ana sayfa / editorial / içindekiler / h@vuz'dakiler (biyografi)
 iletişim-erişim/  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Hiçbir şeyin Beklentisi

   

  

Veysel Çolak: On altı öyküden oluşan kitabınıza Hiçbir Şeyin Beklentisi adını koymuşsunuz. Hüzün dolu bir sesleniş… Bir bitiş noktası sanki… Öykülerinizin içeriğini bu adla örtüştürebilir misiniz?
 

G. Çatalcalı: Hiçbir Şeyin Beklentisi, bir öykümün adı. Dilerseniz bu tamlamayı açalım biraz. Hiçbir şeyi beklemek, yani bir şey beklememek. İlk bakışta ‘ beklentisizlik’ gibi görünüyor. Dediğiniz ya da çağrıştırdığı gibi, bir ‘son’, ‘bitiş noktası’… Ama öyküyü okuduğunuzda öyle olmadığını görüyorsunuz. İnsanların karmaşık da olsa, basit de olsa, pek çok beklentileri var hayatta. Adı geçen öyküde vermek istediğim, beklentilerin beklentisizliğe dönüşüverdiği ‘an’lar. Ulaşıldığı anda ya da değişen bir koşulda hemen değer yitimine uğrayan düşler… İnsan doğasının, bencilliğinin gereği belki de… İnsan sadakatsizliğinin, elde edilenleri tüketme kolaycılığının bir örneği olarak da ifade edilebilir… Bu anlamda hüzün dolu bir sesleniş ama umutsuz değil… Bu adla öykülerimin içeriğini örtüştürmek değil de, genel olarak insanın hayata bakışına, duruşuna nasıl eğildiğimin bir ön açıklaması olabilir belki yorumu. Yaşamın hüzünlü yönlerini göstermek istedim ama umutsuz yanlarını değil. Dikkat edilirse bitti sanıldığı yerde filizlenir bazı öykülerim, oralardan boy vermeye başlar. Bu anlamda bir bitiş noktası değil, hayatın akışı içinde kaldığı yerden yeniden yola koyulmaya hazırlanmalardır öykülerimin temel izleği. 

Veysel Çolak: Bu bağlamda yaşamla yüzleşmek için yazdığınız saptamasını yapmak doğru olur mu? Neden yenilginin tadını çıkartıyorsunuz öykülerinizde? 

Gönül Çatalcalı: Yazmayı uğraş edinen kim yaşamla yüzleşme gereğinden kaçabilmiş ki? Saptadığınız gibi tam da bunun için yazıyorum. Yenilgiler, kırılgan insanlar, ölümü tek çıkar yol olarak görenler, işkenceyi önce hafife alıp sonra minicik damlacıklara yenik düşenler, örselenmiş deniz kızının duyarlıklarını resme yansıtıp onun sesi olanlar, uçurumun kıyısındakiler, gençliğe, sıradanlığa imrenen ölümsüz, tapınılası bir diva, parçalanmış bir aşkı birleştirmeyi reddeden bir vapur. Bunların tümü bizden, yaşantılarımızdan kopan parçalar değil mi?  Hayal kırıklıkları, düzeltilemeyen geçmiş, onarılamayan çatlaklar… bıçak sırtlarında verilen kararlar… Benim yüzleşmeden anladığım, dillendirilmeyen küçük duyarlılıkların söze dökülmesidir.

