ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Hülya Soyşekerci H@vuz İçin İnceledi

 DÜŞ HIRSIZI

Handan Gökçek,“Düş Hırsızı”, öyküler, Kum Yayınları, Ankara, 2002- ISBN: 975-6498-06-04, 112 sayfa

 İlkgençlik yıllarından beri yazınla ilgilenen Handan Gökçek, öykülerini çeşitli dergilerde yayımladıktan sonra Düş Hırsızı ile umut veren bir adım attı. İlk kitap, çoğu zaman, yazarın yazma coşkusunu, paylaşma heyecanını, tatlı telaşları içinde taşır. Bir o kadar da söylenmemişlikler, yazılmamışlıklar bulunur satır aralarında. Bu, bir başlama noktasıdır; yazar, daha sonraki yapıtlarıyla sayfa sayfa ilerler ustalık yolunda.

Düş Hırsızı da bu bağlamda ele alınmalıdır bence. Genel bir değerlendirmede, dili bilinçle kullanan usta bir öykücüyü görüyor;  bir umudun usulca filizlenmesine tanık  oluyoruz Düş Hırsızı’nda. Belki yakında yeni bir öykü kitabını okuyacağımız Handan Gökçek’in ilk kitabının değerlendirmesinin hem onun kat ettiği yolu göstermede hem de yazarlığını oluşturan asıl öğeleri kavramada oldukça önem taşıdığı kanısındayım.

            Handan Gökçek; var olanı, gerçeği düşle harmanlayıp yaşamı yeniden üretiyor bu kitapta. Satırlarını dilin zengin tatlarıyla donatıyor, canlı renkleriyle dokuyor. Bir ‘dil estetikçisi’ de diyebiliriz Handan Gökçek’e; o, dilin güzelliğe ulaşarak, değişik tatlar almamızı sağlayan bir öykü ortamı oluşturuyor. Kitapta on yedi kısa öykü yer alıyor. Bunlar, yoğun anlamlarla yüklü, şiirsel tümcelerle yazılmış öyküler...  Tam anlamıyla öykü tadı veren; nitelikli güçlü ve etkili çalışmalar var bu kitapta. Yazar, yaşamın gerçeklerine, öykünün ve insanın sıcaklığını katıyor ve o gizemli yazınsal buluşma noktasında okurun yüreğine girmeyi başarıyor.

            Öykülerdeki kahramanların çoğunun kadın oluşu dikkati çekiyor. Handan Gökçek, anlattığı, öykülediği her kadının yaşantılarında yeniden sorguluyor yaşamın gerçeklerini; yeniden yüzleşiyor ülkemiz kadınının çelişkileriyle. Okuru da bu sorgulama / yüzleşme sürecine katıyor. Özgürlüğün, başkaldırının, sevginin, toplumsal zincirleri kırmanın bedelini pahalı ödüyor kadınlar; yürekleri kanayarak, yaşamları kanayarak. Yazarın realizmden, gerçekçi çizgilerden düşsel boyutlara tırmanan anlatımı, çarpıcı bir etkinin yanı sıra öykü kişilerine ruhsal derinlik ve canlılık kazandırmada önemli işlevler yükleniyor.

Öykülerin ana izlekleri yalnızlık, aşkın getirdiği acılar, özlem, yitik sevgiler ve  kavuşamamışlığın derin hüznü... Kitaptaki tüm öyküleri hüznün buruk tadı dolduruyor. Yazar, yaşamın hüznünü damıtmış ve satırların arasına gizlice bırakmış gibi. Öykülerinde en çok kullandığı sözcükler; kan, kanamak, kırmızı, mavi, gökyüzü, uçmak, lâcivert, düş... Böylelikle  belirli bir duygu atmosferini oluşturuyor Handan Gökçek.“Modern kısa öykülerin çoğunda konu dışsal olmaktan çok içsel olma eğilimindedir. Olayların düzenlenmesine dramatik güç kazandıran klasik buluşlar ve geriye dönüşler, çok daha ince bir biçimde zihnin ve ruhun nesnelerine-sezgilere, farkındalıklara ve değişen ilişkilere dönüşmüştür. Artık olaylar öncelikle ruhsal olup çıktı; bazen de öykü yalnızca yaşantının bir parçası, insanlık zamanındaki bir anın aydınlığa kavuşturulması oldu.” (1)Handan Gökçek’in bu yapıtındaki pek çok öykünün yukarıdaki tutumu yansıttığını; bu nedenle öykülerinin, dünyadaki modern kısa öykü anlayışı ile uyum içinde olduğunu belirtebiliriz. Bu kısa değerlendirmeden sonra kitaptaki  bazı öykülerle ilgili yorumlarımı dile getirmek istiyorum:

