BERGAMA HEYKELTRAŞLARI
Pek taze
penbe tenlere benzer bu taşları
Yontarken
eski Bergama heykeltraşları
İlham
eden vucûdun edasıyle mest imiş;
Heykeltraş demek o zaman putperest imiş.
İnsan
vücûdu bazan açık, bazan
örtülü,
Her
çizgisiyle san’atı canlandıran
büyü.
Artık
dehaya eski güzellikler sinmiyor.
Gördük ki yer yüzünde ilahlar
gezinmiyor.
Yahya
Kemal BEYATLI
„Pek
taze pembe tenlere benzer bu taşlar“ diye başlayan bu
şiir, bizi tarihin derinliğine götürmektedir. Bu
taşlar, artık bir mimari
eseri, bir sığınağı, bir sınır taşını belli eden alalede bir taş
değildir.
Artık tabiattaki durumundan uzaklaşmış ve ona bir başka değer
yüklenmiştir.
Dünyadaki taş ve ona benzer maddelerin yapısı ve
özelliği hakkında duracak
değiliz. Fakat, sanatçının eline geçen ve onun
tarafından yontulan taşın kıymet
derecesi, tarih çağlarını aşarak bize kadar bir
çok bilgi, zevki, hatıra ve
özelliği ulaştırmış olmasındandır.
Eski
Mısır Kültürünü de dev yapılarını,
basit bir şekilde
yontulmuş ve üst üste konmuş, firavunların anıt
mezarlarını (Piramit -
ehramları) oluşturan taşlara borçludur. Onlardan bize kalan
taşlar bazen dikili
taşlardır, bazen heykel, bazen de piramitleri meydana getirenlerdir.
Keopus
Piramiti, Lüksor Tapınağı, Sfenks ve dev firavun heykelleri
taştan yapılmış ve
yüzyılları bin yıllarla aşarak
günümüze kadar gelmiştir.
Yazının
bulunmadığı veya yazılı metne dayalı bir kültür
ürünü bırakamayan toplumlar, eğer bir de
monumental (kalıcı taş - mermer gibi)
eserler, anıtlar ve benzeri yapılar bırakamadılarsa; unutulmaya mecbur
olmuşlardır. Haklarındaki bilgilerimiz ya çok azdır, ya da
masalımsı bir
şeydir. Taşın yavaş aşınması, bulunduğu iklim şartlarına en iyi
dayanması bir
çok kültür çevrelerinde, onu,
anıtların vazgeçilmez malzemesi durumuna
getirmiştir. Polinezya’daki taş anıt ve heykeller, Aztek,
Inka, Maya tapınak ve
anıtları, Yazılıkaya, Nemrut Dağı heykelleri, Piramitler, tapınaklar,
Orhun
Abideleri taşın kalıcı oluşuna birer örnek olarak verebiliriz.
Şiirin
ilk mısrasında, pembe tenlere özellikle gençliğe
benzeten bir devri tasvir eden taşlardan bahsedilmektedir. Buradaki
taşlar,
adeta genç bir vücutta bulunan tazeliği arz eden
eti andırmaktadır. Bu taşları
şiirin ikinci mısrasında okuduğumuz zaman kimin elinde yontulduğunu
görürüz.
Eski
Bergama heykeltıraşları, Ege Havzasında gelişen ve
Helenistik dönemin gelişmiş sanat ekolunu yansıtan
sanatçılara denir.
Helenistik dönem, genellikle M. Ö. 300 ile 30 yılları
arasında geçen devirdir.
Mekodonyalı Büyük İskender’in imparatorluk
kurması, bir nevi Yunan sanatının
yayılmasıdır. Küçük kentlerde gelişen ve
olduğu yerde sınırlı bir tesir alanı
olan Yunan Sanatı, İlk Çağ’ın bilinen
dünyasını etki alanına alıp, adeta onun
figür dili haline gelmiştir.
