Sıçrayarak uyandı yine. Yarı
aralık gözleriyle zamanı
anlamaya çalıştı. Gün ışımamıştı daha. Sımsıkı
tuttuğu perdeyi bıraktı. Yeniden
yastığa koydu başını. Oğlunun soluğunu duyamadı. ‘Yine
yetişemedim, diye,
geçirdi içinden.
“Kapı sesine
uyanmış olmalıyım,” dedi, kendi kendine. Belki de
gördüğü düştendi. Tam da
çıkaramadı aslında. “Aman neyse ne,”
dedi, seslice. Kendi kendine konuştuğunu
ayrımsadı. Son zamanlarda hep böyle olmuştu. Evde bir başına
kaldığı zamanlar
kendisiyle kavgaya tutuştuğu bile oluyordu. Bu, konuşmanın da
ötesi,
didişmelerin sonunda çoğu kez küskün
otururdu köşesine. “İnsanın kendine
yaptığını kimseler yapmazmış,” sözüne,
“İnsanın en çok kendine gücü
yetermiş,”i
eklemeli, derdi.
“Beni uyandır oğul,
bir tas çorba olsun ısıtıvereyim sana,”
demişti, gece yatarlarken. Bir
kez olsun uyandırmamıştı anasını. Gün ışımadan sessizce
kalkar, parmak uçlarına
basarak hazırlanır giderdi. Yeter ki anası biraz daha uyusundu. Son
zamanlarda
ilâçların onu iyice ağırlaştırdığını ayrımsıyordu.
“Başım sepet gibi,” derdi,
kimi günler. Ağzından çıkıveren bu
tümceyi düzelteceğim diye uğraşır
dururdu sonra. Aklı sıra sağlık durumunu oğlundan saklayacaktı. Oysa
yüzüne
bakınca anlardı Yaşar, anası iyi mi, hasta mı, söz fazlalıktı
kimi. Bunu anası
da bilirdi ya inat ederdi durduk yerde...
El yordamıyla
doğrulmaya çabaladı döşeğinde. Kireç
badanalı duvara yapıştırdı avucunu. Ağır
ağır kaldırdı, ona karşı koyan yorgun bedenini. Bir başına
düşüp kalmak
korkutuyordu onu. Dizlerinin takatı kalmamıştı artık. Nasırlı ellerinin
duvarda
çıkarttığı ses içini gıcıklattı. Tedirgince
gezdirdi duvarda elini. Elektrik
düğmesini buldu sonunda. “Ohhh,” dedi
derin derin soluyarak. Işıdı ampul.
Birden seçemedi çevresini. Gözlerini
açıp kapadı bir süre. “Evveli bu da
yoktu,” dedi içinden. “Gaz
lâmbasıyla tükettik koca
ömrü!”
“Oğlumun, Yaşar’ımın
kapı kapama sesine uyandım zahir,” dedi duyulur duyulmaz
sesiyle.
Kocasını
yitirdiğinden bu yana böyleydi. Bir
öksürük tutar
soluğu kesilirdi çoğu
geceler. Oğlunun götürdüğü doktor,
ilâçlar vermişti koca torba.
Öksürüğünü
keser gibiydi ya, kütük gibi yapıyordu her yanını.
Başı
ağırlaşmıştı giderek.
Oradan oraya savrulsa da, ayak diriyordu yaşama! Bir tutar dalı oğlu
kalmıştı
koca dünyada. O da, şehir, demişti de başka bir şey dememişti.
Ana
yüreği
istemese de köyünden toprağından
göçmeyi,
içindeki sese kulak tıkamıştı.
Gözbebeği oğlunun ardına düşmüş gelmişti
yaban ele.
Kendilerinden önce göç eden
köylülerinin yardımıyla bir göz odalı bodrum
kata
koymuşlardı iki döşek, iki de
yorganlarını. Gerisi çul çaputtu. İlk girişte
genzini
yakmıştı rutubet kokusu.
Ürkmüştü ya, belli etmemişti.
İçine gireli beri
alışmıştı. Neye alışmıyordu ki
insan, “bir eşi bir peşi” değil miydi altı
üstü!
Oğlunun yüzü gülsündü,
başka
bir şey istemezdi bu yaşamdan. İstemezdi ya, köylük
yerde iyi
kötü eş dost
bulunurdu. Şehir öyle miydi; buradaki
köylüleri
çoluk çocuk çalışıyorlardı.
