DÜŞ HIRSIZI
Handan
Gökçek,“Düş Hırsızı”,
öyküler, Kum
Yayınları, Ankara, 2002-
ISBN: 975-6498-06-04, 112 sayfa
İlkgençlik
yıllarından beri yazınla ilgilenen
Handan Gökçek, öykülerini
çeşitli dergilerde yayımladıktan sonra Düş
Hırsızı
ile umut veren bir adım attı. İlk kitap, çoğu zaman, yazarın
yazma coşkusunu,
paylaşma heyecanını, tatlı telaşları içinde taşır. Bir o
kadar da
söylenmemişlikler, yazılmamışlıklar bulunur satır aralarında.
Bu, bir başlama
noktasıdır; yazar, daha sonraki yapıtlarıyla sayfa sayfa ilerler
ustalık
yolunda.
Düş
Hırsızı
da bu bağlamda ele alınmalıdır bence. Genel bir değerlendirmede, dili
bilinçle
kullanan usta bir öykücüyü
görüyor; bir
umudun usulca filizlenmesine tanık
oluyoruz Düş
Hırsızı’nda. Belki yakında yeni bir
öykü kitabını
okuyacağımız Handan Gökçek’in ilk
kitabının değerlendirmesinin hem onun kat
ettiği yolu göstermede hem de yazarlığını oluşturan asıl
öğeleri kavramada
oldukça önem taşıdığı kanısındayım.
Handan Gökçek;
var olanı, gerçeği
düşle harmanlayıp yaşamı yeniden üretiyor bu kitapta.
Satırlarını dilin zengin
tatlarıyla donatıyor, canlı renkleriyle dokuyor. Bir ‘dil
estetikçisi’ de
diyebiliriz Handan Gökçek’e; o, dilin
güzelliğe ulaşarak, değişik tatlar
almamızı sağlayan bir öykü ortamı oluşturuyor.
Kitapta on yedi kısa öykü yer
alıyor. Bunlar, yoğun anlamlarla yüklü, şiirsel
tümcelerle yazılmış
öyküler... Tam
anlamıyla öykü tadı
veren; nitelikli güçlü ve etkili
çalışmalar var bu kitapta. Yazar, yaşamın
gerçeklerine, öykünün ve insanın
sıcaklığını katıyor ve o gizemli yazınsal
buluşma noktasında okurun yüreğine girmeyi başarıyor.
Öykülerdeki
kahramanların çoğunun kadın oluşu dikkati
çekiyor. Handan Gökçek, anlattığı,
öykülediği her kadının yaşantılarında yeniden
sorguluyor yaşamın gerçeklerini;
yeniden yüzleşiyor ülkemiz kadınının
çelişkileriyle. Okuru da bu sorgulama /
yüzleşme sürecine katıyor.
Özgürlüğün, başkaldırının,
sevginin, toplumsal
zincirleri kırmanın bedelini pahalı ödüyor kadınlar;
yürekleri kanayarak,
yaşamları kanayarak. Yazarın realizmden, gerçekçi
çizgilerden düşsel boyutlara
tırmanan anlatımı, çarpıcı bir etkinin yanı sıra
öykü kişilerine ruhsal
derinlik ve canlılık kazandırmada önemli işlevler
yükleniyor.
Öykülerin
ana
izlekleri yalnızlık, aşkın getirdiği acılar, özlem, yitik
sevgiler ve kavuşamamışlığın
derin hüznü... Kitaptaki tüm
öyküleri hüznün buruk tadı
dolduruyor. Yazar, yaşamın hüznünü damıtmış
ve
satırların arasına gizlice bırakmış gibi. Öykülerinde
en çok kullandığı
sözcükler; kan, kanamak, kırmızı, mavi,
gökyüzü, uçmak,
lâcivert, düş...