Helenistik
dönemi yalnız heykel olarak ele alacak olursak;
bu dönemin heykellerinin çarpıcı ve yırtıcı
olduğunu, etkilemek amacı
taşıdığını, büyü ve dinle fazla alakalı olmayan,
hareketsiz biçimleri terk edip
abartılı bir devinim içerdiği
görülür. Mimari eserlerde de
çeşitlilik
başlamıştır ve Stao (sıra, dizi dükkan gibi yapılar),
kitaplık, bouleterion
(kent meclisi), gimnazyum gibi anıtsal yapılar yapılmıştır. Nitekim
Bergama’da
tarihte böyle yapılarıyla meşhur bir kenttir.
Bir
çok güzel eseri bağrında yaşatan bu Etrüsk
kenti,
kurucuları tarafından M. Ö. VIII yüzyılda terkedilmiş
ve Etrüskler Batı
Anadolu’dan ayrılarak Kuzey İtalya’ya
göç etmişler ve orada da bir Bergama
şehrini kurmuşlar. M. Ö. VIII yüzyılda
Anadolu’dan ayrılan Etrüskler, Roma’nın
kuzeyine yerleşmişler ve orada Roma’nın kuvvetlenmesine kadar
ömür süren
hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir.
Anadolu’daki Bergama (Pergamon) Helenistik
dönemde krallık haline gelmiş, aynı zamanda da
çevresinin ve bölgesinin büyük
bir
kültür ve sanat merkezi olmuş, kalıntılarını
gördüğümüz
kütüphanesiyle de
ünlenmiştir.
Eski
İyon - Yunan kültür merkezlerinden olan Bergama,
Antik
dönemde ve Hıristiyanlıktan önce kendine has
eserlerle süslenmiştir. Bu
eserlerin bir çoğunun, özellikle heykel ve
rölyeflerin (kabartmaların) baş, el
ve ayakları tahrip edilmiştir. Bunları tahrip edenler,
önyargılı olarak Batı’da
ve bizdeki bazı aydınların
görüşünün aksine Türkler
ve Müslümanlar değildir. E.
H. Gombrich’in Sanatın Öyküsü adlı
kitabında bu vaziyeti şöyle açıklamaktadır:
„Nitekim, antik dünyanın hemen
bütün ünlü heykellerinin yok
olmasının başlıca
nedeni, Hıristiyanlığın zaferinden sonra, kafir tanrıların
heykellerinin
parçalanmasının kutsal bir görev
sayılmasıdır.“(1)
Türkler
ve Müslümanlar, bu eserleri bir ibret vesikası
olarak, tahrip etmeden
yakınlarına kendi yerleşim merkezlerini kurmuşlardır. Eğer, tahrip
etmiş
olsalardı; bugün Türk ve İslam ülkelerinde
ne Piramitler, ne Luksor, ne
Persepolis, ne Nemrut Dağı, ne Aspendos, ne de Kapodokya kalırdı.
Hıristiyanlığın,
eski Yunan’a karşı galebe gelmesi şu iki
yönde olmuştur: İlk önce, eski Yunan’ın
bazı kurumlarını değiştirerek almıştır;
mesela, Artemis’i „Kutsal Ana“ olarak
niteleyip, Hz. Meryem’i onun yerine
koyarak dini yaymış, daha sonrada, o işin aslını temsil eden eserleri
biraz
önce zikrettiğimiz gibi yok etmiştir. İkinci yol ise kendisine
ait olmayan
değerleri unutturarak veya onları yasak sayarak, yok etmenin yolunu
seçmiştir.
Daha sonra da İslam alim ve hikmetçileri (filozofları)
sayesinde o eserleri
tercüme kanalıyla tekrar elde etmiş ve hala süren
radikal ve katı kurallarıyla,
onları kendisine benzetmiştir.
Roma
ve Bizans dönemlerinde adeta Bergama unutulmuştur.