Oğlu, daha gün ışımadan gidiyordu. Bir başına kaldı mıydı,
koca
gün geçmek
bilmiyordu. “Delikli bir boğaz değil mi, öyle de
doyar
böyle de,” derdi anası.
Ama, büyük de olsa bilemezmiş, hem nereden bilsin;
köyünün ötesinde köy
göremeden göçüp gitmişti şu yalan
dünyadan.
Çocuk yaşta gelin gelmiş bir daha
dönememişti köyüne. Yüreği yansa da
engel
olamamıştı kızının kendi gibi
yanmasına. Kadının yazgısı, demişti, boyun eğmekten gayrı ne gelir
elimizden!
Hastalıklı
büyümüştü
Yaşar. Yakalandığı her çocuk hastalığında gidip gelmişti
öte dünyaya. Kızamık
çıkardığında ateşi akciğerlerine sıçramış, alev
alev yanmıştı sabahlara değin.
Yaradandan umudunu hiç kesmemişti Döne Kadın. Bir
gün duaları kabul olmuş,
köylerine sağlıkçı gelmişti. Onun yaptığı iğnelerle
gözünü açmıştı Yaşar’ı.
Başından hiç ayrılmamıştı. Bir sabah: “Su ana,
su,” diye ünlediğinde, koca tas
suyu kana kana içirmişti oğluna. Tülbendinin ucuyla
alnındaki terlerini
silmişti durmamasıya. Sevinç gözyaşı
dökmüştü sabaha değin!
Başka çocukları da
olmuştu olmasına ya, dördünü de toprağa
vermişti yaşlarına eremeden. Ondandır
Yaşar koymuşlardı adını. Üstüne titrediler
oğullarının. Babası da kıyamazdı
sağlığında. Ama, anası denli belli etmezdi duygularını. Ne de olsa
erkek
çocuktu. Gözü pek olsun isterdi.
Köylük yerde gözünü
budaktan esirgemeyen bir
yiğit olarak büyümeliydi onun oğlu. Sinmemeliydi
başkalarının döllerinden. Yine
de, ağızlarıyla kuş tutsalar her şey olacağına varmıştı.
Çelimsiz, soluk
benizli bir gençti Yaşar. Babasının düşleri bol
geliyordu ona. Olsundu, Allah
bunu olsun bağışlamıştı ya onlara. Yazgılarına razıydılar. Varsın
çelimsiz
desinlerdi gözbebekleri oğullarına!
Her gün, erkenden
başlardı Döne Kadının belleğine yolculukları. Çocuk
yaşta gelin geldiğinden
yola koyulur, ille de Yaşar’ında soluklanırdı derin derin.
Çok geceler kirpiği
kirpiğine değmez, nefes alışını dinlerdi oğlunun! İçindeki
dokunma isteğini
yenemez, elini belli belirsiz uzatıp geri çekerdi. Az daha
uyusundu kuzusu.
Başını yastığa koydu muydu çağıldardı düşleri.
Dizlerinin sızısı mı kaybolur, o
mu umursamaz, kendi de bilemezdi.
Yine birbirine
benzeyen gecelerden biriydi. Burnu almaz olmuştu da rutubetin kokusunu,
ayaklarına sözü geçmiyordu. İlle de
dizleri bir ömrün hesabını soruyorlardı
sanki ondan... “Diz ağrısı, diş ağrısı,” dememişler
boşu boşuna. Kaşıkla verip,
kepçeyle alıyordu sanki Yaradan! Dayanamayıp
söylenir, sonra yönünü Tanrısına
dönerek af dilerdi. “Tövbe yarabbi,
tövbe estağfurullah! Dilin kemiği yok her
yana dönüyor,” derdi. Ötesi var bu
dünyanın, ne yanıt verirdi zamanı
geldiğinde. Her şeye hazır olmalı insan, demez miydi
büyükler. Onun da sağlıklı
günleri olmuştu. Gün ışımadan tarlanın yolunu tutup,
ter topuğundan akıncaya
değin çalıştığı günleri. Ağustos sıcağının altında
cayır cayır yanarak orakla
ekin biçmeleri. Yaşar’ı da olmasa,
susamanın ötesinde acıktığını bile
anlamazdı tarlada çalışırken.
Sızlandığını,
dahası uğunduğunu görünce
anasının: “Bırak anam,” dedi, Yaşar, “Bir
kesek ekmekle zeytin yer çıkarım.