             Yalnızlığımdaki Kalabalık: Dile estetik boyutlar kazandıran, şiirsel metin   niteliğinde bir çalışma. Gözyaşı - kadın - gece kavramları birbiriyle özdeşleşip birbirine dönüşüyor iç dökme biçimindeki bu anlatıda. Öykü iskeleti çok belirli değil; yazar bilinçli olarak anlattıklarını bir tül ardına gizlemiş gibi. “Kocaman bir yalnızlığın içinde kalabalığım, kadınım ben.” diye  başlıyor öykü ve kadın olmanın  toplumdaki bedelleri üzerinde duruyor. Sokak kadınları, çiçek satan çingene kadınlar, anneler ve  kızları, sevdiği genci bekleyen genç kız, şiddet gören kadın, kürtaj masasına yatan kadın; acı çeken kadınlar... Öykü kadınları, anlatıcının gözyaşlarının içinden birer birer doğrulup çıkıyorlar. (s:7) Son gözyaşının içinden kibrit çöplerini yakarak annesini düşleyen, ısınmak isteyen yoksul, kimsesiz kız düşüyor. Andersen’in Kibritçi Kız masalına göndermede insan sıcaklığını ve duygu yoğunluğunu buluyoruz. (s:7) “Ağır ağır gün doğuyor. Düşürdüğüm, yitirdiğim kalabalığım artık yok. Çingene çiçekçi, annem, hayat kadını, gül, saksı, diken ve o çocukluk masallarından, gözlerimden dökülen kibritçi kız.” (s:7-8) Öykü, her şeye karşın umudun sürdüğü sezdirilerek bitiyor. Kadın sorunlarına insani vurgulamalar yapan ve yazın estetiğini duyumsatan bir öykü Yalnızlığımdaki Kalabalık. Bu yapıtta yer yer başvurulan  şiirsel düzyazı anlatımının, öyküde işlenen duygularla örtüştüğü ve etkileyici bir psikolojik öykü atmosferi oluşturduğu dikkati çekiyor: “Sokak lâmbasına sarılıp düşler düşürürken içimdeki büyük yalnızlığıma, gözlerimden bir yağmur damlası konuyor alnıma.” ( s:8 )