Unutulmuş değil bir nevi unutturulmuştur. Bergama, Efes gibi
Hıristiyanlığa,
kutsal kitabına, azizlerine ve üçlemesine bir
katkıda
bulunamamıştır. Efes, bu
katkılarından dolayı İncil’de „Efeslilere
Mektuplar“
bölümü ile Hz. İsa’dan
sonra yazılmış metinlerden birisine ismini vermiştir. Bunun yanında Ana
Tanrıçasını, Hz Meryem ile özdeştirmeyi başaran
Efesliler,
Hıristiyanlığın
yozlaşmasına da sebep olmuşlardır. Hatta, bu gün
dünyanın bir
çok yerindeki
Hıristiyanlar, Hilal’in elindeki toprakları alabilmek
için
çeşitli rüyalar
görüp, (gördürüp)
Efes’teki
Bülbül Dağı’nda „Meryem
Ana“ mezarlığı
ihdas
etmişlerdir. Bizzat Hıristiyanlığın ilim adamları ve
tarihçileri
vasıtasıyla
elde etmiş olduğumuz bilgilere göre Hz. Meryem, hayatında
Efes’e gelmemiştir.
Benimde bulunduğum 1994 yılında Essen’deki bir toplantıda
Hıristiyan din alimi
bu görüşü beyan etmiştir.
Türklerin
Anadolu’ya gelmesiyle Bergama yine iki olayla
dikkatleri üzerine çekmiştir. Birincisi Alman
ressamı Hans Holbein’in Bergama
Türk halılarını gösteren resimleriyle, yine bir Alman
mühendisi vasıtasıyla
yapılan kazılardan elde edilen „Zeus Altarı -
Sunağı“ ile dünya kamuoyunda
dikkatleri çekmiştir.
Esas
noktamız heykel ve özelikle de Bergama heykeltıraşları
olduğu için, biz, oraya dönelim. Şair,
„İlham eden vücûdun edasıyla mest
imiş;“
mısrası ile sanatçının eserini yaparken, bu eseri yapan
sanatçının eserinden
değil, esere kaynaklık eden modelin güzelliğindendir demek
istediği gayet açık
olarak ortadadır. bu durumu iki açıdan yorumlayabiliriz:
Birincisi, gerçekten
dünyada (alemde) çirkin bir yaratık yoktur;
çünkü, Allah her şeyi güzel
yaratmıştır. İslam’da da insan ahsen-i Takvim’dir
diye tarif edilir. Yani, en
güzel şekilde yaratılmış olan yaratıktır. Bu güzellik
sadece dış görünüşte
değil, dış güzelliğin kaynağı olan iç
güzelliktedir. İç güzelliğin gelişmesinde
terbiye ve edebin, ahlakın, vicdanın, inancın, kulluk bilincinin
büyük bir
önemi vardır.
Eğer,
bütün bu ince noktaları görmezlikten gelecek
olursak;
işin ikinci noktası ortaya çıkmış olur: İç
güzelliğinden etkilenmemiş adeta bu
kaynağı kurumuş insan, ilahi yaratılmadaki
„güzellik“ sırrını yitirir ve yerini
plastik değerlere yönelmiş olan
ölçü, kalıp içinde et ve
kemikten meydana
gelmiş bir acayip varlığa döner. Nitekim, „Bunlar,
gerçekte başka bir dünyanın
varlıklarıdır, ama bunun nedeni, Yunanlıların öteki
insanlardan daha sağlıklı
veya güzel olmaları değildir,
çünkü böyle bir şeyi
düşünmek bile yersizdir,
asıl neden, sanatın, o zaman, örneksel (tipik) ile bireyselin
yeni ve daha
nazik bir dengeye ulaştığı bir döneme varmış
olmasıdır,“(2)
der E. H. Gombrich. Yine aynı yazar „Bir Yunan heykeli
kadar simetrik, tam kurulmuş ve güzel bir vücut
yoktur“(3)
derken, bu güzelliğin sadece dış
görünüşüne değer
verildiğini anlatır.
Yunan
ve İyon heykelleri hakkında bazı yazar ve sanatçılar
ise; birçok değişik modelini çok dikkatli izleyen
sanatçı, önce canlı modelini
kopya etmekle işe başlamıştır. Bu kolye etme serüveni
içerisinde, modelde
gördüğü her şeyi olduğu gibi almamış,
onların birçoğunu ayıklamış, ters düşen
çizgileri, formları bazen atarak, bazen de
düzelterek ayrı bir güzelleştirme
yoluna gittikleri hakkında farklı bir yorumları vardır. Bu tür
çalışma Eski
Yunan sanatçısını, Ülküselleştirmeye
(Idealizasyona - idealizmaya) sevk etmiş,
modelden aldığını düzelten ve
küçük kusurları veya hoşuna gitmeyen
detayları
örten bir fotoğrafçı düzeyine getirmiştir.