Yarın iyileşince yaparsın çorbayı,” diyerek,
almıştı elinden tencereyi. Ne etse
söz geçirememişti oğluna. İçinden,
“Kırmayayım kuzumu, gönlü olsun, o uyuyunca
kalkar, kaynatırım bir tencere çorba. Aç yollamam
kuzumu ben!” diyerek koymuştu
başını yastığa. Topraklarının kokusu gelmişti sanki burnuna. Derelerini
dağlarını, bahçelerini, dahası dam kokusunu bile
özlediğini duyumsadı. Alın teri
göz nuruydu her bir köşesi. Bir gün olsun
çıkmazdı aklından. Göz kapaklarıyla
cebelleşti epeyce. Açmayıp inadından kapadı
gözlerini. Düşünden koparılmak
istemiyordu. Koyaklarda açan
çiçeklerin kokusu dolandı çevresinde.
Dönendi
dönendi, bir top yalım oldu. Dağ kokulu sular aktı yanından
yöresinden. Kanat
çalıp uçamadı. Kaynayıp karışsa diledi o an
toprağa. Bir yanı eksilmişti sanki!
Birden sıçrayarak açtı gözlerini.
“Tövbe, tövbe hayırdır inşallah! Toprak
kokusu da nereden geldi?” dedi yeniden, yanına
yöresine bakınarak. Erini
yitirdiğinde gördüğü düşün
aynıydı. Ürperdi iliklerine değin. Hızlıca soludu,
alnındaki terini silerken. Oğlunun yorganına uzattı elini, ayaklarına
değdi
eli. “Kuzum uyuyor,” dedi. Yeniden
düştü başı. Kesik kesik uykucuklarından birine
daha yenildi gözleri.
Yaşar,
şaşıp kalıyordu anasının
hallerine. Suyunu içemezken onu uyutup çorba
yapmaya kalkıyordu. Ilık bir
şeyler akardı içine, kaynamış çorbayı
gördüğünde. Anası gibi var mıydı?
Sevdiği de anasına benzermiş insanın, demişti arkadaşları. Bu
sözü çok
sevmişti. En az Safiye’si denli sevmişti hem de!
Köyde kalmıştı Safiye. Boyu
boyunaydı. Biraz para biriktirsin, anasını gönderecekti
istetmeye. Yan yana
geldiklerinde, daha eli eline değmeden al al olurdu yanakları.
Gözleri ışıl
ışıl ışıldar da, diyeceklerini diyemezdi bir türlü.
Buluşmadan yığınla söz
gelir aklına. Karşılaştılar mı hepsi uçar giderdi.
Gelirken
ne yapıp edip buluşmuşlardı.
“Bekle,” demişti Yaşar, “Az biraz paramız
olsun, göndereceğim anamı
sizinkilere. Herkes bilir birbirimize yanık olduğumuzu. Biraz sabır
gerek. Bil
ki bu yürektesin!” diyerek göğsüne
koymuştu Safiye’sinin elini. Sarılmışlardı
sımsıkı. Zaman dursa dilemişlerdi o an! İkisi de dolukmuş,
konuşamamışlardı.
Islak bakışlarını saklamışlardı birbirlerinden. İkisinin de
söyleyecekleri
kendine kalmıştı.
O
gün, hiç çıkmadı aklından. Yorgun,
bitkin düştüğü anlarda bile
düşlerini süsledi Safiye’sinin kaygılı
bakışları.
Bir kavuşsaydılar, iki sevdiği de yanında olurdu. Yaşamın ağırlığı
kalkardı
omuzlarından. Belki bebeleri de olurdu tez zamanda. Bir
çocuk yetmezdi Yaşar’a.
İlle de kardeşi olmalıydı bebesinin! Onun yalnızlığını yaşamamalıydı
oğlu!
Ali’nin sesiyle uyandı düşlerinden. İş zamanı gelmiş
olmalıydı.
Ali’yle
çocukluktan bu yana
arkadaştılar. Okula birlikte başlamışlardı. Birlikte oynayıp, birlikte
büyümüşlerdi. Şehirde de bırakmadı Ali,
arkadaşını. Önce o gelmişti şehre.
