Adnan Binyazar’ın İri
Kanatlı Ak Kuş öyküsünün
sancılanış ve doğumunun ilk safhalarına olmasa da,
yazılış sürecine yakından tanıklık ettim.
Öykünün düzeltilmiş her satırını,
değişen her sözcük ve cümlesini, atılan
paragrafları biliyorum. Öyküye
son noktanın konulmasıyla da benim
işim başladı. Bu öykünün
öyküsünün de yazılması gerekiyordu
bana göre. Aslında,
dergi sayfalarının kısıtlı sınırları içinde değil, daha
oylumlu bir çalışmada
sözcük sözcük, cümle
cümle, paragraf paragraf üstünde durmak
gerekirdi bir
öykünün yazılış sürecini iyice
görebilmek için: Kuşkusuz, bu, daha oylumlu bir
çalışmayı gerektirecektir. Burada, kısa bir özet
vermekle yetinmek istiyorum
yalnızca.
İri Kanatlı Ak Kuş,
“yedinci yaşını
kutlamaya beş gün kala”
tecavüze uğrayan Anna’nın trajik
ölümünden yola çıkılarak
geçmişe ve bugüne
göndermelerle gelişen, abartısız, klasik
öykü kurallarına uyan, yapısı çok
sağlam bir öykü. “Geç saatlere
kadar kitap” okuyan yazar, sıkıntısını
üstünden
atamaz ve sokağa çıkar. Ayakları onu Anna’nın
öldürüldüğü göl
kenarına götürür.
Çiseleyen yağmur altında göle bakarken,
küçük kızın televizyondaki fotoğrafları
gözünün önüne gelir ve ölüm
acısıyla
yüreği dağlanır. Dini ayindeki kandırmacaya, insanların bir
gün
dirileceklerine, karşı çıkar, isyan eder içinden:
Anna’nın bir İsa olmadığını
söyler yaktığı ağıtta. Öteki peygamberlerin de
Nuh’un, Davut’un , Musa’nın,
Muhammed’in ve Meryem’in de dirilmeyeceğini
söyler Anna’nın gövdesini yutan
göle karşı. Tan kızıllığında karanlığın dağılmasıyla
ördekler de ailecek geziye
çıkarlar. Ördeklerin saf, tertemiz
görüntüleri de Anna’nın cenaze
görüntülerini
gözünün önüne getirir.
Sonra, yazar, birden gölün “boz
boşluğundan” kocaman bir
“aklık”ı görür gibi olur
uçağı anımsatan
bir geçişle. Aklık iri
kanatlı, gagası kan kırmızı “ak
bir kuşa” dönüşür: Sanki
Anna’nın
ruhudur gölden
havalanan, göğe yükselen.
Sonra,
Adnan Binyazar’ın öykülerinde
önemli bir yer tutan “art
alan” girer devreye. Yani öykü kahramanın,
yani kendisinin, belleğinde iz
bırakan pek çok görüntü, imge,
yüzle birlikte çocukluğundaki o unutulmaz kuşlar
da bir bir gözünün önüne
gelir: O, yazın bağların bahçelerin, ırmak
boylarının arasında
böylesine büyük ak
bir kuş görmemiştir. Köy yerlerinin
vazgeçilmez kuşları, serçeler, sığırcıklar
ve baykuşlar bağları bahçeleri, dağları tepeleri
ötüşleriyle inletirler.
Baykuş, uğursuz sayılır, kötü haberin habercisidir
çünkü. Oysa, bütün bu
kuşların arasında öyle biri vardır ki, işte asıl unutulmaz
olan da o dur;
“incop. “İncop, yaz bahar aylarının
kuşu”dur. Onun ötüşü
“nevruz çiçeği gibi,
bahar sıcaklarının muştucusu sayılır”. İri
kanatlı ak kuş kadar olmasa da tavuk kaldıracak kadar iri
kuşlar da
vardır yaşantısının geçmişinde.
“Tavukkaldıran” diye anılan iri kuşların
pençesinde can veren küçük
kuşları düşününce, Anna’nın ölümü
bir kez daha yüreğini dağlar yazarın.
İri kanatlı kuşu görmeyi kafasına koyar ve başkasının da onun
gördüğü bu kuşu
görüp görmediğini merak eder.
İçinde Anna, dışında “ak kuş” vardır.