            Nevzat: Çok kısa, yoğun bir öykü. Fantastik boyutta başladığı izlenimini veriyor önce: “Balon gibi yavaş yavaş gökyüzüne doğru uçuyor, bulutlarla dans ediyordu. Bütün kasları gevşemişti. Bulutların arasında aşağıya doğru inen bir merdiven gördü. Basamakları yıldızlardan yapılmıştı. İnmeye başladı. Her basamaktan avuç avuç yıldız alıp gökyüzüne doğru savuruyordu.” (s:10) Anlatılanlar, bir tinerci çocuğun sanrıları, düşleridir aslında.En sonunda basamakların bitimindeki kapıyı açar çocuk. Yoğun ve göz kamaştıran bir ışıktan, çocuğun annesinin eli belirir ve  saçlarını okşamaya başlar. Anne sıcaklığından yıllarca uzak kalmış çocuğun, uyuşturucunun sayrısal – sanrısal evreninde yakaladığı  anne sevgisidir bu. Beş altı yaşlarında kaybettiği annesinin sevgisi. Öncesi,  bilinen öykülere benzer: Üvey anne dayağı ve babanın duyarsızlığı, evi terk etme ve sokaklarda süren bir kimsesizlik öyküsü... Suça itilme, hırsızlığa yönelme, itilip kakılma... Duyarsız, taştan sokaklar ve duyarsız taştan yürekler...Yazarın  eleştirisi  bıçak gibi saplanır toplumun bağrına: “Yitik bir ülkenin yüzü kavruk çocuklarından biriydi o. Ceplerinde şeker, yüreğinde umut olmadı hiç.” ( s: 11) Nevzat, hiç beklenmedik bir kaza anında karşılaşır sarhoş babasıyla ve ölmüş annesiyle. Kendisine sıcacık uzanan annesinin elini tutar. Sarılır, başını göğsüne yaslar. Kokusundan derin bir nefes çeker, tinerin kötü kokusu yerine. (s:12) Öksüz çocuğun kırılgan iç dünyası, anne özlemi, sevgi açlığı yoğun bir psikolojik ve estetik anlatımla yansıtılıyor. Gazete sayfalarında okunabilen bir olay, şiirsel anlatımla ve öykü kurgusu içinde işlenerek yeniden yazılıyor sanatın sayfalarında. Sanatçının gerçeği dönüştüren, dil duyarlılığıyla yaşamı yeniden üreten tavrı yine karşımızda; Handan Gökçek’in bu ustaca çalışmasıyla.

Sevgili Pia: Kitabın en etkileyici öykülerinden biri Pia. “Kim olduğunu bilsem Pia’nın” (Attilâ İlhan)  dizesine göndermeyle yazar, bir kadın- kuklanın (yoksa kukla- kadın mı demeli?) öyküsü dile getiriyor. Kukla, erkek egemen toplumda kadının yerini gösteren bir metafor olarak yer alıyor. Kukla oynatıcısı, Pia’yı ipleriyle oynatıp onun yerine konuşuyor. Bir duygusuzluk, bir boşluk içinde sürüp giderken her şey, “Bir gün bir çift yeşil göz öyle güzel baktı ki, Pia içinde sıcacık bir şeyler hissetti. Her akşam heyecanla beklemeye başladı sandıktan çıkacağı anı.” (s.13) O gözler, sevgiye, yaşama ve özgürlüğe giden yola bakan pencereler gibidir Pia için. Sevdiği insan saçlarını okşayınca, parmaklarını yüzünde gezdirince Pia’nın bedeni duyarlı olmaya başlar sessizce. Aşk, onun tahtadan bedenine can verir yavaş yavaş. İpleriyle savaşmaya başlar; koparır bir kısmını. Ertesi gün, kopan iplerin yerine yenilerini takar kuklacı. Pia sahnedeyken bakar, sevdiğini göremez; acılar içinde kalır o gece. İlk kez ağlar hayatında. Kopmayan yalnızca bir ipi kalmıştır; var gücüyle çeker onu,  koparır. Ama o, yüreğinin ipidir Pia’nın. İpin kopması, gökyüzünde minik bir yıldız olmaya giden hüzünlü bir özgürlüğün kapılarını açar ona.

Duygu dolu bu öyküde kadınla ilgili olarak kendisini derin derin düşündüren o kadar çok şey buluyor ki okur: Kadının toplum içinde duygusuz ve duyarsız kılınmaya çalışılması, buna zorlanması, kadının aradığı sevgiden yoksun kalması, özgür iradesinin yok edilmesi, kendi yazgısı üzerinde söz sahibi olamaması... Satırlar arasında toplum ve kadın sorunlarını dile getiren bir alt metnin varlığı seziliyor. Anlatılanlar, etkili bir yazınsal dille ve Pia simgesiyle ifade edilip sorgulanıyor.  Yalnızca kadının değil toplumda büyük bir çoğunluğun

temel sorunudur özgür iradesini kullanamamak. Handan Gökçek öykü kahramanını konuşturarak, öyküde bu gerçekliği vurguluyor. Öykünün bir yerinde insanlara şöyle sesleniyor  Pia: “ Hayatlarının bir yerlerinde asılı kalmış insanlar, ne farkınız var benden? Sizin iplerinizle savaşacak cesaretiniz yok. Ben savaşacağım!” (s.14) Bazen bir kuklanın cesaretini bile taşıyamaz  insanlar.