Belediyede temizlik işlerine girmişti. Uykuyu unutmuştu ya neylesindi,
başka
bir şey gelmiyordu ellerinden. İlkokuldan sonra okuyamamışlardı. Hali
vakti
yerinde olanlar başka yerlere okula göndermişlerdi
çocuklarını. Onların
aileleri karınlarını zor doyuruyorlardı. Dedesi: “Varsın
bizimkiler de
topraktan arasın nasiplerini,” demişti. Anaları da boyun
bükmüştü bu karara.
“Sen
de gel,” demişti Yaşar’a Ali.
”Amirime anlattım seni. Belediyeye işçi alacaklar
şu günler.” Durur muydu
Yaşar! Tek umuduydu bir baltaya sap olmak. Çalışmalı, para
kazanmalıydı. Köylük
yerde ne artıyordu insan, ne de eksiliyordu. Birbirine benzer
yaşamların bir
kopyası daha çekilsin istemiyordu. Kafası
çalışıyordu. Bunu anasına anlatmak
kolay olmadı. Ama fazla da karşı koyamadı oğlunun ısrarlarına. Bir
sabah
alacasında kilit vurdular evlerinin kapısına. Konu komşuyla
helâlleştiler bir
gün önce. İyice zorlaştırmadan köyden
ayrılmayı, kimselerin uyanmadığı zamanda,
tan ağarırken düştüler yola! Üç
beş keçiyle tavuğu sattılar varına yokuna. El
harçlığı olsundu yabanda. Ya tutardı, ya tutmazdı
çaldıkları maya. Geri
dönecekmiş gibi bıraktılar evlerini. Bunu Yaşar’ına
pek belli edemedi Döne
kadın.
Yaşar, anasının
bakışından ne dediğini anlıyordu oysa! Ama ses etmedi aldığı
önlemlere.
Haftasına işe başladı. Amiri onların ilçesindendi. O da
onlar gibi
okuyamamıştı. Üstelik yoksul bir ailenin çocuğuydu.
Bu nedenle de yöresinin
insanını kolluyordu. Sokakları süpürme işleri
bittiğinde, koca konteynerlere
yetişemez düşüncesiyle çöp
arabasının üstünde görevlendirmişti onu.
Çöp
bidonları boşaltıldığında onları baskılıyordu. Arabanın
içinde çoğu kez nefes
alamaz olurdu. Hiçbir şeye benzemeyen, insanın genzini yakan
bu pis kokuya
dayanmak zordu. Dışarı çıktığında ciğerleri
çıkacak denli öksürürdü.
Temiz
havaya sığınır, kendine gelmeye çabalardı. İşi bitince,
“Tamam,” diye seslenir,
onun sesini duyunca şoför sıkıştırma düğmesine
basardı. Dağ gibi çöp yığınları
arabanın yarısında bile kalmazdı.
“Sana
güveniyorum,” demişti amiri. Onun
güvenini sarsar mıydı hiç? Olanca
gücüyle çalışıyordu. Çelimsiz
bedeninden
umulmadık iş çıkarıyordu her kezinde. “Deneme
dönemindesiniz,” demişlerdi. O
anlamıştı sınandıklarını ya öyle olmasa da
çalışırdı. Ekmek kapısıydı onun.
Anası, eline bakıyordu. Akşamları eve gelirken, sokak satıcılarından
sebze,
meyve alırdı. Anası bin duayla almaya yeltenirdi elindeki paketleri. O
vermez,
diğeri çekiştirir dururlardı öylece... Sana
tülbent alayım ana, demişti. Anası,
“İstemem oğul, istemem! Her bir şeyim var benim! Neyleyim
yemeniyi, neyleyim
fistanlığı bu yaştan kelli. Sandıkta
dürülüler durmakta daha. Ahir
ömrümde
olanlar bana yeter de artar bile. Ölüm var kalım var
oğul, sandığın alt
köşesindeki bohçadakiler senin!” demişti.
Yaşar’ın gözleri doluvermişti anası
bunları söylerken.
“Sen
iyi ol Anam, unutuverdin gene çalışmaya başladığımı. Alır
dururuz, sen bunlara
üzme canını. Üç beş kuruş
biriktiriverirsek, ister miyiz Safiye’yi? dedi yarı
utangaç sesiyle. Kendi bile şaşırmıştı bu denli
açıkça söyleyebildiğine. Arada
dillendirirdi Safiye konusunu. Aklı çıkıyordu, o davranmadan
başka bir isteyeni
çıkar diye. Ele belli mi olurdu, basardı parayı alırdı
Safiye’yi. Düşüncesinden
bile ürperirdi kıl köklerine değin! Acele kovalardı
karabasan düşlerini.