Yenilginin tadını çıkarmaya gelince… Dilerseniz başka bir yerden bakmayı deneyelin.‘Yenildim!’ diyebilmek de bir üstünlük belki… Bunu kabullenebilmek de. Dünya edebiyatı ölümü seçmiş yazarlarla dolu. Kim söyleyebilir onların yenildiklerini? Yani yenilgi sözcüğünü kaybetmek anlamında düşünürsek. Siz Veysel Hocam, ‘yazmak silmektir’ dersiniz… Yenilginin güzelliği de belki böyle bir silme işlemi… Yaşamlar büyüteç altına alınacak olursa, seçilen ölümü yeni bir bilinçli varoluş gibi görebilmek de mümkün… Yaşamın silinip yerine ölümün konması… Virginia Woolf cebine doldurduğu taşlarla nehrin ortalarına ilerlerken, yaşama pes etmiş bir kadın mıdır? Onun kaybettiğini söyleyebilir miyiz? Kendini kabul ettirmiş -hem de bir kadın- yazarın doruktayken her şeyi bırakıp, elinin tersiyle itip de çekip gitmeyi yeğlemesi… Bu, intiharı yücelttiğim, onayladığım gibi de görülmemeli. Ama bazı özel yaşamlar bu açıdan farklı bir gözle incelenebilir. Ötenazinin uygulanabilir olduğu durumlar gibi. Farklı Bir Sevk adlı öykümdeki istifa eden memur, yeniliyor onuruna evet ama odadan ‘işsiz’ bir insan olarak çıkarken, bu yenilgi onu edilgenlikten kurtaran, nefes almasını,  koklamasını, duymasını sağlayan bir utkuya dönüşüyor. En Uzun Gece’deki bedensel özürlü kişi yenilgi dediğiniz ölümü seçerek mutluluğu bir kır çiçeğinin yanındaki mezarda yatmak olarak görüyorsa hayat belki de tam o karar aşamasında başlıyor kendisi için…  Az önce de belirttiğim gibi, kuruma noktasında filizlenen dallar, evet bunlar da yenilginin tadı olmalı dediğiniz gibi… 

Veysel Çolak: 1990’dan sonra, özellikle yeni öykücülerde öykünün birikegelen bilgisi, iyice kullanılmaz oldu. Bu yeni bir öykü anlayışı da getirmedi. Bu yönelme, yazılan öyküleri düşünce yazılarına iyice yaklaştırdı. Öykü adına deneme tadında yazılar yazılmaya başlandı denebilir. Siz bu tuzağa düşmüyorsunuz. Olay ( klasik vak’a) ve kesit öykü anlayışlarından eşit oranda yararlanıyorsunuz. Bu girişim, Türk öykücülüğüne bir katkı sayılabilir. Bu anlayışınız, günümüz öykücülüğüne bir itiraz sayılabilir mi? Bu bağlamdaki düşüncelerinizi öğrenmek isterim. 

Gönül Çatalcalı: Bu, sormanızı beklediğim ama yanıtlaması bir o kadar da zor bir soru. Klasik öykü tanımının dışına taşan, deneme tadındaki yazılara dönüştü öykü diyorsunuz. Sanırım bunu bir kolaycılık olarak algılıyorsunuz. Ben böyle düşünmüyorum. Edebiyatın daha doğrusu sanatın her alanında olduğu gibi, öyküde de deneysel çalışmalar yapılıyor, varolan bilgi parçalanıyor,  denebilir ki yazarın ekleme ve çıkartmalarıyla yeniden biçimleniyor. Kurgunun parçalandığı, izlek bütünlüğü olmayan, katmanlı öyküler çıkıyor ortaya… Eğer bunu kastediyorsanız kanımca, bu yeni yazma biçimlerini denemek, kalıplardan kurtulmak, süregelenlerden farklı öyküler oluşturmak, bir arayış içinde olmayı gerektiriyor. Bence Türk öykücülüğünü evrenselliğe taşıyacak olan bu çeşitleme ve arayışlardır. Elimizdeki Ömer Seyfeddin’den, Sait Faik’ten gelen birikimi yok saymak değil de çeşitlemek, eklemeler yapmak, kapılar aralamak yan yollar açmak, açmaya çalışmak olarak görüyorum bu biçimsel ve izleksel arayışları.  Bir sorun olarak ortaya konmamalı bence. Bu bir kolaycılık değil, bir risk aslında. İnsanların okumadığı bir toplumda, onları düşünmeye, parçaları bütünleştirmeye, beyinleri zorlamaya yöneltecek öyküler yazmak., aynı zamanda da cesaret işi. Aslında sorun edilmesi gereken başka bir konu var. Edebiyat dergilerinde bu bağlamda yapılan tartışmaları da izliyorum. Usta çırak ilişkisinin bittiği  (yaşamın her alanında olduğu gibi) , gençlerin okumadan yazdığı,  iç dökmelerinin anlatıldığı karamsar metinlerden oluşan, konuşmasız, suskun bir öykü anlayışından söz ediliyor. İşte sorun budur bence. Okumaların olmadığı, birikimlerin önemsenmediği, bencil, hayattan kopuk, insansız, ben anlatıcının tutsağı  olan, kendini önemseyen ve önceleyen  öyküler.