Otobüs
durağına doğru yürüyen bir çocuğa
“ak kuş”u görüp
görmediğini sorar. Uykusundan
uyanamamış çocuk soruyu yanıtlamadan uzaklaşır. Torununu
okula götüren yaşlı
bir adam “ak kuş”u görenin Mesih
sayılacağını söyler. Sabah sabah köpeklerini
gezdiren, kendi dünyalarına dalmış bir kadınla bir erkek de ak
kuşu
görmemiştir. Sonra kahvaltısını
küçük ekmeklerle ve cebindeki sucukla
yapmaya
hazırlanan bir berduşla karşılaşır. Ak kuşu görmemiştir, kuş
lafını duyunca çok
sinirlenir, çünkü sevdiği kadın bir kuş
gibi uçup gitmiştir. Otobüste bir
kadına da sorar iri kanatlı ak kuşu
görüp görmediğini. Kadın soruyu yanıtsız
bırakır. Sonra küçük bir kıza yaklaşır
ve aynı soruyu ona da sorar. İnsanın içini ısıtacak kadar
ince, duygulu kız,
kendisinin gördüğü bir başka kuştan
söz eder. Yaralı bir kuşu iyileştirişini ve
sonra uçup gidişini anlatır. Kızın adı, Anna’dır.
Öykünün başında adı
Anna olan bir kız
öldürülmüştür;
öykünün
sonunda ise bir başka Anna’yla karşılaşır yazar.
Aslında
girişindeki ve sonundaki değişiklikleri bir bir
sıralamak bile öykünün
üstünde ne kadar çalışıldığı konusunda bir
fikir
verebilir: “Sokağa çıktığımda sabahın kör
karanlığıydı. Geç saatlere kadar
kitap okumuş, harfler gözümde karıncalanınca yatağa
girmiştim. Bir türlü uykuya
geçemiyordum. Sıkıntıdan bedenimi yatakta tortop edip uyku
arayacağıma, elime
ne geçtiyse üstüme geçirdim,
canımı sokağa attım!” “Sabaha çok vardı.
Karanlık,
gecenin dili olmuş, beni içine çekmişti.
‘Nereye gittiğini bilmesen de,
karanlık seni bir yere götürecektir,’ diye
söylendim, yönümü sokaktan alıp
yürüdüm. Dar yolun, beni uzaktan
kömür dağı gibi görünen ormanın
ortasındaki
gölün kıyısına
götürdüğünü anlayınca
donup kaldım. Yedinci yaşını kutlamaya beş
gün kala ormanın bitimindeki
köprünün altında tecavüze uğrayan
Anna’nın boğulup
kirli sulara atıldığını televizyon ekranında
gördükten sonra gölü lanetlemiş,
oraya bir daha adım atmamıştım. Denge düzeneği karanlıkta
beyinden ayaklara
geçiyor, beni oraya dengesinden sapmış ayaklarım
götürmüştü.” Bu alıntılar ilk
müsveddelerden. Sonra öykü
üzerindeki asıl çalışma başlıyor: “Sokağa
çıktığımda” atılıyor.
“karanlık”
“ayaklarım”, “sokaktan alıp”ın
yerine “dar yollara çevirip” uygun
görülüyor.
“Dar yolun” yerine ise
“Ayaklarım” sözcüğü
gelip yerleşiyor. Öykünün giriş
cümlesi
sonunda “Sabaha yakındı” olarak kalıyor
birkaç düzeltmeden sonra. “gecenin dili
olmuş, beni içine çekmişti kör
karanlık” cümlesi de, “Kör
karanlık, gecenin
dili olmuş, beni içine çekmişti.”
olarak değişiyor ve kesinleşiyor.
Bir
öyküden çıkarılan,
öyküye sokulmayan sözcüklerle de
yazılamaz mı bir öykü? Örneğin, yapraklar
“yorgun”olur,
“öldürüldüğünde”
sözcüğü çıkar,
“tecavüz edildiği” girer,
“cesedi” yerine “ölü
bedeni” daha
uygun düşer, “yakut kızılı su
kabarcıklarının” yerine “ dingin
gölün” olur (ve
sonra bu da çıkarılır), “bu su
tavukları” “ördek” olur,
“yüksekte uçarken başka
yerleri gördüklerinden” çıkar,
gereksiz “bile”ler, “öyle
ki”ler, “gibi”ler,
“birden”ler, “sonunda”lar,
“diye”ler... atılır, “bazı yerlere
“ama”lar gelir,
“çıktı karşıma”
“belirdi”ye dönüşür,
“gövdesi çizgi gibi uzadı”daki
“çizgi
gibi” atılır, “yansıması”
“uzaması” olur,
“gök
boşluğunda”nın başına “telekleri” gelir, “her
birinden” “kuşlardan”a
dönüşür, “tanımına”
“gördüğümde”,
“gibi” yerine “nasılsa
öyle”, “gözleri ışık
saçıyordu” yerine, “gözleri
ışık
ışıktı”, “angutların” yerine
“onların”, teleklere” kuş
teleklerine”, “Sordukça
sordum” tümüyle çıkarılır,
“yazar değil” çıkar... Buraya aldığım
dışlanan
sözcükler bir başka öyküde
pekalâ yerini
bulabilir. Burada sayfa sayfa
öyküye giren ve bir türlü yerini
bulamayan
sözcükleri bir bir ele almak, sıralamak yerine, bu
çalışmanın can damarını
oluşturan bölümlerdeki değişiklikleri
göstermenin daha yararlı olacağı
kanısındayım.