Böylelikle belirli
bir duygu atmosferini
oluşturuyor Handan Gökçek.“Modern
kısa öykülerin çoğunda konu dışsal
olmaktan çok içsel olma eğilimindedir. Olayların
düzenlenmesine dramatik güç
kazandıran klasik buluşlar ve geriye dönüşler,
çok daha ince bir biçimde zihnin
ve ruhun nesnelerine-sezgilere, farkındalıklara ve değişen ilişkilere
dönüşmüştür. Artık olaylar
öncelikle ruhsal olup çıktı; bazen de
öykü yalnızca
yaşantının bir parçası, insanlık zamanındaki bir anın
aydınlığa kavuşturulması
oldu.” (1)Handan
Gökçek’in bu yapıtındaki pek
çok öykünün yukarıdaki
tutumu yansıttığını; bu nedenle öykülerinin,
dünyadaki modern kısa öykü
anlayışı ile uyum içinde olduğunu belirtebiliriz. Bu kısa
değerlendirmeden
sonra kitaptaki bazı
öykülerle ilgili
yorumlarımı dile getirmek istiyorum:
Yalnızlığımdaki
Kalabalık: Dile estetik boyutlar kazandıran, şiirsel metin niteliğinde bir
çalışma. Gözyaşı - kadın -
gece kavramları birbiriyle özdeşleşip birbirine
dönüşüyor iç dökme
biçimindeki
bu anlatıda. Öykü iskeleti çok belirli
değil; yazar bilinçli olarak anlattıklarını
bir tül ardına gizlemiş gibi. “Kocaman bir
yalnızlığın içinde kalabalığım,
kadınım ben.” diye başlıyor
öykü ve
kadın olmanın toplumdaki
bedelleri
üzerinde duruyor. Sokak kadınları, çiçek
satan çingene kadınlar, anneler
ve kızları, sevdiği
genci bekleyen genç
kız, şiddet gören kadın, kürtaj masasına yatan kadın;
acı çeken kadınlar...
Öykü kadınları, anlatıcının gözyaşlarının
içinden birer birer doğrulup
çıkıyorlar. (s:7) Son gözyaşının içinden
kibrit çöplerini yakarak annesini
düşleyen, ısınmak isteyen yoksul, kimsesiz kız
düşüyor. Andersen’in Kibritçi
Kız masalına göndermede insan sıcaklığını ve duygu yoğunluğunu
buluyoruz. (s:7)
“Ağır ağır gün doğuyor.
Düşürdüğüm, yitirdiğim kalabalığım
artık yok. Çingene
çiçekçi, annem, hayat kadını,
gül, saksı, diken ve o çocukluk masallarından,
gözlerimden dökülen kibritçi
kız.” (s:7-8) Öykü, her şeye
karşın umudun
sürdüğü sezdirilerek bitiyor. Kadın
sorunlarına insani vurgulamalar yapan ve
yazın estetiğini duyumsatan bir öykü Yalnızlığımdaki
Kalabalık. Bu yapıtta yer
yer başvurulan şiirsel
düzyazı
anlatımının, öyküde işlenen duygularla
örtüştüğü ve etkileyici bir
psikolojik
öykü atmosferi oluşturduğu dikkati
çekiyor: “Sokak lâmbasına
sarılıp düşler
düşürürken içimdeki
büyük yalnızlığıma, gözlerimden bir yağmur
damlası konuyor
alnıma.” ( s:8 )
Nevzat: Çok
kısa, yoğun bir öykü. Fantastik boyutta başladığı
izlenimini veriyor
önce: “Balon gibi yavaş yavaş
gökyüzüne doğru uçuyor,
bulutlarla dans
ediyordu. Bütün kasları gevşemişti. Bulutların
arasında aşağıya doğru inen bir
merdiven gördü. Basamakları yıldızlardan yapılmıştı.
İnmeye başladı. Her
basamaktan avuç avuç yıldız alıp
gökyüzüne doğru savuruyordu.” (s:10)
Anlatılanlar, bir tinerci çocuğun sanrıları,
düşleridir aslında.En sonunda
basamakların bitimindeki kapıyı açar çocuk. Yoğun
ve göz kamaştıran bir
ışıktan, çocuğun annesinin eli belirir ve
saçlarını okşamaya
başlar. Anne sıcaklığından yıllarca uzak kalmış
çocuğun, uyuşturucunun sayrısal – sanrısal
evreninde yakaladığı anne
sevgisidir bu. Beş altı yaşlarında
kaybettiği annesinin sevgisi. Öncesi,
bilinen öykülere
benzer: Üvey anne dayağı ve babanın duyarsızlığı, evi
terk etme ve sokaklarda süren bir kimsesizlik
öyküsü... Suça itilme, hırsızlığa
yönelme, itilip kakılma... Duyarsız, taştan sokaklar ve
duyarsız taştan
yürekler...Yazarın eleştirisi bıçak gibi
saplanır toplumun bağrına: “Yitik
bir ülkenin yüzü kavruk
çocuklarından biriydi o. Ceplerinde şeker,
yüreğinde
umut olmadı hiç.” ( s: 11) Nevzat,
hiç beklenmedik bir kaza anında
karşılaşır sarhoş babasıyla ve ölmüş annesiyle.