Benim öykülerime gelince, olay ve kesit öyküsü anlayışından yola çıktığım, her ikisinden de yararlandığım doğru. Çünkü benim beslendiğim, sevdiğim, yöneldiğim kaynaklar da böyle bir anlatıyı gösteriyor bana. Bir de ‘yazar bilgiyle yola çıkar, sezgiyle yol alır’ sözünü Hasan Ali Toptaş’ın bir söyleşisinde okumuştum ve kendime çok yakın bulmuştum bu açıklamayı. Sezgilerim hep öykünün bir yerlerinde gerilimi artırmamı imledi. Merak duygusu, düğüm dediğimiz o beklentili durak, ondan sonra yavaş yavaş verilen derin bir soluk… Bu dizgeyi, hatta sürprizli bitişi çok önemsedim. Ama  itiraf etmeliyim ki çok parçalı, kurguyu kıran, farklı izleklere yönelen öyküler yazmak, yazabilmek isterim ileride. 

Veysel Çolak: Öyküleriniz bir şiir kadar kurgusal olsa da, yaşamdan ve onun türevlerinden koptuğunuz söylenemez. Olay, olgu ve durumları ustaca kurguluyor, ve birinden diğerine rahatça geçebiliyorsunuz. Resim yaptığınızı bildiğim için de rahatça sorabilirim: resimdeki renklerin kurgusu ile öykülerinizdeki kurgular arasında bir özdeşlik kurabilir misiniz? Öyküde kurgu konusunda neler söyleyeceksiniz? 

Gönül Çatalcalı: Güzel sanatları, hiçbir dalını ötekine yeğlemeyecek kadar çok önemsiyorum. Tüm sanatların birbirinden etkilendiğini, daha doğrusu beslendiğini, beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kanatlarınızın, kollarınızın açılımı ne kadar geniş olursa, ne kadar çok sanat dalını kucaklayabilirseniz, bunun edebiyata yansımalarının varsıllaştırıcı bir özellik olduğuna inanırım. Edebiyatın hammaddesi olan sözcükleri çok önemsediğim gibi resmin belki de tek ve sınırsız olanaklar taşıyan malzemesi olan renkleri de o denli önemsiyorum.  Duyguların renkleri olduğuna inananlardanım. Resimde renkten renge geçiş, ara renkler, kontrastlar yerli yerinde kullanılırsa, hiçbir şey anlatmadığı söylenen soyut resim o kadar çok şey söyler ki izleyene. Buradan öyküye geçersem, konuyu ne kadar arıtır, soyutlarsanız soyutlayın o renklerdeki geçişler gibi olaylar ve durumlar arasındaki geçişlerin de ustalıkla sağlanması durumunda sağlam bir öykü inşa edileceğini düşünüyorum.

Konu ya da olay ne olursa olsun kurgu, izlek birinci plandadır öykülerimde. Semih Gümüş, ‘gerilimi kışkırtan öğedir izlek’ der. İster olay ister kesit öyküsü olsun, öykü aynı izlek çerçevesinde resimsel bir akış izlemelidir bana göre. Tabloya bakan bir süre orada kalmalı, öteki resme geçtiğinde birinciyi unutmamış olmalıdır. Öykü için de aynı durum söz konusu. Bir önceki öykü- resim, bellekten kolayca silinmemelidir. Bunu sağlayacak olan da resimsel ögelerin iyi kullanılmış olmasıdır. Kesit öykülerinin de kendi iç dinamikleri, sürükleyicilikleri, merak unsurları bulunur. Olay öykülerindeki heyecan yoktur onlarda ama yine de yaşamın kendisidir anlatılan. İçinde kendi derinliğini barındırmasıdır onları değerli kılan, heyecan yaşatması değil. Aktaracağınız bir olay yoktur elinizde ama ağızda kalan tadlar, gözlere yerleşen renkler yabana atılmaz. İster olay ister kesit öyküsü olsun, her öykünün sağlam bir kurgusu, tasarlanmış bir alt yapısı ve özenli bir dili olması gerektiğine inanıyorum.  