Anna’nın
öldürülüşü yazarı derinden
etkiler. Böylesi bir
vahşeti usunda canlandıramaz bir türlü. O masum, saf,
tertemiz, geleceğe umutla
bakan küçücük kızın
tecavüze uğramsını insanlık dışı bulan yazar, onu,
gönlünde
yüceltir, ama gerçeği de göz ardı etmez.
Anna için yakılan ağıtın ilk versiyonu
şöyledir:
“Anna!
Sen İsa değilsin!
Ve dirilmeyeceksin!...
İsa olsan da, Musa olsan da;
Dirilmeyeceksin!
Meryem’den doğmuş olsan
da;
Dirilmeyeceksin!”
Bir
sonraki yazılışta şu hale gelir bu içe işleyen
ağıt:
“Anna!
Gözleri mercan karası...
Sen İsa değilsin!
Ve dirilmeyeceksin!...
Meryem’den doğmuş olsan
da,
Dirilmeyeceksin!”
Onuncu yazılışta Anna “yavru ceylen”dır ve
gözleri de “mercan
karası”. Bir değişiklik daha olur bir sonraki yazılışta,
Anna’nın gözleri “üzüm
karası”na dönüşür. Bu da
beğenilmez, “gözler “çimen
yeşili” olarak kesinleşir.
En son olarak okurun önüne şu ağıt
çıkar:
“Anna!
Gözleri çimen yeşili yavru ceylan!Sen İsa değilsin!
Ve dirilmeyeceksin!... İsa olsan
da, dirilmeyeceksin!
Dağlarda gemi
yüzdürdü Nuh; dirilmedi!
‘Avazeyi bu
âleme saldı’ Davut; dirilmedi!
Denizin suyunu kuruttu Musa;
dirilmedi!
Yaratan’dan döl
aldı Meryem; dirilmedi!
Dolunay’ı ikiye
böldü Muhammed; dirilmedi!
Anna!
Anna!
‘Külün
göğe savurdu’ felek;
sen de dirilmeyeceksin!”
Baki
ve Yunus Emre’nin dizeleriyle de beslenen bu
bölüm,
böylece anlam ve anlatım olarak bir daha
düzeltilmemek üzere kesinlik kazanır
ve öylece de yayımlanır.
Sonra
üstünde epeyce çalışılmış göl
sahnesine sıra gelir ki,
öykünün bel kemiğini oluşturur ve gelişme
bölümüne doğru tırmanışa geçilir
burada: “Durup, çiseleyen yağmurun
altında” sonradan eklenir “gölün
derinliklerine baktım”a. “Suyun duru
sessizliği” “koyu sessizliği”ne
dönüşür
daha etkili olması için içe işleyişin. Bir
sonraki cümlede ”lanet duygusunun
kurdunu yüreğimin soluğunda erittim.”,
“lanet canavarını içimden kovdum”a
dönüşür süslü
söylemden, abartıdan kurtularak yalınlaşır. Ayakları, yazarı
Anna’nın tecavüze uğradığı
“köprünün altın”a
götürür. Öykünün
son halinde
burası “Gün ağarıp gölle orman birbirinden
seçilince Anna’ya tecavüz edilen
yere yakın olduğumu az çok kestirdim, ağaçların
arasından geçerek kızın boğulup
göle atıldığı köprünün
altına
yöneldim.” olur. Küçük
kızın televizyona yansıyan
görüntüsü, yanaklarının
parçalanması, gözlerinin aklarının dışarıya
fırlamış hali karşısında yazarın
içi yanar, sonra da bu cümle
“ölümün kara acısıyla”
sarsılmaya dönüşür. Tan
kızıllığında karanlık can çekişir. Değişen şu cümle
de gölü ve geceyi şöyle
betimliyor. İlkin, “şafak, doğanın üstüne
kara perdesini geren gecenin
ölümüdür”ken, sonra
“Şafak, gölün üstüne kara
perdesini geren geceyi öldürdü.”
biçimini alır. Anna’nın tecavüze uğradığı
yere ulaştığında “güneş
ağaçların arasında burnunu”
gösterirken, ‘burnun’ yanına
“altın” sıfatı da eklenir gün doğumuna
gönderme
yapılarak. Sonraki cümlede de büyük
değişiklik yapılır: “Işığa uzanan yapraklar
yeşillen”ir, “irili ufaklı kuşlar
ötüş”ür, “karıncalar bir
delikten öbürüne
koş”ar, “toprak, sabahın soluğunu içine
çek”er. Bu cümle en sonunda şu hale
gelir: “Işığa uyanan yorgun yapraklar diri”lir,
“sabahın dev soluğunu içine
çeker toprak”. “Ormanın kucağındaki
göl” atılınca “Öyle dingindi ki
göl”le
başlayan cümle ilk yazılışında “yapraklar suya hafif
salınımlarıyla düşüyor,
düşer düşmez suyun kızıl rengini alıyordu”
biçimindedir. Son biçimi ise
“uçları
suya değer değmez kızıllaşan yaprakların sesi duyuluyordu. Yağmur
çiselemesinin
görüntüsünde yer alan
“yakut saydamlığındaki damlalar” betimlemesi
yalnızca
“geceden beri çiseleyen yağmur
damlaları”yla ifade ediliyor.