Bu sanatçılar, modellerinden o kadar
çok şey atmışlar ve silmişlerdir ki, işin sonunda kala kala
soluk ve tatsız bir
gölge kalmıştır. Bu yüzden Eski Yunan heykellerinde,
her şey kalıplaşmış
ölçünün içinde devam
eden bir idealizasyon (ülküselleşme) dikkati
çeker ve
gerçekten fersah fersah uzaktırlar. Aynı zamanda kadın ve
erkekler heykellerde
genç ve sağlıklı bir görünüm ve
atletik bir vücutla tasvir edilmişlerdir. Yüz
ifadeleri hemen daima endişesiz ve dingin (rahat)
görünümdedir. Eğer, şöyle bir
ifade ile özetleyecek olursak; Yunan heykeli her an
görülebilen „olağan“ insanı
değil, „olası“ fakat, çok zor rastlanır
ülküsel - ideal insanı tasvir etmiş
dersek, mübalağa yapmış olmayız.
„Heykeltıraş
demek o zaman putperest imiş.“ mısrasına bir
bakacak olursak; Eski Yunan’daki sanatçının
gerçek durumunu öğrenmiş oluruz.
Bize, bu, ideal görünümlü
heykellerin bir çoğu ulaşamamıştır. Ulaşanların bir
çoğu da Romalılarca yapılan ve aslından pek uzak olduğu
uzmanlar tarafından
belirtilen kopyalarıdır. Heykelleri yapan heykeltıraşların toplumda
öyle pek
yüksek seviyeli, kariyeri, kişiliği olan insanlar olmadığı
görülür. Sıradan bir
insan ve toplumdaki hiyerarşik yapıda en alt vazifeleri yerine getiren
bir
zanaatçı durumunda oldukları tarihi belgeler ile
ispatlanmıştır. I.Ö. 420’e
kadar olan dönemde basit bir taş işçisi durumundaki
sanatkar, hürriyetine çok
zor kavuşmuştur.
Sanatçının
toplumda bir eser üreten kişi olarak değerini
kazanması; önce bu işin bir sanat işi olması bilincine
kendisinin varması ve
bunun sonucunda aynı bilincin toplumda (halkta) yaygınlaştırılması
sonucunda
olmuştur. Bilinçlenen halk, talep edeceği heykeli sıradan
bir sanatçıya değil,
o işin ustası olan ve gerçektende üreten sanatkara
koşmuştur. Buna rağmen
„Sanatçının hala zanaatçı sayılmalarına
ve züppelerce hor görülmelerine karşın,
sayıları gittikçe artan bir sürü insan,
sanatçının işiyle, yalnızca dinsel veya
siyasal anlamı için değil, içsel değeri
için de ilgilenmeye başlanmıştır.“
diyen E. H. Gombrich bu vaziyeti açıklamaktadır.
Şair,
„Heykeltıraş demek o zaman putperest imiş:“ derken;
meseleye ilahi dinler açısından bakmaktadır. Nitekim, ilahi
dinin mesajını
bizlere ulaştıran Allah’ın elçileri,
„Yaradan’ın böyle bir şekle
konulamayacağını defalarca bildirmişlerdir. Kur’an-ı
Kerim’de de bu vaziyeti
izah eden bir çok ayet vardır. İhlas
Sûresi’nin son ayetinde „O, sizin
düşündüklerinizin hiçbirisine
benzemez“ bildirisi ile düşünceyi, inancı,
kalıplaştıranlara, donduranlara, sınırlayıp şekillendiren kısır
görüşlülere cevap
verilmiştir. Heykeltıraş demek genelleştirecek olursak; ressam,
heykeltıraş,
tiyatro oyuncusu, bestekar, müziğin çeşitli
dallarıyla uğraşanlar demek
anlamına gelmiştir. Zamanımızdan iki bin beş yüz yıl
önce böyle bir kavram
olabilir. Resim, heykel, müzik, şiir yasağı hakkındaki
görüşlerin çoğu Kur’an-ı
Kerim’de başka açıdan ele alınmış, yapılmasının
yasak sayılması ise muharref
Tevrat’tan bize (İsrailiyat kanalıyla) geçmiştir.