Veysel Çolak: Okuyucuyu öykülerinizin dışındaki başka kültürel alanlara gönderdiğiniz oluyor. Özellikle ‘ Sular Çekilince’ adlı öyküde, ‘Zeus, Olimpos, Hades, Akhilleus, Eros, Kassandra, Apollon,  Hektor’ adları geçiyor. Bu mitolojik adların her biri onlarca öyküyü içeriyor. Bunlar bilinmediğinde okuyucuda bir anlamlandırma sorunu oluşur gibi görünüyor. Başka bir öyküde Orhan Veli’ye açıyorsunuz kapınızı. Bu tutumun sıradan okuyucu için bir sorun oluşturacağı düşünülebilir mi? Daha düz bir yaklaşımla aydınlar (entelektüeller) için yazdığınız söylenebilir mi? 

Gönül Çatalcalı: Önce ‘sıradan okur’ un kim ya da kimler olduğunu düşünelim. Bir kitabı seçip eline alan, onun dünyasına girmek isteyen herkes bir okurdur, sıra dışına çıkmıştır, okumayanlardan ayrılır o kesim. Oradan bakmak gerek. Saptamayı böyle yapınca, yeni okumaların, yeni öğrenmeler getirmesi kaçınılmazdır. Geçen yıl Virginia Woolf’un  Günce’sini okumuştum. Yazmalarından çok, okumalarından söz ediyor Woolf… Şhakespeare, ilkçağ filozofları, çağdaşları… İngiliz edebiyatının en güçlü yazarlarından biridir Woolf… yalnızca bu örnekten yola çıkarak bile, öğrenmenin herkes için hiç bitmeyen bir gereksinim olduğunu görüyoruz. Gelelim öykü okuyucusuna… Eğer bir öykü başka öğrenmelere kapı aralıyorsa, daha da büyük bir işlev kazanıyor demektir. Kaldı ki sözünü ettiğiniz Yunan mitolojik kahramanları… Medya, filmler, hatta çizgi filmler, bilgisayar oyunları, sayesinde Hades, Zeus, Eros, Apollon, Hektor, Akhilleus, hiç yabancı değil artık insanlara, hatta çocuklara… Salt isim ya da karakter olarak bile olsa. Okur Kassandra ile Apollon’un neden küs olduklarını merak ediyorsa bir mitoloji sözlüğünü açar, öğrenir. Zaten bu saydıklarımız bilinmediğinde, öykü okunur olmaktan çıkmıyor, çünkü öykü onlar üzerinden temellenmiş değil. Kaldı ki yeni bir öğrenme gereksinimi duyan bir okur da şanslı bence. Bu anlamda kime yazdığıma gelince, ‘yetişkinlere’ diyorum. Belli bir okuma disiplini geliştirmiş, okumayı keyif ve alışkanlık haline getirmiş kişilere, yetişkin adayı gençlere… 

Veysel Çolak: Öykülerde noktalama imlerinin kullanılışı da dikkati çekiyor. Öylesine ki, her noktalama imi, üstlendiği görev bakımından bir im olmaktan çıkıyor, oldukça anlamlı bir sözcük gibi, yoğun bir anlamı yansıtır duruma geçiyor. Bu açıdan bakıldığında öyküleri biraz da noktalama imleriyle yazdığınız söylenebilir. Noktalama imlerine böylesine görev yükleyip onca güvenmenizin nedenini öğrenmek isterim. Bu imleri kullanışınız gövde dilini ( jest, mimik, ünlem…) karşılamayı amaçlıyor denilebilir mi? 