“küçük arklar”
“küçük su arkları”yla,
“bu arklar” “yağmur suları”yla,
“Toprak, doğadan kapıp
aldıklarını” “toprak, doğadan
somurdukları”yla
yer değiştiriyor. Öyle ya
doğa, “Bu karmaşık uyum içinde uyanır
sabaha”.
Sonra şu cümlelere öykünün kapısı
kapatılıyor: “yakut kızılı su kabarcıkları”,
“ağaçlar, sular, su bitkileri, ördekler,
ötüşken kuşlar, göğün boz
bulanıklığı,
yağmur damlacıkları, göçmen kuşlar”
Çıkan sözcüklerin, imgelerin, sıfatların
yerine daha iyileri, öyküye daha yakışanları gelir,
başköşeye kurulur bir daha
yerlerinden kıpırdamamacasına: “İri gövdeli
ağaçlar, güzün
çürüttüğü yapraklar,
ince ötüşlü kuşlar, geceyi yalnızlaştıran
cırcır böcekleri, bet sesli kart
kargalar, göğün boz boşluğunda mavileşen kartallar,
bal yapmaz kör
arılar...” gibi.
Sona, yine Anna’ya
ağıtımsı sesleniyor yazar:
“Anna...
Gözleri ateş
parçası leoparların dişlerinde asılı
kalan yavru ceylan!
Senin kızlık kanından,
böyle kızıl sessizlikte,
göl!”
Bu inleme, yakarma en sonunda
şöyle çıkıyor
karşımıza:
“Anna...
Ceylan sekişli ince kız!
Senin kızlık kanından,
böyle kızıl sessizlikte;
göl!”
Kendilerini yazara kabul ettirememiş, ya da öyküde
kalmayı
başarmış sözcüklerle, cümlelerle yolumuza
devam edelim:“Yağmur dindi.” “Sanki
gökte yağmur dindi” olunca,
“Gölü
saran
kızıllık yok oldu” gider, yerine
“Gölün üstüne
çöken kızıllık sarardı.” gelir
yerleşir kalıcı bir biçimde.
“Göle
düşen damlalara dalmıştım.” Bir daha
öyküde yer almayacağını anlayınca alır
başını gider, bir daha yerinden kıpırdamamak üzere de
“Ucu gölün duru suyuna
değen yaprakların titreşimine dalmıştım.” cümlesini
okuruz sonunda. Şu
cümle de kendine bir başka kapı arar,
“Uzaktan bir uçağın geçişini andıran
bir ‘ses’ duydum” Onun yerine elini
kolunu
sallaya sallaya “Uzaklardan uçak
geçişini andıran ‘ses’i o sırada
duydum.”cümlesi
gelir, yerleşir. Anlatımı
bozduğu için
şu cümleye de yol görünür:
“Çok yükseklerden uçak
geçiyor diye başımı çevirip o
yana bakmadım.” Şu kısacık cümlenin
öykü için daha uygun olduğu hemen
görülecektir:
“Yüzümü göğe
çevirdim.” İşte o sırada
“aklık” hayal meyal gelip
geçer. Bunun iri kanatlı koskocaman bir kuş olduğunun
ayırdına sonradan varır
yazar. Gagası da “kan kırmızı”dır üstelik.
Bu, yoksa Anna’nın saf, tertemiz
ruhu mudur? Yazar, bu garip, etkileyici kuşu gerçekten
görmüş müdür, ya da
“düş”ünde
“gerçek” bir
görüntü mü yaratmaya
çalışmaktadır? Bu soruyu kendine de
sorar: “Koca ‘aklık’ gözden
silinince, düşleminde yarattığı Anna imgesi,
ölümün
çağrıştırdığı yanıltıcı bir dirilik duygusuna”
dönüşür. İç dünyada
yiten
imgeler, görüntüler, düşlemler
yerlerini gözün gördüğü o
“an”a terk ederler.
İmgelerle gerçek görüntüler
iç içe geçerek,
öykünün yapısını bozmadan, üstelik
daha da sağlamlaştırarak başka bir boyut katarlar
öyküye. Bu farklı boyutta
yazarın geçmişinde yaşadıklarının payı da vardır elbette.
Böylece, bu sıcak,
hüzünlü ve etkileyici
öykü, yazarın yaşamından devşirdiği
gerçeklerle örülür,
sözcüklerin, dilin de ona göre
biçimlenmesinden daha doğal ne olabilir ki?