Anılar Biriktiriyorum: Güncel toplumsal gerçeklerden birini, öykünün satırlarına, yazınsal dilin tüm canlı renklerini kullanarak yeniden dokuyor Handan Gökçek. Çöp bidonlarından topladıklarını evinde biriktirip ‘çöp evler’ oluşturan yaşlı ve dışlanmış insanların iç dünyalarına sokulan bir öykü. Çağrışım yöntemiyle geriye dönüşler yapılıyor, geçmiş zaman anıları konuşmalarla canlandırılıyor. Bir koku, bir eşya, bir görüntü, öykü kişisini eskilere / eski günlere alıp götürüyor; konuşmalar yankılanıyor zihninde. Kendisine eskiyi anımsatan her şeyi topluyor, biriktiriyor yaşlı adam. Ölen sevdiklerinin anılarını biriktiriyor, onlarla yaşıyor. Diyalogların ve kurgunun başarısı, gözlemlerden süzülen bir gerçekçilik ve psikolojiden yararlanma (sanrılar gören yaşlı adam) öyküde en önemli noktalar olarak dikkati çekiyor.

Büyüdüm Mü Şimdi Ben: Dağılmış bir ailenin çocuğu olarak büyüyen genç hayat kadınının iç yaşantılarının yer aldığı bir öykü. Gecenin karanlığına  adım atmadan önce kadın şöyle anlatılıyor: “Tam odasının kapısından çıkıyordu ki aklına geldi. Yüreğini göğüs kafesinde unutmuştu. Çıkardı, çantasına koydu. Onu bedeninde taşımamalıydı geceleri.” (s:28) Yüreği olursa yerinde, duyarlı olur; kırılganlaşırdı. Oysa o, bundan kaçıyordu; ruhsuz, kaskatı, mekanik bir varlık olmalıydı gece hayatının içinde. Adamın biriyle geceyi geçirmeden önce şöyle davranır: “Banyoya girdiğinde çantasından yüreğini çıkardı. Bir iki damla gözyaşıyla yıkadı, tekrar yerine koydu yüreğini.” (s:30) Büyük bir iç çelişkidir bu; bir ölümdür sanki. Her seferinde de geçmişte hayat kadını olan annesi bir aynanın içinden çıkıp ona seslenir.  Kızı,  intikam almak için onun yolunu seçmiştir. Geceleri yaşadıkları bitince hemen eve koşar. Yine yüreğini çıkarır çantasından, gözyaşlarıyla yıkar, yerine koyar. Fakat bir gün aşkı bulur; çünkü o gün yüreğini yerinde bırakmıştır; unutmuştur onu çıkarıp duyarsızlaşmayı. “Aynaya baktı, o gözleri gördü gözlerinin içinde.Teninde delikanlının parmak  uçlarından kalan sedefler vardı... Aykırı bir sihirdi düşen içine. Bir daha çıkaramazdı yüreğini...” (s:31)

            Geriye dönüşlerle gelişen kurgusal düzenleme, birkaç cümlelik konuşmalarla oluşturulan dramatik yapı dikkati çekiyor. Bir hayat kadının karanlık iç dünyasına okurun da bakabileceği bir pencere açıyor yazar. Oradan baktığında acıların yoğunlaştığı bir insani durumun bilincine ulaşıyor okur. Bu farkındalık, okurun zihninde yeni düş(ünce) pencerelerin açılmasını sağlıyor.