Gönül Çatalcalı: Sevgili Veysel Hocam, noktalama imlerini sözcük olarak kullandığım saptamasını olumlayarak mı soruyorsunuz bilmiyorum ama hangi nedenle olursa olsun dikkatinizi çekmiş olması beni mutlu kılar. Evet noktalama imlerini, özellikle üç noktayı çok kullandığım, ünlemi, ünlemle birlikte soru imini kullanarak şaşkınlık ve boğazda tıkanmış soru anlamını vermeye çalıştığım doğru. Hele verilmeyen yanıtları, suskunlukları, sessiz protestoları tırnak içinde soru imleriyle vermek… Konuşamayışları tırnak içinde sıra noktalarla anlatmak… Evet bunu seviyorum ve noktalama imlerini sözcükler kadar anlamlı ve değerli buluyorum. Hayatın da imlerle dolu olduğunu düşünürüm. Çoğu kez hiç kımıldamadan yalnızca gözlerimizle konuşuruz. Bakışlar sözlerden çok şey söyler bir düşünürsek. Onlara anlamlar yükleriz hiç ayrımında olmadan. Bazen de çat pat birkaç kırık dökük sözcük dökülür dudaklarımızdan. Üç noktalar, söyleyemediklerimiz, ifade edemediklerimiz ya da yutkunduklarımızdır… Sözün bittiği ya da anlamsızlaştığı yerde bakışlar, imler, suskunluklar ve bekleyişler başlar. Öykülerim de bunlarla bezenmiştir zaten. Noktalama imleri sözcüğün bittiği yerde imdadıma yetişen en yakın dostlarım gibidir diyebilirim. 

Veysel Çolak: Bir de şunu gözlemledim öykülerinizde. Bazı öykülerinizdeki dil ve anlatımlar  arasındaki farklılık. Örneğin ilk öykünüz olan En Uzun Gece ile son öykünüz Sokak arasında anlatım ve dil farklılıkları var. Ayrı kişiler tarafından yazılmış iki ayrı öykü sanki. Bunun bir açıklaması olmalı. 

Gönül Çatalcalı:  Hani her insan yanında öyküsünü de taşır ya, öykülerim de kendi dillerini beraberlerinde taşıyorlar. En Uzun Gece, toplumun ağır bir yarasına parmak basmış, okuyanı hüzünlere sürükleyen bir öykü. Oradaki sessiz başkaldırı, yoksunluk, ele geçen tek yaşama fırsatını kaybediş duygusu ve ölümü arzulayış öylesine yoğun ki, çiçeği böceği anlatabileceğim bir anlatımla  bu duyguların verilmesi  olanaksızdı. Ölüm yaşamın en büyük bir gerçeğidir ama bazı ölümler daha acıdır ve daha yıpratıcıdır. Öyküdeki birinci ölümün, peşinden ikinci ölümü de getirmesi bu duyguyu  katmerlemiştir. Bir evin üzerine çöken ağır yas, o durgun, yoğun atmosfer beraberinde o ağır anlatımı taşıdı.

Sokak öyküsüne gelince, o, eğlenceli, belki de tek eğlenceli öykümdür kitapta yer alan. Birbirini seven, duyarlı aile bireylerinin kiralık ev arayışları. O öykü de öykünün atmosferine, iç dinamiğine uygun bir dille çıkageldi ve onu yazarken çok eğlendim. Konu çok günceldi; her kentte rastlanabilen çok katlı, çok planlı, çok birbirine benzer ve kimliksiz yapıların, sitelerin anlatıldığı ve karşı duruşun sergilendiği bir öykü. Kadının masumca yapılmış hesapları, evin içinde koşuşturan cıvıl cıvıl iki çocuk, köşeye sıkışan koca ve malını pazarlayan emlakçı. Herkesin başka bir yöne baktığı bir öykü ve sonunda galip gelen duyarlılık. O konu ağır bir anlatımı taşıyamaz, didaktik  olma tehlikesinden kurtulamazdı. Ancak o dille anlatılabilirdi o öykü. Öteki öykülerimde de konunun ağırlığına göre anlatım ve dil kendi farklılıklarını korumuşlardır.  

VEYSEL Çolak: Öykü, şiir, roman yazmak ve yayımlamak; aslında ortaya bir sav atmaktır. Yani aynı zamanda ‘ öykü böyle de yazılır’ demektir bir bakıma. Buradan bakınca sizin Türk öykücülüğünde yapmak istediğiniz nasıl anlaşılmalı? Yani ürettiğiniz renk nedir? 