Sonra,
öykünün gelişme
bölümüne doğru tırmanışı başlar
“art
alan”ı da yedeğine alarak. Geçmişin
derinliklerinde, bilinçaltında, çocuklukta
yaşananların kendilerini su yüzüne vurmasına sıra
gelir. Adnan Binyazar,
öykülerine hayatını koymadan tek satır yazmıyor. Onun
yazdıkları hayatının
ortasında yer alanlardır. Dil de, anlatım da ona göre zaten,
öyle dupduru,
yapyalın ve hayatla sımsıkı, iç içe. Umutla,
varla-yokluk arasında gidip
gelmedir onun yazdıkları. Kendimizi bulacağımız alanlara yer
açma, ya da
kendimizi de onun öykülerinin içinde
bulmadır onun yazdıklarından bize
yansıyanlar. O, “art alan” olmazsa, o dil de olmaz
elbette. Düş mü, gerçek mi
olduğu pek anlaşılamayan masalsı o koca kuş, başka kuşları
çağrıştırır yazara.
Böylece geçmişle günümüz
arasında kendiliğinden, sıkı, sıcak ve samimi bir
köprü kurulur: “Yaz aylarında, her
türlü kuşun yaşadığı ırmak boylarına yüzmeye
giderdik.” cümlesi ilk yazılışta yer alıyor. Bu
giriş daha sonra şöyle
noktalanıyor: “Yaz aylarında, bağların bahçelerin
arasında yürür, her türlü
kuşun yaşadığı ırmak boylarına yüzmeye giderdik.” Öykünün
kahramanı, yani yazar, orada, o dönemde böyle iri bir
kuş
görmediğini anımsar. “Binlercesi, gökten
cehennem çığırtılarıyla süzülüp
kaşla
göz arasında ağaçların tepelerine”
üşüşen
“Dutkuşları”nın“eşkıya
güruhu” olduğu
da aklına gelir. Uğursuz sayılan baykuşun yanında “yaz bahar
aylarının kuşu
incop”un ayrı bir yeri vardır belleğinde. İncop dertli dertli
öterken,
kahramanımız Zümrüdüanka’yla Kaf
Dağı’nı aşıyordur. Kuşların, doğanın, kırsal
yaşamın, çocukluğun... ağırlıklı yer aldığı
cümlelerde efsanemsi bir anlatımı
hemen fark ederiz. Çocukluğunun iri kuşlarından biri de
“Tavukkaldıran”dır.
-Baştaki iri kanatlı kuş imgesi gelir buraya bağlanır.
Geçmişin kuşlarıyla
bugünün kuş imgesi yaşanan ve düşlenen
olarak öyküdeki yerlerini alırlar-.Bu
canavar kuş, ona Anna’nın
ölümünü anımsatır yine ve şu can
alıcı soruyu sorar
kendine: “Anna’nın can
veriş soluğunu
duyan olmuş muydu?” Bu sorunun son
biçimi ise şöyledir: “Anna’nın
can verirken nasıl soluduğunu duyan
var mıydı?..”
Bu can alıcı sorunun
ardından göle biraz daha ısınıyoruz ondan yavaş yavaş
uzaklaşırken, bir yandan
da o iri kanatlı kuşu iyice merak etmeye başlıyoruz ve onu bulmayı
düşünüyoruz:
“Göl, içinde barındırdığı yaratıkların
ağzı olmuş, sabahın soluğunu içine
çekiyordu.... ‘Onca kuş gören,
gölün soluğunu duyumsayan ben, nasıl olur da,
kuşların kanat vururken ses çıkardığını o güne
değin duymamış olurum.’ Ne
yapıp edip, iri kanatlı kuşu görmeyi,
onun kanatlarının sesini duymayı” kafasına koyar
öykünün kahramanı. Sonra şu
italik alıntı da o ulaşılamayan kuşun üzerinedir, yani Anna
içindir:
“Ak kuş, artık ‘kuş’ değildi,
içimden atamadığım görme
tutkusuydu; onca kuş hiç’miş de,
gökyüzünde yalnız o varmış...
Kuş...
Göğün maviliğinde uzayan bir
‘aklık’tı; Anna’nın bedenini
çürüten ölümün
aklığı...”
Ne
desin şimdi öykünün kahramanı? Şunu desin:
“Kuşun ardında
bıraktığı ‘aklık’ benim karanlığım
olmuştu.” Başından beri hiç değişmeyen bir
cümle bu, yerini, anlamını ve tavrını hiç
değiştirmemiş ender cümlelerden biri.