Kendisine sıcacık uzanan
annesinin elini tutar. Sarılır, başını göğsüne
yaslar. Kokusundan derin bir
nefes çeker, tinerin kötü kokusu yerine.
(s:12) Öksüz çocuğun kırılgan
iç
dünyası, anne özlemi, sevgi açlığı yoğun
bir psikolojik ve estetik anlatımla
yansıtılıyor. Gazete sayfalarında okunabilen bir olay, şiirsel
anlatımla ve
öykü kurgusu içinde işlenerek yeniden
yazılıyor sanatın sayfalarında.
Sanatçının gerçeği
dönüştüren, dil duyarlılığıyla yaşamı
yeniden üreten tavrı
yine karşımızda; Handan Gökçek’in bu
ustaca çalışmasıyla.
Sevgili
Pia: Kitabın en etkileyici öykülerinden
biri Pia. “Kim olduğunu bilsem
Pia’nın” (Attilâ İlhan)
dizesine
göndermeyle yazar, bir kadın- kuklanın (yoksa kukla- kadın mı
demeli?) öyküsü
dile getiriyor. Kukla, erkek egemen toplumda kadının yerini
gösteren bir
metafor olarak yer alıyor. Kukla oynatıcısı, Pia’yı ipleriyle
oynatıp onun
yerine konuşuyor. Bir duygusuzluk, bir boşluk içinde
sürüp giderken her şey, “Bir
gün bir çift yeşil göz öyle
güzel baktı ki, Pia içinde sıcacık bir şeyler
hissetti. Her akşam heyecanla beklemeye başladı sandıktan
çıkacağı anı.”
(s.13) O gözler, sevgiye, yaşama ve
özgürlüğe giden yola bakan pencereler
gibidir Pia için. Sevdiği insan saçlarını
okşayınca, parmaklarını yüzünde gezdirince
Pia’nın bedeni duyarlı olmaya başlar sessizce. Aşk, onun
tahtadan bedenine can
verir yavaş yavaş. İpleriyle savaşmaya başlar; koparır bir kısmını.
Ertesi gün,
kopan iplerin yerine yenilerini takar kuklacı. Pia sahnedeyken bakar,
sevdiğini
göremez; acılar içinde kalır o gece. İlk kez ağlar
hayatında. Kopmayan yalnızca
bir ipi kalmıştır; var gücüyle çeker onu, koparır. Ama o,
yüreğinin ipidir Pia’nın. İpin kopması,
gökyüzünde minik
bir yıldız olmaya giden hüzünlü bir
özgürlüğün kapılarını
açar ona.
Duygu
dolu bu öyküde kadınla ilgili olarak kendisini derin
derin düşündüren o kadar
çok şey buluyor ki okur: Kadının toplum içinde
duygusuz ve duyarsız kılınmaya
çalışılması, buna zorlanması, kadının aradığı sevgiden
yoksun kalması, özgür
iradesinin yok edilmesi, kendi yazgısı üzerinde söz
sahibi olamaması...
Satırlar arasında toplum ve kadın sorunlarını dile getiren bir alt
metnin
varlığı seziliyor. Anlatılanlar, etkili bir yazınsal dille ve Pia
simgesiyle
ifade edilip sorgulanıyor. Yalnızca
kadının değil toplumda büyük bir
çoğunluğun
temel
sorunudur özgür iradesini kullanamamak. Handan
Gökçek öykü kahramanını
konuşturarak, öyküde bu gerçekliği
vurguluyor. Öykünün bir yerinde insanlara
şöyle sesleniyor Pia:
“ Hayatlarının
bir yerlerinde asılı kalmış insanlar, ne farkınız var benden? Sizin
iplerinizle
savaşacak cesaretiniz yok. Ben savaşacağım!” (s.14) Bazen
bir kuklanın
cesaretini bile taşıyamaz insanlar.