Şuara Sûresi’nde adeta iyi
şiir ve iyi şair tarif edilmiş ve karşılaştırılması yapılmıştır. Yine
heykel ve
tasvir üzerine Hz Süleyman Peygamberi (AS) ve onun
sarayı misal verilmiştir.
Heykel
yapmak ile heykeli yaptıran fikir ve ona tapınılması
ayrı ayrı konulardır. Tapınma ve putlaştırma tehlikesi, zayıf ve tek
görüşlü
olanlar için tarihin her devrinde mevcut olmuştur. Bundan
sonra da, hatta
kendilerine uygar ve çağdaş diyen topluluklar ve
çevreler tarafından da
olabilir. Bugünün modern insanı, bilgi
çağını yaşayan 21. yüzyıla giren
Japonlar ve Batılılar sanatı, bir nevi din ve inanç aracı
olarak
kullanmaktadır. Adı geçen bu topluluklarda heykel, resim,
musiki ve diğer güzel
sanatlar bu amaçla kullanılmaktadır. Budizm’de ve
şu andaki muarref
Hıristiyanlıkta özellikle heykel ve resim çok
kullanılmaktadır. Tapınaklarında
Buda’nın, kiliselerinde Hz. İsa, Hz. Meryem ve diğer din
büyüklerinin
sûretlerine, heykellerine tapınmaktadırlar. Maalesef bu
heykelleri, özellikle
kiliseler için yapanlar hem ilahi bir (ehli kitap) dine
inanmaktadırlar, aynı
zamanda şiirde bahsedildiği gibi putperest durumuna
düşmektedirler. Arkaik
dönemde de, Hıristiyanlığın çeşitli
dönemlerinde de sanat, bir inanma aracı
olarak kullanılmıştır. Müzikten mimariye, resimden heykele
güzel sanatlar dini
görüş ve inanışların yayılmasında yardımcı
görev almışlardır.
Resim
ve heykele yöneltilen tapınma, putlaştırma
suçlaması
mimariye fazla yöneltilmemiş, mimari eserler
başlangıçtaki yapılış gayelerinden
daha sonraları ayrılarak yeni görevler almışlardır. Roma
çağının tapınağı olan
yuvarlak Pantheon, kiliseye, cami olan Endülüs ve
Balkanlardaki eserler;
kiliseye, müzeye veya başka amaçlar için
çevrilmiş, kilise olan Ayasofya önce
camiye, sonrada müzeye
döndürülmüştür.
Hiç kimsede bu eserlerin üzerlerine
aldıkları ikinci, üçüncü veya
dördüncü görevlerinden dolayı
onları ayıplamamış,
hatta daha kutsamıştır. Fakat, heykelde durum böyle değildir:
Heykel ve resim,
ilk aldığı görevi her zaman devam ettiren bir halde olduğu
kabul edilip, hiç
affedilmemiştir. Pantheon’u yapan mimarında putatapar
olmasına kimse
aldırmamış, fakat, kimse „Afrodit“ heykelini yapanı
da, heykeli de af
edememiştir. Her şeyde olduğu gibi sanatta da çifte standart
uygulanmaktadır.
„İnsan
vücûdu bazan açık, bazan
örtülü,“ mısrasında şair,
Berlin’deki Bergama Müzesi’nde bulunan ve
Bergama’dan götürülmüş
olan „Zeus
Sunağı’ndaki“ heykellere (figurlara) bakarak bir
yorum
yapmaktadır. Gerçektende
insan vücûdu her halde de resmetmek gayet zordur.