Düş Hırsızı: Kitaba adını veren bu öykünün kahramanı bir düşsel varlık, bir imge; ‘düş hırsızı’. Kendi anlatımıyla onu tanıyoruz. Bir bedeni olmayan, rüzgar gibi esen bir varlık. Bazen insanların yüreğine, düşlerine, bazen nesnelerin içine usulca sokuluyor, içlerine giriyor. Düşleriyle besleniyor insanların. İnsanlar gibi olmadığına seviniyor:“İstediğimde kuşlarla birlikte uçabiliyor, en derin denizlerde dolaşıyorum. Toprağın derinliklerinde gökyüzüne, meraklı başlarını topraktan çıkarıp güneşe merhaba demek için sabırsızlanan çiçekleri görüyorum. Ama bütün bunları yapabilmek için düşlere ihtiyacım var. Güzel düşlere.” (s:33)  Bir gün, gözlerinden gökyüzüne kuğular havalanan bir kadının düşlerine girdiğinde acıklı bir aşk serüveninin tanığı oluyor. Bu tanıklık onu da düşsüz bir dünyaya alıp götürüyor. Öyküde dilin kullanımının, yer yer fantastik ve gerçeküstü  nitelikler taşıyan kurguya belli bir  zemin oluşturduğu görülüyor. İmgelerin ve çağrışımların zenginliği dikkati çekiyor. Bu öykü çok farklı tatlar, renkler taşıyor bu nedenle. Bir masal  dünyasına  düş  gücüyle  uçup gidiyor insan; bir ‘düş hırsızı’ oluyor sanki. Çarpıcı, etkileyici ve estetik izler bırakan  bir öykü .

Anılar  Konağı: Eski büyük evinde  anılarıyla yaşayan Servet Hanım’ın şimdiki zaman içinde yer yer eski günlerini, yaşantılarını  anımsaması üzerine kurgulanan bir öykü. Anlatımdaki duygusallık ve şiirsellik öykünün konusuyla da uyum gösteriyor. Ünlü bir roman ve öykü yazarıyla bir ömür geçirmiştir Servet Hanım. Rıdvan Bey her akşam geç saatlere kadar çalışır kocaman, gül ağacından yapılmış masanın başında. Masa, anıları içinde barındırır adeta. Rıdvan Bey’in sıcaklığı, kokusu sinmiştir sanki özüne. Bu büyük yazarın son romanı yarıda kalmıştır. Servet Hanım kahvesini odasına getirdiğinde onu, başı masanın üzerine düşmüş halde bulur... Oğlu ve gelininin isteği ise Servet Hanım’ı yanlarına alıp konağı satmaktır. Bunlar acı gelir Servet Hanım’a. O masanın başında duygularının diliyle şöyle seslenir  eşine: “Ah Rıdvan Bey! Hayatın bir yerinde asılı kalmak ne zor. Hep geçmişi yaşamak. Sesini özleyerek tükeniyor günlerim. Ölümler çoğaltıyorum kendime her gün. Kırılgan bir köprüden sonsuz ve sensiz bir boşluğa düşüyorum. Yapayalnız.” (s:57)  İlginç bir sonu olan bu öykü,  karakterlerin canlandırılması ve anlatım açısından güçlü yapısıyla dikkati çekiyor. Eski konakların “canıyla hüznün kuşlarını besleyen” insanlarını başarıyla canlandırıyor yazar. Aşkın, bağlılığın ve saygının bu kırılgan, ince  insanların yaşamlarındaki önemi ve değerine odaklanmamızı sağlıyor. Ayrıca bir yalnızlık dramının perdesini açıyor okura. Handan Gökçek’in kişilere ruhsal derinlik kazandırmadaki  titizliği ve kurgudaki başarısıyla göz doldurduğu  Anılar Konağı ilgiyle okunuyor.

 Âşık Ayçiçeği:  Bu da kitabın ‘güzel’ nitelemesini hak eden öykülerinden. Kurgu ve konu açısından ilginç; katmanları olan bir öykü. Üst kurmacanın  bazı noktalarda yazınsal gerçeklikle temasa geçmesi, yer yer onun  yerini alması, okurda Aşık Ayçiçeği’nin çok farklı ve özgün bir öykü olduğu  izlenimini bırakıyor. Yarattığı öykü kişisine âşık olan yazar, unutulmayacak bir karakteri yaşatmaya, sezdirmeye çalışıyor. Öykü kişisi  köylü kadın, çocuk denecek yaştayken, aşkı hiç tanımadan evlenir köyden bir gençle. Dümdüz, sıradan bir yaşamın tutsağıdır genç kadın. Tutsak olduğunu bile bilmez. Yalnızca arada bir  büyük şehirlerde yaşamın nasıl olduğunu düşünür. Genç kadın bir traktör kazasında yitirir kocasını. Ayçiçeği tarlasına her gün giden genç kadın, saatlerce konuşup dertleşir onlarla.