Anılar
Biriktiriyorum: Güncel
toplumsal gerçeklerden birini,
öykünün satırlarına,
yazınsal dilin tüm canlı renklerini kullanarak yeniden dokuyor
Handan Gökçek.
Çöp bidonlarından topladıklarını evinde biriktirip
‘çöp evler’ oluşturan yaşlı
ve dışlanmış insanların iç dünyalarına sokulan bir
öykü. Çağrışım yöntemiyle
geriye dönüşler yapılıyor, geçmiş zaman
anıları konuşmalarla canlandırılıyor.
Bir koku, bir eşya, bir görüntü,
öykü kişisini eskilere / eski günlere alıp
götürüyor; konuşmalar yankılanıyor zihninde.
Kendisine eskiyi anımsatan her
şeyi topluyor, biriktiriyor yaşlı adam. Ölen sevdiklerinin
anılarını
biriktiriyor, onlarla yaşıyor. Diyalogların ve kurgunun başarısı,
gözlemlerden
süzülen bir gerçekçilik ve
psikolojiden yararlanma (sanrılar gören yaşlı adam)
öyküde en önemli noktalar olarak dikkati
çekiyor.
Büyüdüm
Mü Şimdi Ben: Dağılmış bir ailenin
çocuğu olarak büyüyen genç
hayat
kadınının iç yaşantılarının yer aldığı bir
öykü. Gecenin karanlığına
adım atmadan önce kadın
şöyle anlatılıyor: “Tam
odasının kapısından çıkıyordu ki aklına geldi.
Yüreğini göğüs kafesinde
unutmuştu. Çıkardı, çantasına koydu. Onu
bedeninde taşımamalıydı geceleri.” (s:28)
Yüreği olursa yerinde, duyarlı olur; kırılganlaşırdı. Oysa o,
bundan kaçıyordu;
ruhsuz, kaskatı, mekanik bir varlık olmalıydı gece hayatının
içinde. Adamın
biriyle geceyi geçirmeden önce şöyle
davranır: “Banyoya girdiğinde
çantasından yüreğini çıkardı. Bir iki
damla gözyaşıyla yıkadı, tekrar yerine
koydu yüreğini.” (s:30)
Büyük bir iç çelişkidir bu; bir
ölümdür sanki. Her
seferinde de geçmişte hayat kadını olan annesi bir aynanın
içinden çıkıp ona
seslenir. Kızı, intikam almak
için onun yolunu seçmiştir.
Geceleri yaşadıkları bitince hemen eve koşar. Yine yüreğini
çıkarır
çantasından, gözyaşlarıyla yıkar, yerine koyar.
Fakat bir gün aşkı bulur; çünkü
o gün yüreğini yerinde bırakmıştır; unutmuştur onu
çıkarıp duyarsızlaşmayı. “Aynaya
baktı, o gözleri gördü gözlerinin
içinde.Teninde delikanlının parmak
uçlarından kalan
sedefler vardı... Aykırı
bir sihirdi düşen içine. Bir daha
çıkaramazdı yüreğini...” (s:31)
Geriye
dönüşlerle gelişen kurgusal
düzenleme, birkaç cümlelik konuşmalarla
oluşturulan dramatik yapı dikkati
çekiyor. Bir hayat kadının karanlık iç
dünyasına okurun da bakabileceği bir
pencere açıyor yazar. Oradan baktığında acıların
yoğunlaştığı bir insani
durumun bilincine ulaşıyor okur. Bu farkındalık, okurun zihninde yeni
düş(ünce)
pencerelerin açılmasını sağlıyor.
Düş
Hırsızı: Kitaba
adını veren bu öykünün kahramanı bir
düşsel varlık, bir imge; ‘düş
hırsızı’.
Kendi anlatımıyla onu tanıyoruz. Bir bedeni olmayan, rüzgar
gibi esen bir
varlık. Bazen insanların yüreğine, düşlerine, bazen
nesnelerin içine usulca
sokuluyor, içlerine giriyor. Düşleriyle besleniyor
insanların. İnsanlar gibi
olmadığına seviniyor:“İstediğimde kuşlarla birlikte
uçabiliyor, en derin
denizlerde dolaşıyorum. Toprağın derinliklerinde
gökyüzüne, meraklı başlarını
topraktan çıkarıp güneşe merhaba demek
için sabırsızlanan çiçekleri
görüyorum.