Çizgi, renk, büyüklük,
küçüklük, oran ve
ölçü olarak
görünürde farklılık arz eden insan
vücûdu,
teklik
açısından ele alındığı zamanda bir
bütünlük arz
eder. Temelde insan vücûdu bir
takım organlardan meydana gelmiş, fakat, Kur’an-ı
Kerim’de
de ayrı ırklarda
yaratılmanın dil, kültür çeşitliği ile
anlaşabilmenin
yolu olduğu
belirtilmiştir.
Sanat,
bir toplumda veya bireyde önce hayal duygusunu
geliştirir; hayal ile düşünme başlar,
düşünen insan amacına ulaşmak için
ön
çalışmaları ve bilgi toplama dönemini hazırlar,
yapar, geliştirir, bunun
ardından da gerçekleştirme, eserini oluşturma
dönemi ile sonuca ulaşır.
Yüzyıllar boyunca insan topraktan
gökyüzüne doğru yükselmeyi
düşlemiştir. Bu
konu üzerinde yazılmış ve çizilmiştir. Her
sanatkar, tasavvur ettiği
tasvirlerini kendi eserleriyle ortaya koymuştur.
Türkistan’da İmam Cevheri’den,
Hezarfen Ahmet Çelebi’ye, oradan da Jül
Verne’ye uzanan bu hayal ve hayali
gerçekleştirme çizgisi 1969’da Aya,
insanoğlunun ayak basması ile gerçekleşmiş
ve daha ilerileri hayal etme duygusuna, çalışmalarına
ön ayak olmuştur.
Sanatın
merkezinde yine insan vardır. O, insanın çevresinde
ve özünde güzelliği tasvir eder.
„Gerçek güzelliği“ aramak ile
meşguldür ve
esas amacıda budur. Gerçek güzellik nedir diye bir
soru akla gelebilir: Gerçek
güzellik hakkında bütün ilahi kitaplar bir
izahatta bulunmuştur. Bu açıklamaya
göre gerçek güzellik yalnız ve yalnız
Allah’a aittir. Gerçek güzel olan sadece
ve sadece O’dur. Bunun için inanan
sanatçı, O tek güzeli ararken, bu esnada
bulduğu her şeyi eserine yansıtır. İşte bu eserlerde bulunan şeylerin
yansıtılması „Yaratma“ anlamında değildir;
filhakika „Keşfetme“ manasına gelir:
Çünkü, inanan sanatçı
açısından her şeyi yaratan mutlak bir
güç vardır. Belli
bir zaman akışı içinde yaratılma olayı vuku bulduğunda,
belirlenen zaman ve
mekanda vazifeli olan sanatçı onu, yani eserine nakşedecek
olan şeyi keşfeder
ve o sırrı açıklamış olur. İlahi bir program olan kader
inancı ile de
açıklanabilir olan bu mevzu, bir şeyin vakti zamanı, mekanı
ve o eserin
bulucusu olan sanatkar gelince gün yüzüne
çıkar. Büyük şairimiz Necip Fazıl
Kısakürek „Sanat, Allah’ı
aramaktır“ der. İşte bu aramanın çeşitliliği ise
ferdi temelde çeşitlilik arz eder: Bu
çeşitliliklerin birleşiminden tek bir
bedii-güzellik ortaya çıkar: Bunların birleşimi
olan „Tek güzellik“alıcısı olan
insana huzur ve mutluluk verir. Sanatı, bu ulvî merkezden
ayırdığımız zaman;
ortaya, içinde yalan, desise, hile, çirkinlik,
kaos ve ahlaksızlık olan, insanı
mutluluk ve huzur vermeyen güzele götüren,
sadece ve sadece putlaştıran; Şuara
Sûresi’nde bahsedilen husus ortaya
çıkar: Bu iş ise sanat olmaktan fersah
fersah uzaktır.
„Her
çizgiyle sanatı canlandıran
büyü,“ mısrasında ise
Yaradan’a halife olan insanı tasvir ederken; onun, nasıl bir
mevkiye geldiğini,
inandığı zaman yüceltildiğini, yolunu yitirdiği zamanda
hayvandan (inekten)
daha aşağı bir seviyeye düşüp, vahşileştiğini daha
önce tarihte vuku bulmuş
olaylara bir göz atarsak ve hatta zamanımızda cereyan eden
vakaları, savaşları,
katliamları bu gözle bakarsak; mutlaka
görürüz.