Bu aklık yarılan bir ağacın gövdesinden
çıkar. Piyano çalarken görünen
Anna’nın fotoğrafına bakınca insanın aklına şöyle
bir cümlenin gelivermesi ne
kadar da doğal: “Hayatın güzel ışığıyla
gülüyordu Anna.” Ama bu cümle daha
sonra son biçimini şöyle bulacaktır:
“Anna’nın gözlerinde gül renkli
sevinçti
hayat...” Melek kanatlı bir kızdır Anna, varla yok arası. İri
kanatlı kuş uçup
gitmiştir: Anna
öldürülmüştür:
“Biri ‘var’ olandır, biri
‘yokluk’tur.” Yok olan
Anna var gibidir, var olan kuş da kim bilir nerelerde kanat vuruyordur?
Göl,
göldeki kuşlar, ışık oyunları, pus... Anna’nın
hayali... ağaçların hışırtısı,
gölgeler, yaprakların fısıltısı...her yerde Anna varla yok
arasıdır: Bir zaman
sonra gölün derinliklerinden bir ses yankı yapar
çoğala çoğala: “ ‘Anna, dedim, Anna,
iri kanatlı ak kuş sen misin?”
“
‘Anna’ dedim” çıkar gider bu
sorunun başından. “Ses
yerine, ak ışıklar yaladı gölün
üstünü...”
cümlesi “ses yerine”siz yer alır
öykünün son biçiminde. Peki, bu
garip kuşu neden görmek istiyordur yazar? Görse
ne olacak, görmese ne olacaktır? Kendisinden başka
gören olmuş mudur acaba bu
kuşu? Umutsuzluğa kapılır bir an. Ak kuşu görememe olasılığı
yüreğini dağlar.
Sonunda kendisi görmese bir başkasının görebileceğini
düşünür ve göl kıyısından
ayrılarak “ak kuş”u göreni aramaya
koyulur. “Çiseleyen yağmurun
küçük
damlaları” yerine “Yağmurun
küçük damlaları”yla caddeye
çıkar. Sokaklar da
kimse yoktur, bomboştur. Öyküyü yazanın
“İç gözleri”
Anna’dadır, “dış gözleri”
ise “ak kuşta”dır. Hiçbir insanın
olmadığı ormanda “gökte uçan kuşlara,
serçelerin gagalarında can veren kurtçuklara,
dallara, yapraklara, soluk alan
toprağa, başını topraktan uzatan solucanlara, toprakta delik arayan
böceklere,
ağaçların dibinde oradan oraya kaçışan farelere,
ağaç diplerinde kümeleşen
karıncalara... kuşu” sorar durmadan. Kuş yoktur artık.
Sevimli bir sincaba “ak
kuşu” soracağı sırada, “iki
büklüm okula giden oğlan”ı
görür gözünü
“sincaptan
alınca”. Durağa
doğru yürüyen çocuğun
kulağına “ak kuş”u görüp
görmediğini sorar.
Şaşıran çocuğa şu
açıklamayı yapma gereğini duyar: “Er sabahta
gölün
üstünden uçtu... Göl dingindi.
Yağmur çiseliyordu. Toprak, yapraklardan
süzülen
damlaları emiyordu. O sırada geçti ak kuş... İri kanatlı...
Gövdesi ince...
Uzun uçuşlu... Gagası kan kırmızı...”
Gözlerinden uyku akan çocuk “ak
kuş”la
ilgili betimlemeleri dinlerken ilkin
“hafif gülücükler”
geçer yüzünden, sonra “alaycı
gülücükler”e
dönüşür
yüzü. Soruyu
yanıtsız bırakarak
uzaklaşır. Çocuğun arkasından bir bacağı topal bir adam
yürüyordur. Çocukları
erkenden, uykularını iyice alamadan
okula yollayanlara
veriştirmektedir bir yandan da bu yaşlı adam. Aynı
soru ona da yöneltilir: “Ah, keşke
görseydim! Bırak ak kuşu, onu göreni
görseydim...” “Ak kuşu”
görenin Mesih sayılacağını da söyleyip torununun
arkasından seğirtir. Öykünün
burasında
büyük bir değişiklik yaşanır. Yorgun, uykusunu
alamamış Martin, önceleri başka
bir tip olarak yer alır öyküde. Nasıl mı, bakın
şöyle: “Evet, gördüm”
der. Göle
bakarak dişlerini fırçalarken, gölün
üstünden uçak gibi geçtiğini
fark eder ak
kuşun. Kanatları çok uzundur. Kanatlarının “pat
pat” sesi onların evine kadar
ulaşır. Köprünün altından
geçerken sırtında kanatları olan bir kız da
görür.
Kız onun kadardır. Ak kuş kızın kulağına bir şeyler söyler.