Ama bütün bunları yapabilmek için
düşlere ihtiyacım var. Güzel
düşlere.”
(s:33) Bir
gün, gözlerinden gökyüzüne
kuğular havalanan bir kadının düşlerine girdiğinde acıklı bir
aşk serüveninin
tanığı oluyor. Bu tanıklık onu da düşsüz bir
dünyaya alıp götürüyor.
Öyküde
dilin kullanımının, yer yer fantastik ve
gerçeküstü
nitelikler taşıyan kurguya belli
bir zemin
oluşturduğu görülüyor. İmgelerin ve
çağrışımların
zenginliği dikkati çekiyor. Bu öykü
çok farklı tatlar, renkler taşıyor bu
nedenle. Bir masal dünyasına düş gücüyle uçup gidiyor
insan; bir
‘düş hırsızı’ oluyor sanki.
Çarpıcı, etkileyici ve estetik izler bırakan
bir öykü .
Anılar Konağı: Eski
büyük evinde anılarıyla
yaşayan Servet Hanım’ın şimdiki
zaman içinde yer yer eski günlerini, yaşantılarını anımsaması
üzerine kurgulanan bir öykü. Anlatımdaki
duygusallık
ve şiirsellik öykünün konusuyla da uyum
gösteriyor. Ünlü bir roman ve
öykü
yazarıyla bir ömür geçirmiştir Servet
Hanım. Rıdvan Bey her akşam geç saatlere
kadar çalışır kocaman, gül ağacından yapılmış
masanın başında. Masa, anıları
içinde barındırır adeta. Rıdvan Bey’in sıcaklığı,
kokusu sinmiştir sanki özüne.
Bu büyük yazarın son romanı yarıda kalmıştır. Servet
Hanım kahvesini odasına
getirdiğinde onu, başı masanın üzerine
düşmüş halde bulur... Oğlu ve gelininin
isteği ise Servet Hanım’ı yanlarına alıp konağı satmaktır.
Bunlar acı gelir
Servet Hanım’a. O masanın başında duygularının diliyle
şöyle seslenir eşine:
“Ah Rıdvan Bey! Hayatın bir
yerinde asılı kalmak ne zor. Hep geçmişi yaşamak. Sesini
özleyerek tükeniyor
günlerim. Ölümler çoğaltıyorum
kendime her gün. Kırılgan bir köprüden
sonsuz ve
sensiz bir boşluğa düşüyorum. Yapayalnız.” (s:57) İlginç bir sonu
olan bu öykü, karakterlerin
canlandırılması ve anlatım açısından
güçlü yapısıyla
dikkati çekiyor. Eski konakların “canıyla
hüznün kuşlarını besleyen” insanlarını
başarıyla canlandırıyor yazar. Aşkın, bağlılığın ve saygının bu
kırılgan,
ince insanların
yaşamlarındaki önemi ve
değerine odaklanmamızı sağlıyor. Ayrıca bir yalnızlık dramının
perdesini açıyor
okura. Handan Gökçek’in kişilere ruhsal
derinlik kazandırmadaki titizliği
ve kurgudaki başarısıyla göz
doldurduğu Anılar
Konağı ilgiyle
okunuyor.
Âşık
Ayçiçeği: Bu
da kitabın ‘güzel’ nitelemesini hak eden
öykülerinden. Kurgu ve konu açısından
ilginç; katmanları olan bir öykü.
Üst
kurmacanın bazı
noktalarda yazınsal
gerçeklikle temasa geçmesi, yer yer onun yerini alması, okurda Aşık
Ayçiçeği’nin çok farklı ve
özgün bir öykü
olduğu izlenimini
bırakıyor. Yarattığı
öykü kişisine âşık olan yazar,
unutulmayacak bir karakteri yaşatmaya,
sezdirmeye çalışıyor. Öykü kişisi köylü
kadın, çocuk denecek yaştayken, aşkı hiç
tanımadan evlenir köyden bir gençle.