Gönül Çatalcalı: Evet, yazmak bir anlamda ‘ben de varım’ diyebilmektir. ‘söyleyecek sözüm var’, ‘ ekleme yapmak istiyorum’ demektir. Aynı noktalama imleri gibi… Belki tam da ‘öykü böyle de yazılır’ demek gibi bir iddiası olmasa da ‘ben de bir şeyler söylemek, ama böyle söylemek istiyorum’ demektir. Beni sorularınızla kışkırtsanız da ilk kitabımın ardından büyük sözler sarfetmek, iddialarda bulunmak, kitabımın üzerine çıkmak istemem… Çok değerli yazarlarımız var, benim de bu güne dek onlardan beslenmişliğim… Nehir yatağını doldurdu, akmak istiyor diyelim isterseniz… Yol bulmak, büyük denizlere ulaşan damarlardan, kollardan biri olmak… Eğer yazdıklarımla bir renk getirebilirsem onun hangi renk olduğunu söylemek, saptamak okurlara düşer sanırım.  Bir de, eğer sesim bu ürün bolluğunda birazcık olsun duyulabilirse, eleştirmenler tarafından fark edilirse, onların değerlendirmeleri belirleyecektir bu renkleri.  Türk yazınında Ömer Seyfeddin’den başlayıp Sema Kaygusuz’a uzanan çok renkli bir yol olduğunu düşünüyorum. Belki bu renklerden birinin bir tonu olabilirim şimdilik; ama şimdilik. Resimde sırıtmayan ya da bulunduğu yere yakışan… 

Veysel Çolak: Bildiğiniz üzere her sanat disiplini; örneğin öykü, damar damar oluşan bir özellik oluşturur. Bu, var olan öykü kalıtı içerisinde bütünleşmek ve ayrışmak anlamına gelir. Sizin öykücüleriniz kimler? Nedenleriyle söylerseniz bunun oldukça yararlı olacağını düşünüyorum. 

Gönül Çatalcalı: ‘benim öykücülerim’ ‘benim öykülerim’den daha hoş geliyor kulağa Yalnızca öykücüler değil, romancılarım, hatta şairlerim var. Beslendiğim damarlardır onlar. Yalnızca öyküyle sınırlarsak, her yıl mutlaka dönüp de okuduğum öyküler, öykücüler vardır. Nereden başlasam… İlk Sait Faik’le başlamak, Haluğun Amentüsü gibidir neredeyse. Sait Faik, her yıl hem de aynı öykülerini döne döne okuduğum bir büyük ustadır. Meserret Oteli, Semaver, Birtakım İnsanlar, Hancının Karısı… Tek satır şiiri aklında tutamayan ben, neredeyse bunların tümünü ezbere bilirim… Beni yazmaya iten ilk yazardır Sait Faik. Nasıl da kolaycacık söylenmiş gibidir bazı öyküleri ama benzerlerini yazmaya kalktığınızda, kaleminizden dökülenler basitleşiverir, ucuz bir versiyon olmaktan öteye gitmezler. Bilge Karasu, sessiz sedasız gelip yerleşmiştir okumalarıma. Göçmüş Kediler Bahçesi, okuyacak bir şey bulamadığım zamanlarda değil, özellikle tekrar tekrar okuma isteği duyarak okuduğum bir kitaptır. Çıktığı yıl almıştım. 1979… Kitap neredeyse lime limedir. Hele ki Alsemender, Usta Beni Öldürsene adlı öykülerini tıkandığım zamanlarda okurum. Onları karşıma koyarak yazma denemeleri yaptım bir zamanlar… Füruzan, beslendiğim bir diğer damardır. Gül Mevsimidir… 1999’da çıkar çıkmaz hemen aldığım Sevda Dolu Bir Yaz… ve bu kitabın aynı adı taşıyan ilk öyküsü. Bütün duyarlıklarıma seslenir Füruzan’ın anlatımı. Ondan ‘bakmayı’ öğrendiğimi söyleyebilirim. Onat Kutlar… İshak, Hadi… ah bu öyküler… Haldun Taner bence zor bir yazardır ama en etkilendiğim, yazma disiplini edindiğim yazarlardan biridir. Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Ayla Kutlu… Sen de Gitme Triyandafilis, Zehir Zıkkım Hikayeler… İnci Aral’dan samimiyeti öğrendim. Ağda Zamanı ile tanıdım onu, romanlarını saymıyorum,  Gölgede Kırk Derece’yle, şiirsel söylemiyle Sevginin Eşsiz Kışı’na geldim onunla yavaş yavaş.  Yabancı yazarlardan Cortazar, hep çok önemli olmuştur benim için. İlk okuduğum öykü kitabı Mırıldandığım Öyküler’dir ve sonrası gelmiştir. ‘ keşke dil bilsem de bunları asıllarından okuyabilsem’ dediğim kitapların yazarıdır Cortazar. Ondan öncesinde az daha unutuyordum, Hemingway’i çok severim. Öykülerine sinen o usul anlatımdan çok etkilenmişimdir. Borges’in adını anmamak asla olmaz. Borges benim için yalnızca bir yazar değil bir rehberdir. Yaşamı bile başlıbaşına ibret verici bir romandır. Kum Kitabı’nı belli aralıklarla tekrar tekrar okurum. Samuel Becket’in absürd öykülerini severim. Yine bizim yazarlarımıza dönersem, Murathan Mungan, Paranın Cini ile çarpmıştı beni ilkin. ‘sûret’ sözcüğünü bence ilk kullanan, yazdığı yazıya yakıştıran ve Türkçe olmasa da bu sözcüğü güncelleyen odur. Şimdilerde çok kullanılıyor ama bence en çok onun diline yakışıyor. Onun öykülerinden çok metinlerini, anlatılarını severim. Okumakla bitmez Murathan Mungan. Elimin altında bir kitabı hep bulunur.  Ama bir yazar vardır ki beni sürekli yazmaya çağıran, en sevdiğim öykücüdür o. 1982’de Çığlık adlı incecik kitabıyla tanımıştım onu. Ferit Edgü. Onun paylaşımcı ve yazdıran bir yazar olduğuna inanırım. Kısa kısa öyküleri muhteşemdir. Hiçbir kısa öyküsü yoktur ki okuduktan sonra beni masaya oturtup elime kalemi aldırtmasın. Asla ‘onın gibi’ yazmayı denemedim, deneyemedim daha doğrusu. Başka bir tılsımı vardır benim için Ferit Edgü’nün. 