Kuş uçup gidince
kız da görünmez olur. Kızla ak kuş
görünmez olunca “gölün
üstünü ak bir
örtü”
kaplar. Ak örtünün üstünde
kızın görüntüsü belirir. Sonra o
görüntü de
kaybolur. Kuşun gagası kırmızıdır. Öyle bir kuşu belgesel
filmlerde de,
hayvanat bahçesinde de görmemiştir bu bıcır bıcır
konuşan oğlan çocuğu. Oğlanın
gördüğüyle yazarın
gördüğü kuş birbirine "tıpatıp" uymaktadır. Bu paragrafın sonunda ise
Martin’in dedesi
ak kuşu görmemiştir ama torunu böyle bir kuşu
gördüğünü söylemiştir
kendisine. Yazar,
daha sonra bu paragrafı tümüyle
öyküden çıkarır.
Çünkü “ak kuş” yoktur
aslında, o bir hayaldir, birisinin
görmesi de mümkün değildir. O halde
öykünün mantığına ters bir durum oluşmuştur
burada Martin’e kuşu gördürtmekle.
Öykü yapısal olarak kendi anlatımından,
gerçekliğinden, inandırıcılığından uzaklaşır bu
bölümle. Bu
coşkulu
bölümün tümüyle
öyküden
çıkarılmasıyla öykünün
hüzünlü, düşsel, efsanemsi havası
yeniden yerine
gelmiştir bence.
Sonuç bölümüne doğru yol almamızı
sürdürelim: Köpeklerini
“kaka gezisine” çıkaran bir kadınla bir
erkeğe, “ak kuş”u görüp
görmedikleri
sorulunca kadın, kuşların çevre kirlenmesi nedeniyle
çevrelerinden çekip
gitmesinden yakınır, doğal olarak, bu durumda, sorulan o kocaman kuşu
da
görmemiştir. Adam ise soğuk mu soğuk bir
“Nein!” çeker ve kadınla flörte
devam
eder.
Sonradan tümüyle öyküden
çıkacak olan “Üstüme bir
yorgunluk
çökmüştü.”
cümlesiyle başlayan bölümdeki
hüznü, sıcaklığı herkesin kolayca
anlayacağını düşünüyorum.
“İçimin yorgunluğu bedenime vurdu.”
diyerek evin
yolunu tutmak için otobüse yönelen
öykünün kahramanı ağaçların
altında değişik
bir ‘berduş’la karşılaşır: Başlarda şöyle
betimlenir bu garip tip: “Kılığı
kıyafeti Alman berduşları gibi değildi. Giysisi,
yüzü, ayakkabıları, saçları,
her şeyi gri idi.” Bu cümle şu hale gelir sonunda:
“ Alman berduşlarınınki gibi
üstü başı dökülmüyordu.
Boz aydınlıkta giysisi, yüzü, ayakkabıları,
saçları,
her şeyi, sisin içinden çıkmış gibi
griydi.” İşte bu garip adam, “çiseleyen
yağmura aldırmadan” bir kütüğün
üstünde kahvaltı yapmaya hazırlanıyordur. “iki
parça Wurst, iki Brötchen’le
büyükçe
bir şişe sudan” oluşan kahvaltısını yazarla paylaşmak ister.
Berduş,
“Pardösüsünün cebinden
tıpası görünen içki şişesini sofraya
koymamıştı”r.
Akşamdan kalma olduğu her halinden belli olan bu adamın yabancı olduğu
da
ortadadır hal ve tavırlarından. Öyküyü
anlatan adamın “dünyaya boş vermiş
halinden” hoşlanır. Kendisinin
Türk olduğunu anlayan berduş,
sucuğunun domuz olmadığını söyler. Almanlardan, domuz etinden
nefret eden bu
garibin asıl derdi, sonra anlaşılıyor. Sunduğu sucuktan bir
parça ısırdıktan
sonra, göle yakın bir yerde sabahladığı için,
“ak kuş”u ona da sorar
yazar. Bu
“içtenlikli” adam birden
küplere biner: “Ne kuşu, Şu şansa bak, sabah sabah
bir manyak eksikti, o da
geldi beni buldu! Kuş eti yemeyeli kaç yıl oldu biliyor
musun sen?” Bir
zamanlar bir kıza tutulmuştur: “Bir kıza tutulmuştum, allah
allah! Saçlarını
hep yandan tarardı, kuş gibi şakırdı şarkı söylerken... benim
kuşum o idi!”
Buralara gelince
elinden uçup gitmiş
sevdiği kız. Onun için dertli dertli şarkı bile mırıldanır:
“Uçup gitti kuş...
Saçları yandan taralı... Trallala... Trallala...”
Duygulanan berduşun
yanaklarından gözyaşları süzülür.
Otobüsün görünmesiyle de
“Trallala...
Trallala..”lardan kurtulup adama eliyle bir hoşça
kal işareti yaparak yanından
uzaklaşır yazar.
Otobüste, deri giysisi kokan kadına da “ak
kuş”u görüp
görmediğini sorar öykünün yazarı:
Kadın daha konuşmadan “bir buçuk iki
yaşlarındaki” çocuğu kuş
sözcüğünü duyar duymaz
“Mama! Kuş... Kuş... Kuş
uçtu!..”der.