Dümdüz, sıradan bir yaşamın tutsağıdır
genç kadın. Tutsak olduğunu bile bilmez.
Yalnızca arada bir büyük
şehirlerde
yaşamın nasıl olduğunu düşünür.
Genç kadın bir traktör kazasında yitirir
kocasını. Ayçiçeği tarlasına her gün
giden genç kadın, saatlerce konuşup
dertleşir onlarla.
“Adam elinden kalemi
bıraktı,
arkasına yaslandı. Yine aynı öyküye başlamış ve aynı
yerde takılıp kalmıştı. (s:71)
tümcesiyle okurda bir
tür şok, bir
yabancılaşma yaratan Handan Gökçek, yazarın
kişilerini yaratma, onların
yazgısını belirlemede ve öykü dünyasını
kurmadaki ‘tanrısal’ tavrına
odaklanmamızı, yine
kendi yarattığı
öykü kişisi olan yazarın ( kurmaca
yazarın) bakış açısıyla
sağlıyor:
“Derin derin
içini çekip tekrar aldı
kalemi eline, yeni bir sayfa koydu daktilosuna. İşte yine birazcık
tanrıydı. O
yaratmıştı ayçiçeği tarlalarını ve kadını.
İstediğini yaptırabilirdi ona.
Ayçiçeklerinin
arasından çıkabilirdi
karşısına ya da kadını getirebilirdi yanına, buraya hatta bu odaya veya
acımadan bırakabilirdi şehrin ortasına. Köyün yaşlı
ağasıyla evlendirip aşkı
hiç tattırmayabilirdi.” (s:71) Bu
katmanlı öykünün ‘yabancılaştıran
bir
metin’ olarak farklı bir yerde durduğunu özellikle
belirtmek yerinde olur.
Böylelikle, öykünün, yazarın
yaratımına dayalı bir
kurmaca olduğu gerçeği, okurun öyküye
yabancılaştırılması yoluyla
sezdirilmeye çalışılıyor. Öykünün
ilerleyişine okurun da düşünsel bir
çabayla
katılması sağlanarak
gerçeği
sorgulayan, düşünen,
dönüştüren ‘etkin’ bir
okur yaratılmaya gayret ediliyor. “...
yalın anlamlı metinlerde okuyucu nasıl bir rol oynadığının, başka bir
deyişle
yazar tarafından nasıl yönlendirildiğinin bilincinde değildir,
yabancılaştıran
metinlerde ise metni anlamak için kendisine
biçilen rolün bilincinde olması,
başka bir deyişle oyunun kurallarını bilmesi ve ona göre
oynaması gerekir.” (2)
Öyküde
bir yerde, öyle oluyor ki üst kurmaca boyutundan
gelip ete kemiğe bürünür gibi
olan köylü kadın, kurmaca yazarın dünyasında
başrolü oynamaya başlıyor.
Satırların arasında özlü bir söz hemen
dikkati çekiyor:“Belki de aşk, sadece
aykırı bir düştür.” (s:72)
Aykırı bir ayçiçekli finalle sona eriyor
Âşık
Ayçiçeği, içimizde hoş bir
öykü, daha doğrusu yaşam tadı bırakarak.
Belik: Kentli bir
öykücü olarak Handan
Gökçek,
kırsal kesimde geçen bir olayı, orada kendini ifade eden
köy kültürünü ustaca
işlemiş Belik’te. Bu başarı, kurgusal düzenlemeden
kaynaklanıyor. Köy
gerçeğiyle ilk kez kiracıları Naciye’nin
köyüne gittiğinde karşılaşan genç
kızın bakış açısından ayrıntılı bir gözlemcilikle
yansıtılmış her şey. Daha
önceleri yalnızca TV’de izlediği eski Türk
filmlerinde görmüştür köyleri
genç
kız. Öyle betimler, öyle anlatır ki köyleri,
bu, dışarıdan bakan bir kentlinin
anlatımıdır. Bu anlatım, gerçeklik duygusu ve inandırıcılık
uyandırıyor okurda.
