
ancak hiç sesi çıkmıyordu.
Hıçkırıklarımı güçlükle kesip
ben ona seslendim.
Gözlerindeki gülüş söndü.
Yüzü acı ile buruştu. Bana birşeyler
söylemeye
çalıştı ; ama başaramadı. Boğazından tuhaf bir ses
çıkıyordu sadece. İniltiye
benzer bir şey. Kocamın gözlerinden ayıramıyordum
gözlerimi. O hala bir şeyler
söylemek için çaba
gösteriyordu; sonra ağlamaya başladı. Erkeğin ağlamasına
nasıl dayanılır. Ben de salya sümük ağlıyordum.
Yanımda
duran doktor sabırlı olmamı söyledi.
Konuşamayabilirmiş bir süre... Belki de hiç
konuşamazmış. Olsun varsın. Yaşıyor
ya. Elleri sıcacık ellerimde ya... Ellerini okşuyordum
sürekli. Gözyaşlarını
siliyordum. Ben konuşuyordum onun yerine...Uzun süre hastanede
yattı kocam.
Yoğun bakımdan sonra yukarıda , serviste yattı. Bedeninin bir tarafı
tutmuyor.
yürüyemiyor, kolunu kaldıramıyordu. Fizik tedavi
filan yaptılar. Ben de hep
onunla beraber kaldım hastanede. Evimiz orasıydı artık. Haftada bir
kirli
çamaşırları yıkamak için geliyordum eve. Hem
çamaşırları yıkıyor, hem de ben
yıkanıp paklanıyor, temiz çamaşırları alıp yine hastanenin
yolunu tutuyordum.
Aylarca sürdü bu. O sıralar emekli olmuştum bereket.
Yoksa nasıl kalırdım
hastanede, kocamın yanında? Nasıl bakardım ona?
Sonunda
hastaneden çıkıp evimize geldik. İkimiz
de ne çok özlemişiz evi. Kocam kapıdan girerken
evin kokusunu çekti içine derin
derin. Eliyle işaret ediyordu. Çok özlemiş,
çok güzel kokuyormuş. Kocam artık
konuşamıyor, sadece anlaşılmaz sesler çıkarıyor; ama
çok iyi anlıyorum onu ben.
Elleriyle, davranışlarıyla, gözleriyle öyle
güzel anlatıyor ki derdini. Çok
şükür şimdi daha iyi. Bastonla da olsa, ayağını
sürüyerek de olsa, yardımla da
olsa yürüyor. Artık elini ağzına
götürüp kendi başına yemek yiyebiliyor. Bir
çocuk gibi bakıyorum ona ben. Benim çocuğum artık
o. Yıkıyor, giydiriyor,
gezmeğe götürüyorum. Onun eli ayağı, ağzı
diliyim ben.
Zor
gelmiyor mu? Hayır. Hiç zor gelmiyor. Hiç
yerinden kalkmasa da, hiç sesi çıkmasa da sadece
soluğu yeter onun. Sıcaklığı
yeter. Yatakta ona sarılmam bile yeter. Hiç
yüksünmem bakarım ona. Yeter ki
yaşasın. Yeter ki evimiz sessiz
kalmasın.
|