Aranan kuşu görmediği
anlaşılıyor, kadının tepkisizliğinden. Sonra, sekiz yaşlarındaki bir
kızın
yanına oturur yazar ve ona da aynı soruyu sorar: “İri kanatlı
ak kuşu gördün
mü? Uzun uçuşlu... Gagası kan kırmızı...”
Kız, heyecanla gördüğünü
söyler:
“Rengi aktı, ama benim gördüğüm
başka bir kuştu.” Bir
ağacın dibinde bulduğu kuşun kanatları
küçücüktür. Gagası da
“kirli sarı”dır. Uçamayan bir kuştur bu.
Yuvadan düşmüş, ayağının biri
kırılmış, yavru bir kuştur bu. Kız onu eve getirir, veterinere
götürür annesiyle
birlikte. Kuşun ayağı sarılır. Sonra yavaş yavaş iyileşir kuş. Onu
bulduğu yere
bırakır kız. Sonra büyücek bir kuş kapıp
götürür yavru kuşu. Kız buna çok
üzülür. Ağlar. Kompozisyon ödevinde
kuşu anlatır. Ödevini
çok beğenen öğretmeni kıza
büyüyünce
yazar olabileceğini söyler. Kız
ise “diş doktoru” olmak ister. Sonradan değişecek
olan şu cümleyle finale bir
adım daha yaklaşırız: “Kızın gözlerinin
içine baktım. Gözlerinde yaşanan sonsuz
ışığın yalımını görünce” adını sorar. Ama,
ilkin bu cümlenin daha sonra ne hale
geldiğini görelim bir: “Ağladı ağlayacaktı. Kızın
gözlerine baktım.” Sonra
adını sorar. Evet, tahmin ettiğiniz gibi, kızın adı,
Anna’dır. “Jaaaa; Anna
Stein!” “Stein”
öykünün son halinde vardır. Daha
önceki müsveddelerde yer alan
bitiriş cümlesi “Söz boğazımda
düğümlendi” de
çıkar en sonunda. Çünkü, artık
fazla söze gerek yoktur. Yazar, bizi
“Anna Stein”le yeniden
öykünün başına getirmiştir. Başlarda,
tecavüze uğrayarak
öldürülen sevimli Anna’ya duyduğu
duyguları okurla paylaşan yazar, sonra “ak
kanatlı” kuşun gölden havalanışını betimlemiş, bu
imgenin ardından geçmişindeki
kuşlara götürmüştü bizi. Sonra da o
iri kanatlı kuşu göreni aramaya çıkmıştı.
Sonunda, yazar, yorgun argın evine dönerken de,
otobüste, coşkuyla bulduğu,
iyileştirdiği ve sonra kocaman bir kuşun onu kapışını anlatan Anna ile
karşı
karşıya getirir okuru. Böylece, bir Anna
öldürülse de, bir başka Anna
yaşıyordur. Anna’lar ölmez, sloganına sığınmaya
gerek yok, bu böyle değil mi?
Bir
öykünün adım adım yazılışına, gelişmesine,
sonuçlanmasına
hem çıkarılan, hem de yerinden kıpırdatılmayan
sözcük ve cümleleriyle tanık
olduk. Yani, bir öykünün en az on beş
yazılış taslağını gözden geçirdim bu
yazıyı yazarken. Ham doğan bir öykünün,
üstünde çalışıla çalışıla,
ayıklana
ayıklana nasıl bir dil düzeyine ulaştırılışına çok
yakından tanık olmanın
verdiği cesaretle kaleme aldım bu yazıyı.
Çünkü, bizi, hepimizin bildiği bir
hayatla, yaşananlarla karşı karşıya getiriyor Adnan Binyazar bu
öyküsünde;
üstelik hiçbir şeyi yadırgatmadan,
Türkçe’yi damıta damıta, anlatımını
yoğura yoğura, arılaştıra
arılaştıra... Anlatımını biçime
boğmadan, bilmeceye dönüştürmeden,
abartmadan... samimi ve sımsıcacık...
Şöyle sorasım geliyor:
İri Kanatlı Ak Kuş
öyküsünü okudunuz mu?
Anna’yla
tanıştınız mı?
“İri Kanatlı Ak kuş’u
gördünüz
mü? Uzun uçuşlu... Gagası kan kırmızı...”
Öyleyse, hadi bu
öykü üzerine konuşalım; yani
Anna’dan,
insanlıktan, geçmişimizdeki kuşlardan,
ölümden, hayattan, öykü dilinden,
öykü
tekniğinden...
“Sabaha yakındı”r.
Adamın birisinin uykusu kaçar. Sokağa
çıkar. Ormanın yolunu tutar. Ayakları onu Anna’nın
öldürüldüğü göle
götürür...
Bu
olaydan, insanın doğayla yarattığı yaşamın şiiri
çıkar...
|