Çünkü okur, kimin gözleriyle
köye baktığının bilincindedir:
“Dolmuş
köy
meydanında durdu. Dolmuştan iner inmez şırıl şırıl akan bir
çeşme dikkatimi
çekti. Az ileride bir köy kahvesi, bir bakkal ve ne
satıldığını bir türlü
anlayamadığım bir dükkân, meydanı biraz
geçince küçük bir cami
vardı.” (s:74-75)“Bu
köyün her köşesi bir
tabloya benziyordu.”
(s:78) “Sanki
usta bir ressamın yaptığı tablonun içine girmiştik.
Büyük avlunun içinde beyaz
badanalı küçük ev, evin hemen sağ yanında
davarların bulunduğu bir dam, damın önünde
bir dut ağacı, altında bir tulumba ve etrafında rengârenk
çiçeklerin ekili
olduğu teneke saksılar vardı.” (s:76)
Canlı diyaloglarla ilerleyen
öyküde,
köylü kadınlardan Elmas, kızını ertesi gün
evlendirecektir. Kına gecesinde
hiçbir işini aksatmaz. Güçlü
bir kadındır, anlatıcı
genç kızın yorumuna göre. Kına gecesi bitiminde
ertesi günün
yemeklerini hazırlamaya başlayan Elmas, bir köşede yalnız
kaldığı anda sessizce
ağlamaya başlar. Genç kız
onu görür,
içinde bir sıcaklık ve yakınlıkla ona sokulur. Nedenini
sorar. O noktadan
itibaren bir zaman kırılmasıyla, Elmas’ın
gençliğinde yaşadığı
bir aşk öyküsü
başlar. Efsane gibi bir aşktır bu,
acılarla örülmüştür olaylar. Bu aşk
öyküsü
üçüncü kişi anlatımıyla
aktarılır. Aslında her şey Elmas’ın
zihninde, bir anımsama olarak
geçiyor ve bunun sözel ifadesinin Elmas’ın anlatımıyla verilmemesi
farklı bir perspektif kazandırıyor Belik
öyküsüne. Bu zamansal geriye gidişlerin
yadırgatıcı olmadan, olabildiğince
doğallıkla gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz.
Geriye gidişten sonra arada bir
yeniden ocak başına, öykü anına
dönülüyor. Elmas, koca bir tahta kaşıkla
düğün yemeğini
karıştırıyor. Gözleri
dağlara dalıp gidiyor. (s.93) Sonra yine başlıyor geriye
dönüş; o efsane dilleniyor
yine. Kavuşamayan sevdalıların dramı,
öykünün içinde bir
özgün senaryo gibi
okuru derinden etkiliyor. Bir demet saç
örgüsünün (beliğin) anıları ve
acıları
nasıl taşıdığını anlıyor, içinde bir sızı duyumsuyor.
Elmas’ın acıklı öyküsü
sona erdiğinde öykü zamanına yeniden dönen
okur, gerçekle yüz yüze geliyor ve
genç kızın anlatımıyla köy
düğününün ayrıntılarına dalıp
gidiyor bu kez.
Öykü
kişisinin bakış açısına uyarlı,
dikkatli bir gözlemle, sağlam bir kurguyla yazılan bu
öykü, kitabın en uzun
öyküsü olmasına karşın başından sonuna dek
okurun ilgisini canlı tutma
başarısını gösteriyor. Diyaloglardaki başarı, anlatımlarda da
kendini
gösteriyor: “Bir saat sonra otobüs
yol almaya başladı. Yine cam kenarına
oturdum. Ağaçlar yine koşuyordu gözlerimin
önünden. Ağaçların arasında bir de
kır atı gördüm. Hüseyin ve Elmas vardı
üzerinde, mor, başı dumanlı, yaslı
dağlara doğru koşuyordu. Yeleleri Elmas’ın belikleriyle
birlikte savruluyordu.” (s:103)
Canlı bir duygusallık ve
görsellikle güzelleşen bir düş sahnesi
yaratıyor yazar gözlerimizin önünde.
Görsel
sanatların, resim ve sinemanın yazarın dünyasında
önemli yer tuttuğunu
söyleyebiliriz. Handan Gökçek’in dildeki,
sözcüklerdeki ses uyumuna özel bir
önem vermesi, onun müzik ve
söz yazarlığıyla ilgisinden kaynaklanıyor.