          
“Adam elinden kalemi bıraktı, arkasına yaslandı. Yine aynı öyküye başlamış ve aynı yerde takılıp kalmıştı. (s:71)  tümcesiyle okurda bir tür şok, bir yabancılaşma yaratan Handan Gökçek, yazarın kişilerini yaratma, onların yazgısını belirlemede ve öykü dünyasını kurmadaki ‘tanrısal’ tavrına odaklanmamızı,  yine kendi yarattığı öykü kişisi olan yazarın ( kurmaca yazarın) bakış açısıyla  sağlıyor:            “Derin derin içini çekip tekrar aldı kalemi eline, yeni bir sayfa koydu daktilosuna. İşte yine birazcık tanrıydı. O yaratmıştı ayçiçeği tarlalarını ve kadını. İstediğini yaptırabilirdi ona. Ayçiçeklerinin  arasından çıkabilirdi karşısına ya da kadını getirebilirdi yanına, buraya hatta bu odaya veya acımadan bırakabilirdi şehrin ortasına. Köyün yaşlı ağasıyla evlendirip aşkı hiç tattırmayabilirdi.” (s:71) Bu katmanlı öykünün ‘yabancılaştıran bir metin’ olarak farklı bir yerde durduğunu özellikle belirtmek yerinde olur. Böylelikle, öykünün, yazarın yaratımına dayalı  bir kurmaca olduğu gerçeği, okurun öyküye yabancılaştırılması yoluyla sezdirilmeye çalışılıyor. Öykünün ilerleyişine okurun da düşünsel bir çabayla katılması  sağlanarak gerçeği sorgulayan, düşünen, dönüştüren ‘etkin’ bir okur yaratılmaya gayret ediliyor. “... yalın anlamlı metinlerde okuyucu nasıl bir rol oynadığının, başka bir deyişle yazar tarafından nasıl yönlendirildiğinin bilincinde değildir, yabancılaştıran metinlerde ise metni anlamak için kendisine biçilen rolün bilincinde olması, başka bir deyişle oyunun kurallarını bilmesi ve ona göre oynaması gerekir.” (2)

Öyküde bir yerde, öyle oluyor ki üst kurmaca boyutundan gelip ete kemiğe bürünür gibi olan köylü kadın, kurmaca yazarın dünyasında başrolü oynamaya başlıyor. Satırların arasında özlü bir söz hemen dikkati çekiyor:“Belki de aşk, sadece aykırı bir düştür.” (s:72) Aykırı bir ayçiçekli finalle sona eriyor Âşık Ayçiçeği, içimizde hoş bir öykü, daha doğrusu yaşam tadı bırakarak.

Belik:  Kentli bir öykücü olarak Handan Gökçek, kırsal kesimde geçen bir olayı, orada kendini ifade eden köy kültürünü ustaca işlemiş Belik’te. Bu başarı, kurgusal düzenlemeden kaynaklanıyor. Köy gerçeğiyle ilk kez kiracıları Naciye’nin köyüne gittiğinde karşılaşan genç kızın bakış açısından ayrıntılı bir gözlemcilikle yansıtılmış her şey. Daha önceleri yalnızca TV’de izlediği eski Türk filmlerinde görmüştür köyleri genç kız. Öyle betimler, öyle anlatır ki köyleri, bu, dışarıdan bakan bir kentlinin anlatımıdır. Bu anlatım, gerçeklik duygusu ve inandırıcılık uyandırıyor okurda. Çünkü okur, kimin gözleriyle köye baktığının bilincindedir:

“Dolmuş köy meydanında durdu. Dolmuştan iner inmez şırıl şırıl akan bir çeşme dikkatimi çekti. Az ileride bir köy kahvesi, bir bakkal ve ne satıldığını bir türlü anlayamadığım bir dükkân, meydanı biraz geçince küçük bir cami vardı.” (s:74-75)“Bu köyün her köşesi bir tabloya benziyordu.”  (s:78) “Sanki usta bir ressamın yaptığı tablonun içine girmiştik. Büyük avlunun içinde beyaz badanalı küçük ev, evin hemen sağ yanında davarların bulunduğu bir dam, damın önünde bir dut ağacı, altında bir tulumba ve etrafında rengârenk çiçeklerin ekili olduğu teneke saksılar vardı.”  (s:76)

            Canlı diyaloglarla ilerleyen öyküde, köylü kadınlardan Elmas, kızını ertesi gün evlendirecektir. Kına gecesinde hiçbir işini aksatmaz. Güçlü bir kadındır,  anlatıcı genç kızın yorumuna göre. Kına gecesi bitiminde ertesi günün yemeklerini hazırlamaya başlayan Elmas, bir köşede yalnız kaldığı anda sessizce ağlamaya başlar. Genç kız  onu görür, içinde bir sıcaklık ve yakınlıkla ona sokulur. Nedenini sorar. O noktadan itibaren bir zaman kırılmasıyla, Elmas’ın  gençliğinde yaşadığı bir aşk öyküsü  başlar. Efsane gibi bir aşktır bu, acılarla örülmüştür olaylar. Bu aşk öyküsü üçüncü kişi anlatımıyla aktarılır. Aslında her şey  Elmas’ın zihninde, bir anımsama olarak geçiyor ve bunun sözel ifadesinin Elmas’ın  anlatımıyla verilmemesi farklı bir perspektif kazandırıyor Belik öyküsüne. Bu zamansal geriye gidişlerin yadırgatıcı olmadan, olabildiğince doğallıkla gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Geriye gidişten sonra arada bir yeniden ocak başına, öykü anına dönülüyor. Elmas, koca bir tahta kaşıkla düğün  yemeğini karıştırıyor. Gözleri dağlara dalıp gidiyor. (s.93) Sonra yine başlıyor geriye dönüş; o efsane dilleniyor yine. Kavuşamayan sevdalıların dramı, öykünün içinde bir özgün senaryo gibi okuru derinden etkiliyor. Bir demet saç örgüsünün (beliğin) anıları ve acıları nasıl taşıdığını anlıyor, içinde bir sızı duyumsuyor. Elmas’ın acıklı öyküsü sona erdiğinde öykü zamanına yeniden dönen okur, gerçekle yüz yüze geliyor ve genç kızın anlatımıyla köy düğününün ayrıntılarına dalıp gidiyor bu kez.

           

Öykü kişisinin bakış açısına uyarlı, dikkatli bir gözlemle, sağlam bir kurguyla yazılan bu öykü, kitabın en uzun öyküsü olmasına karşın başından sonuna dek okurun ilgisini canlı tutma başarısını gösteriyor. Diyaloglardaki başarı, anlatımlarda da kendini gösteriyor: “Bir saat sonra otobüs yol almaya başladı. Yine cam kenarına oturdum. Ağaçlar yine koşuyordu gözlerimin önünden. Ağaçların arasında bir de kır atı gördüm. Hüseyin ve Elmas vardı üzerinde, mor, başı dumanlı, yaslı dağlara doğru koşuyordu. Yeleleri Elmas’ın belikleriyle birlikte savruluyordu.” (s:103)  Canlı bir duygusallık ve görsellikle güzelleşen bir düş sahnesi yaratıyor yazar gözlerimizin önünde. Görsel sanatların, resim ve sinemanın yazarın dünyasında önemli yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Handan Gökçek’in  dildeki, sözcüklerdeki ses uyumuna özel bir önem vermesi, onun müzik ve söz yazarlığıyla  ilgisinden  kaynaklanıyor. Öyküde bazı manilere, türkülere yer verilmesinin, yazarın gerçekçilik kaygısından ve kırsal kültürü iyi soluyabileceğimiz bir atmosfer yaratmak istemesinden ileri geldiğini düşünüyorum. Anlatımda en çok ilgimi çeken özelliklerden birisi de yazarın, yerel ağızların seslerine yer verilmeden de köylü konuşması yazılabileceğini; bunun, gerçekçiliği ve inandırıcılığı hiç de zedelemediğini kanıtlıyor  olmasıydı. Sonuçta okuru değişik bir atmosfere taşıyan, akıcı bir anlatımla yazılmış, görsel ve söylencesel motiflerle bezenmiş, etkili bir öykü Belik.