„Artık
dehaya eski güzellikler sinmiyor.“ mısrasında bir
inceleme yaparsak; akıl ve eski güzelliği biraz derinlemesine
araştırmak
zorundayız. Akıl, katetmiş olduğu, kendi gücü ile
yorumlarsa; sonunda gurur ve
kibre kapılır, bencilleşir, sevgiden ve saygıdan uzaklaşır adeta
vahşetin,
barbarlığın, katliamların, acıların vasıtası durumuna düşer.
İnsan aklı bir çok
evrelerden geçerek, buluşlarını geliştirerek çok
çeşitli ve ağır tesirli
silahlar, ilaçlar, kimyevî, biyolojik teknik ve
öldürücü maddeler
geliştirmiştir. Bütün bu saydıklarımız aklın
ürettiği eserlerdir. Eğer bu akla;
inanç ve doğru din yön vermezse; sonuçta
insan et-kemik seviyesindeki hayvan
durumuna düşer, vahşileşip önce başkalarını, sonrada
çevresiyle birlikte
kendisini yok eden bir garip duruma düşmüş olur.
Aklı
bu şekilde tahlil ettikten sonra eski Yunan’daki
güzelliği biraz tahlil edip, araştırmamız gerekir:
Ülküselleştirmenin
(idelizasyonun) çok ağır bastığı için
figürler çok sağlıklı, genç ve
güzel
tasvir edilecek, atletik bir yapıda, yetkin ve
güçlü olacak, kusur ve
hatalardan arınmış, temizlenmiş, kadın ve erkeğin neredeyse aynı şekle
girdiği,
duygunun donuklaştığı bir dış görüntüye
(plastik görünüme) değer verdiği
için
büyük çoğunluğa yabancı gelip, onlarda
benzeme arzusunu uyandırıp, lüzumsuz
sanayinin (kozmetik - moda) gelişmesine vasıta olup, insanların
başkaları
tarafından sömürülmesine sebep olduğundan
aynı zamanda yaratılış gayesi olan
„Küçük Karar“ ile
„Kader“ konusuna aykırı geleceğinden bir
nevî kuru akıl gibi
bu tip güzellikte insanlara mutluluk ve huzur vermemektedir.
„Son
mısrada „Gördük ki yer
yüzünde ilahlar gezinmiyor.“ derken
şair, sadece eski Yunan ilahlarını kastediyorsa; bu
görüşünde haklıdır
diyebiliriz: Fakat, bu ilahların başka biçimlere girerek
günümüzde insanları
etkilemiş olduklarını düşünürsek; sanatı,
ilimi ve hayatın gayesini gerçek
yolundan uzaklaştırmış olduğunu, Batı Medeniyeti’nin rahat
yaşayan, insanlığın
mutluluğu başka noktalarda aradığını ve sonunda yine mutlu olmadığını,
daha
fazla, daha da fazla diyerek „egosunu“
kuvvetlendirip bunalım içine
düştüğünü
bizzat kendi ilim ve sanat çevrelerinin itiraflarıyla
görmekteyiz. Gerçek
insanın amaçlarından uzaklaşmak; mutluluğun tamamiyle
maddileşmesi ile ifade
edilip, insanın robotlaşmasına götürür.
(1)
E.
H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi,
çev; B. Cömert, İstanbul, 1980,
13. Baskı, Sayfa: 53
(2)
E.
H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi,
çev; B. Cömert, İstanbul, 1980,
13. Baskı, Sayfa: 70
(3)
E.
H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi,
çev; B. Cömert, İstanbul, 1980,
13. Baskı, Sayfa: 69
(*)
Kendi Gök Kubbemiz. Beyatlı, Yahya Kemal. I. Fetih Cemiyeti
Yayınları.
İstanbul. 1985. 7. Baskı. Sayfa, 156.
|