Öyküde bazı manilere, türkülere
yer verilmesinin, yazarın gerçekçilik kaygısından
ve kırsal kültürü iyi
soluyabileceğimiz bir atmosfer yaratmak istemesinden ileri geldiğini
düşünüyorum. Anlatımda en çok
ilgimi çeken özelliklerden birisi de yazarın,
yerel ağızların seslerine yer verilmeden de köylü
konuşması yazılabileceğini;
bunun, gerçekçiliği ve inandırıcılığı
hiç de zedelemediğini kanıtlıyor
olmasıydı. Sonuçta
okuru değişik bir
atmosfere taşıyan, akıcı bir anlatımla yazılmış, görsel ve
söylencesel
motiflerle bezenmiş, etkili bir öykü Belik.
Zılgıt: Güneydoğunun
ezilen, acı çeken, törelerin arasına sıkışmış
dertli kadınları, kızları... Bu
öyküde de efsaneleşiyor kadınların yaşamları.
Gerçeklikten düşselliğe doğru
giden inandırıcı bir yolculuk içinde buluyoruz kendimizi.
Belik’te olduğu gibi
aynı şiirsel öykü dilinin, hüzünle
dolu bir güzelliği içimize oya gibi
işlediğini duyumsuyoruz. Özgün bir girişle başlıyor
Zılgıt:“Coşkulu bir
zılgıt kulaklarımda... Gel gibi, yel gibi... Ve bir acı
içimde gül gibi, kan
gibi. Dağları titreten bir
kadın
sesiydi... Saçlarımdan ağıtları geçti Savruldum
Fırat’ın suyuna. Zeliha Kız
tuttu ellerimden. -Gel bacım. Buradayız hepimiz. Fırat kıyamadı
sevdamıza.
Suyunda yaşatır bizi.” (s.104)
Sevda ve özgürlük uğruna, töre
zincirlerine baş kaldıran, bu uğurda Fırat’ın
suyuna atılmayı, ölümü göze alan
kadınlar, genç kızlar... Töre cinayetleriyle
kirleniyor Fırat’ın suyu. Derinlerinde ise genç
kızların parıldayan
yansımalarını, düşlerini taşıyor, biriktiriyor Fırat.
Güzel bir kurguyla
yazılan bu öyküde genç kızlar
“sevda direnişçisi” olarak
niteleniyorlar. Sevda
uğruna ölümü göze alan fedailerdir
onlar. Ağıtların derinliği Fırat’ın
derinliğine karışıyor bu öyküde.
Bu
satırlarda, Düş Hırsızı’ndaki
öykülerden yüreğimde en çok iz
bırakanlarla ilgili görüş ve değerlendirmelerimi dile
getirmeye çalıştım. Yazın
sanatçısının; konu
ve izlekleri yepyeni
biçimlere, özgünlüklere taşıyarak
olağanüstü yapıtlar oluşturabileceği, her
şeyi yeniden yaratabileceği ve insanlığın yaratma sürecine
yeni halkalar
ekledikçe varlığının izlerini kalıcı olarak bırakabileceği
olgusu, apaçık bir
gerçek olarak karşımızda duruyor. Handan
Gökçek, kendi öykü dilini tam
anlamıyla oturtmuş, biçemde
özgünlüğe yönelmiş bir yazar olarak
karşımıza
çıkıyor bu ilk kitabında. Sözcüklere
kattığı yeni anlamlarla ve imgesel
yoğunlukla, dilin
anlatım olanaklarının
genişlemesine katkıda bulunuyor.
Handan
Gökçek yaratıcılığını,
özgünlüğünü ve
dile yazınsal katkılarını sürekli çoğaltan bir
yazar. Düş Hırsızı ile
öykücülüğümüze
etkili bir imza atmış durumda. Yazarın, bu kitabındakileri de
aşan öyküleriyle, yazma serüvenini
önemsediğini görüyor; yeni
öykü kitaplarıyla
hak ettiği daha geniş okur
kitlesine
ulaşmasını umut ediyoruz.
(1) J.E.Miller,Jr ve B.Slote
“Kısa Öykü Üzerine
Notlarӂeviren:Yurdanur
Salman , KUM Dergisi, Sayı:14.
(2) Zehra İpşiroğlu, “Alımlama ve Boyutları,
Yazın,
Papirüs Yayınları, İstanbul, 2001,s: 52.
|