Safiye’si gitmezdi başkasına; Yaşar’ım derdi de
başka bir şey demezdi. Bunu
bilirdi bilmesine ya, yine de atamazdı içindeki kaygıyı. Bu
kaygı daha da
dirençli kılardı Yaşar’ı. Sabah uykularını
unutmuştu. Anası üzülmesin diye
birkaç lokma yer yemez atardı kendini karanlıklara.
Çalışma ekibiyle buluşur,
boyunca süpürgeyi alırdı eline. Kapı
önlerine gelişigüzel atılmış, orasından
burasından patlamış çöp torbalarını elleriyle
düzeltirdi. Kediler onlardan daha
erkenciydi. Kendilerine yarar torbaların içini dışına
çıkarırlardı. İlk günler
gördüklerinden iliklerine değin ürpermişti.
Çöplerin yaydığı kokulardan
tiksinmiş, sarsılmış, bir köşeye çekilip
öğürerek çıkartmıştı. O anda anasının
sözleri düşmüştü usuna.
“Unutma oğul, en acımasızı insandır canlıların, en
çabuk kirleneni de. Damı temizlemeye benzemez bu iş. Sen en
zor olana
gidiyorsun. Allah yardımcın olsun!”
Ne olursa
olsun dayanacaktı. Düşleri
direncini tetikliyordu. Daha kirlilerin daha pis kokanların yanına
varıyor,
kendiyle savaşarak temizliyordu. Zoru başarmaya kararlıydı. Eski
çalışanların
gördüğü pisliklere karşı aldırmazlığına
şaşıp kalıyordu önceleri. Ekmek
götürdükleri çoluk
çocukları için dayandıklarını ayrımsadı giderek.
Kokuya da,
pasağa da alışmışlardı.
Birinde, akşamdan ayaza kesmişti hava. Rüzgar iteleyip
durmuştu camları,
kapıları. Yün giysilerini geçirdi sırtına.
Kazağının içine kağıt parçası
koymuştu anası. Göğsünü korusun diye.
Onu içine yerleştirmeyi de
unutmadı. Açmasıyla geri çarpması bir oldu
kapının. Zor kurtardı başını. Ayaza
vurdu kendini. “Herkes gelmiş midir acaba?” diye
düşündü. Yanlarına vardığında,
onları işe başlamış görünce utandı
düşündüğünden. “Bu işin
şakası yok,” demişti
Ali. “Canımızı dişimize takıp çalışacağız. Eller
gibi okumadık. Kim ne yapsın
bizi!
Gün ışıyınca yağmura döndü hava.
Sulu sepken yüzünü
gözünü yalayıp
dağlıyordu. Bir an önce işini bitirmeliydi. Suların
içinden sürüklenen
çöpleri
küreğiyle sürüdü. Saçak
altına sığınmış bir köpek onu izliyordu. Diğer
arkadaşları görünürde yoktu. Ayakları sular
içindeydi. Korunmaktan vazgeçti.
Küreğini uzatıp bir adım attı. Boşluğa
sürüklendi. Bağırmak istedi sesi
çıkmadı. Logarlar kopmuştu. Ceketi kırık demire takıldı. Can
havliyle çırpındı.
Kendine uzanan ele sarıldı. Yukarıya çekti
çelimsiz bedenini. Çıkmayı başardı
çamurlu sulardan. Sarsıla sarsıla ağladı ardından. Islak kol
yeğniyle silmeye
çabaladı yüzünü. Kimseler
görmemeliydi bu halini. Hele anası hiç
görmemeliydi!
Arkadaşlarının yardımıyla kurulandı, kendine geldi.
O
gün şoför değişmişti. Yeni gelenin
kulakları ağırca işitiyordu. Kaç kez son anda kurtarmıştı
kolunu! Soğuk soğuk
terlemişti hep. İlk kez ürkmüştü işinden.
Dört bir yanı buz kestiğinde, bir
anası geldi gözlerinin önüne, bir
Safiye’si...
İnsan sesini bastırdı makine sesi! Konteyneri kaldıran
işçilerin çığlıkları
asılı kaldı alaca karanlığa. Yitip gitti
Çelimsiz’in düşleri makinenin
tırnakları arasında.
Toprak kokusuna doyamadı anası. Aynı düşündeki gibi
kokuyordu; oğul kokusu
bulaşmış toprak kokusuydu doyamadığı...
|