Zılgıt: Güneydoğunun ezilen, acı çeken, törelerin arasına sıkışmış dertli kadınları, kızları... Bu öyküde de efsaneleşiyor kadınların yaşamları. Gerçeklikten düşselliğe doğru giden inandırıcı bir yolculuk içinde buluyoruz kendimizi. Belik’te olduğu gibi aynı şiirsel öykü dilinin, hüzünle dolu bir güzelliği içimize oya gibi işlediğini duyumsuyoruz. Özgün bir girişle başlıyor Zılgıt:“Coşkulu bir zılgıt kulaklarımda... Gel gibi, yel gibi... Ve bir acı içimde gül gibi, kan gibi. Dağları titreten  bir kadın sesiydi... Saçlarımdan ağıtları geçti Savruldum Fırat’ın suyuna. Zeliha Kız tuttu ellerimden. -Gel bacım. Buradayız hepimiz. Fırat kıyamadı sevdamıza. Suyunda yaşatır bizi.”  (s.104) Sevda ve özgürlük uğruna, töre zincirlerine baş kaldıran, bu uğurda Fırat’ın suyuna atılmayı, ölümü göze alan kadınlar, genç kızlar... Töre cinayetleriyle kirleniyor Fırat’ın suyu. Derinlerinde ise genç kızların parıldayan yansımalarını, düşlerini taşıyor, biriktiriyor Fırat. Güzel bir kurguyla yazılan bu öyküde genç kızlar “sevda direnişçisi” olarak niteleniyorlar. Sevda uğruna ölümü göze alan fedailerdir onlar. Ağıtların derinliği Fırat’ın derinliğine karışıyor bu öyküde.

Bu satırlarda, Düş Hırsızı’ndaki öykülerden yüreğimde en çok iz bırakanlarla ilgili görüş ve değerlendirmelerimi dile getirmeye çalıştım. Yazın sanatçısının;  konu ve izlekleri yepyeni biçimlere, özgünlüklere taşıyarak olağanüstü yapıtlar oluşturabileceği, her şeyi yeniden yaratabileceği ve insanlığın yaratma sürecine yeni halkalar ekledikçe varlığının izlerini kalıcı olarak bırakabileceği olgusu, apaçık bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Handan Gökçek, kendi öykü dilini tam anlamıyla oturtmuş, biçemde özgünlüğe yönelmiş bir yazar olarak karşımıza çıkıyor bu ilk kitabında. Sözcüklere kattığı yeni anlamlarla ve imgesel yoğunlukla,  dilin anlatım olanaklarının genişlemesine katkıda bulunuyor.

 Handan Gökçek yaratıcılığını, özgünlüğünü ve dile yazınsal katkılarını sürekli çoğaltan bir yazar. Düş Hırsızı ile öykücülüğümüze etkili bir imza atmış durumda. Yazarın, bu kitabındakileri de aşan öyküleriyle, yazma serüvenini önemsediğini görüyor; yeni öykü kitaplarıyla hak ettiği daha geniş  okur kitlesine ulaşmasını umut ediyoruz.

       

(1) J.E.Miller,Jr ve B.Slote “Kısa Öykü Üzerine Notlar”Çeviren:Yurdanur Salman , KUM Dergisi, Sayı:14.
(2) Zehra İpşiroğlu, “Alımlama ve Boyutları, Yazın, Papirüs Yayınları, İstanbul, 2001,s: 52.
 

 
 

Hülya Soyşekerci