Veysel Çolak: Öncelediğiniz temeları belirtirseniz, öykülerinizin amacını da vermiş olursunuz. Bunun oluşturacağı duyarlık, okuyucuyu uyarabilir. Nedir öncelediğiniz temalar, neden?

Gönül Çatalcalı: Öncelediğim temalar, belki klasik bir yanıt olacak ama,  insanın halleri, insanlık halleri, insan gerçeği, insanın varoluşu… En çok da insanın hüzünleri, iç buruklukları,   yalnızlıkları, kıyıları, baş kaldırışları beni ilgilendiriyor. İsteyip de olamadıkları, kursağında kalanlar. Toplumsal ve bireysel duyarsızlıklar.. Baktığımda beni acıtan olgular. Arkama döndüğümde silik ayak izlerini gördüğüm, yere sağlam basamamış, ürkek, korkak ve örselenmiş adımlar ama aynı zamanda onurlu ve ödünsüz. En tepelerdeki, alkışların ötesindeki ‘yalnızlık’. Üretirken tek başına çoğalma… Yani göremediklerimiz.

Nedenine gelince; yaşamın güzelliklerini, gözlenebilen aydınlık yüzünü anlatmaya gerek var mı? Madalyonun tersi, sahnenin arkası,  bir ölümün gerisi, oturaklı, varlıklı takım elbisenin içindeki  güvensiz  ‘ben’, yanıtını geçmişte arayan ‘bu gün’, asık suratlı işkencenin komik yüzü beni hep daha çok ilgilendirdi. Onlar göremediklerimizdir çünkü. Bazı öykülerimde de göremediğimiz güzellikler vardır. Rüzgârlı Bir Baş adlı öykümdeki yaşlı kadın acınasıdır birçoğumuzun gözünde. Çünkü toplumsal kısır ölçütlerimiz, tek tip bakış açılarımız onu o kategoriye koyar. Oysa onun o güzelim iç dünyası, özgür ve dingin ruhu, kendisiyle ve hayatla barışık kişiliği görülmeli, bilinmelidir bence. Bu anlamda madalyonun tersinde acınası değil örnek alınası bir insan çıkar ortaya. Benim göstermek istediğim de budur zaten. 

Veysel Çolak: Size son bir sorum daha olacak ama bu soruyu sizin belirlemenizi istiyorum. kendinize sorulmasını istediğiniz ve yanıtlamayı arzu ettiğiniz bir soru. 

Gönül Çatalcalı: Çok teşekkür ediyorum Veysel Hocam, eğer siz sorsaydınız, yazma konusunda karşılaştığım engelleri sormanızı isterdim. Hemen yanıtlayayım. Yazma konusunda karşılaştığım en büyük engel ZAMAN oldu hep. Günün yirmi dört saat olmasına, bizim de sekiz saat uyumamız gereğine şiddetle itirazım var. Hem insanı öteki canlılardan ayıran yeteneklerle donatacaksın, sanat diye bir gerçeği bulduracaksın insana, üretkenlik vereceksin ve öteki canlılarla aynı zaman dilimlerini sunacaksın. Bu bir haksızlık! İnsan metabolizması ya birkaç saatlik uykuyla yetinmeliydi ya da gün kırk sekiz saat olmalıydı ya da insanlar yalnızca yaşamak, ayakta kalmak için mücadele vermeliydi! Ama ne yazık ki böyle değil. İnsan sanatı doğurdu, besledi, geliştirdi ve onu yeniden yeniden yaratabilmek için ZAMAN ile boğuşur oldu. Kişisel sözlüğünde hiçbir zaman can sıkıntısı, vakit geçirme, zaman öldürme gibi kavramlar olmayan, bu duyguları hiç tanımayan bir kişi olarak, üretmeyi hep çok sevdim. Günde üç öğün yemek yeme alışkanlığından daha doğrusu gereksiniminden nefret ettim. Bir kadın olarak ‘yemek tabletleri çıkarsa ilk alacak kişi ben olurum’ derim hep. Konuştuklarım da hep ‘ah olur mu yemek kültürü denen bir şey var’ diye yanıt verirler. Bu ironik bir istem elbet… Yemek yemeyi sevmeme, sofra sohbetlerinden keyif almama karşın, mutfağın öğütücülüğünü, zaman hırsızlığını gün be gün yaşadığımdan olsa gerek yemeğe karşı bu düşmanca tutumum. Zamansızlık en büyük engelim oldu. Bir yerlere yetişmek zorunda olmak, gözünüzün sürekli saate takılması, yaratıcılığın en büyük baltalayıcısıdır bence. Uzun uzun zamanlarım olsun isterdim, nerede sonlanacağını düşünmediğim, aklımın yalnızca yazdıklarımda ya da ürettiklerimde olduğu.. Didiklenmemiş zamanlar. Resim için de böyle. O da sizden bölünmemiş, çalınmamış zamanlar istiyor. Ama yazı; onun kesintisiz zaman dilimlerine gereksinimi var. Bütün edebî disiplinler gibi. Aynı zamanda kocaman bir çelişkiyi de barındırıyor varlığında. Hayatın çok içinde olmayı buyuruyor önce edebiyat sonra okumayı, beslenmeyi, sonra da yazı masasını imliyor size! İşte o noktada ZAMAN engeline takılıyorsunuz. Herkesle baş edebiliyorsunuz bu yolda ama ZAMAN denen o soyut engeli aşamıyorsunuz. İnsanı, yaratısını bir başka zamana ertelemekten daha çok ne üzebilir, yıpratabilir ki? Zaman, yaratıcılığın önündeki devasa bir duvar ya da içine düşünce boğulacağınız su dolu derin bir hendektir diyorum ve hep öyle olmuştur benim için. Bana zamanla cengimi ve zamansızlığa düşmanlığımı açıklama fırsatı sunduğunuz için size teşekkür ediyorum sevgili Veysel Hocam.  

Veysel Çolak: Öykülerinizi çok sevdim, henüz yazmadığınız öykülerinizi sevdiğim gibi. Umarım kitabınız ‘Hiçbir Şeyin Beklentisi’ fark edilir. Bunu hak ediyor çünkü.

Sevgili Gönül Çatalcalı,  zamana karşı yarışın hep devam etsin, edebiyat dünyasına ‘öykülerinle hoş geldin’ demek isterim bu söyleşiyi sonlarken…


    

 

Veysel Çolak/ Gönül Çatalcalı/ 10 03 2006