“(…) ‘Ne
istedin adamdan’ dedi. ‘Keyfini kaçırdın
oruçlu oruçlu.
‘Bırak
allasan müdür bey. Bazen kanıma
dokunuyor vallaha.
Sen onun
oruçlu olduğuna inanıyor musun? O ne
hinoğluhindir,
o ne kahpe
dinli kızılbaştır o! Müslüman olsa acımak bilir.”
(sayfa 46)
*
“(…) Tam ben
böyle düşünürken üzgün gözlerini kaldırıp ıslak ıslak
bana
baktı. Ve işte o anda, tövbeler olsun,
abla-kardeş, Kızılbaş-
lar gibi
sarmaş dolaş oluverdik.” (sayfa 61)
Haldun Taner’in Şişhane’ye
Yağmur Yağıyordu / Ayışığında,
Çalışkur Bilgi
Yayınevi 2005 kitabından.
Yazar : Haldun Taner
Yayınevi : Bilgi Yayınevi
ISBN : 9754943486
Basım Tarihi : Haziran
2005
"Bence
Haldun Taner, daha bugünden çağdaş yazınımızın,
özellikle öykücülüğümüzün bir
klasiğidir. Bunu kendine vergi anlatımına, kişiliğine,
öykülerinin insancıl özüne borçludur."
-Oktay Akbal (Cumhuriyet, 10.5.1986)
"Derinlik, incelik ve kurgu işçiliği kadar, gözlem ve ayrıntı
çeşitliliği yönünden de zengindir Taner öyküsü. Dili ve biçimi klasik
sayılabilir, dünyaya bakışı ve yorumları hep çağcıdır."
-Füsun Akatlı
(Milliyet Sanat, Mayıs 1986)
"Haldun Taner, öyküyle başladı
yazarlığa, Humour denen o ince alayı ilk o getirdi -mizah ustaları dışında-
edebiyatımıza. Galatasaraylılıktan gelme bir olaydı bu, ama incenin incesi."
-Vedat Günyol (Milliyet Sanat, Mayıs 1986)
Birinci alıntı Kızılbaşların, hem
hinoğluhin hem de kahpe dinli olduklarını söylerken, ikinci alıntı
Kızılbaşların, abla-kardeş demeyip sarmaş dolaş kendilerini yatağa atan ahlâk
yoksunu kimseler olduğunu ifade ediyor.
Bu somut durumu saptadıktan sonra, konuyla
ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum:
En iyi tanıdığım ve sevdiğim
yazarlardan biri olan Haldun Taner’in kitaplarının yeni baskılarının
yapıldığını duyunca sevinmiş birkaç tanesini birden edinmiştim. Ellisinden sonra öykü yazmaya soyunmuş biri
olarak, bulunduğum yeri doğru algılamamı onun öykülerinden daha iyi kim/ ne
sağlayabilirdi ki?
“Şişhanede Yağmur Yağıyordu” öyküsünü
kimbilir kaçıncı kez zevkle okudum.
Arkadan onun kadar güzel başka bir öykü.
Daha onların tadı damağımdayken “Kantar Kâtibi Alirıza Efendi”yi okumaya
başlıyorum. Derin entelektüel birikimini
her tümceye sindirmekte güçlük çekmeyen yazarımın ustaca kurguladığı serüvene
takılmış gidiyorum. Öyküde, evine gitmek
üzere kıraathaneden ayrılan emekli Alirıza Efendi’nin arkasından kahveciye
söyletilen sözlerle
irkiliyorum. Kahveci, masada kalanların
onaylayan tavırları eşliğinde şöyle söyleniyor:
“O
ne hinoğluhindir o, o ne kahpe dinli Kızılbaştır o.”
O güne kadar severek okuduğum,
belleğimde kişiliğiyle ilgili hiçbir olumsuz iz taşımadığım, televizyon
ekranından yitirdiğimizi öğrendiğimde çok yakın bir arkadaşımı yitirmiş gibi
acı duyduğum adam mı yazmıştı bunları?
Daha önce okumamış mı, okumuş da anlayamamış mıydım bu öyküyü? En yakınımda kim varsa onunla konuşup
dertleşmek için kitabı kapatıyorum.
Eşime ve kızlarıma aktarıyorum okuduklarımı. Hep birlikte şaşırıyoruz. "Yazarın özgürlüğü ve özgünlüğü" açılarından
bakmaya çalışıyorum. Olmuyor. Bir yanlışlık eseri yazılmış olabileceğini
düşünmek istiyorum. Yayınevinin
ciddiyeti, kitabın dokuzuncu baskısının yapılmış olması ünlü yazarımı koruma
girişimlerimi boşa çıkarıyor.
O gün bir daha açamıyorum kitabın
kapağını. Oysa daha okunacak hayli öykü
var. Ayrıca, öteki öykülerde de benzeri
yaklaşımların yer alıp almadığını merak ediyorum.
Birkaç gün ara verdikten sonra
merakıma yenik düşüp okumayı sürdürüyorum.
Yazarıma yakıştıramayacağım yeni bir
olumsuzlukla karşılaşma korkusu büyüyor içimde. Güzel, yetkin öyküler okuyorum birbiri
ardına.
Sıra “Ablam” adlı öyküde.
Kahramanımız, Almanya/ Haidelberg
Üniversitesinin yaz okuluna devam etmektedir. (yazarımızın özgeçmişinde de
Heidelberg Üni. Siyasal Bilgiler Fakültesinde öğrenim gördüğü
yazılmaktadır) Bir gün üniversite
bahçesinde yeşil çimenler üstünde çıplak ayaklarıyla kayar gibi yürüyen bir
kadına ilişir gözleri. Adeta çarpılır
genç adam.
Kadınla tanışmak için yollar aramaya
başlar.
Öykünün akışı içinde beklediği gün
gelip çatar. Çarpıldığı kadın Amerika’da
büyümüş bir Türk/ Osmanlı kızı değil midir?
Körün aradığı bir göz hesabı.
Ancak olaylar kahramanımızın istediği gibi gelişmez. Bir sohbet sırasında kadın, özlediği, gıpta
ettiği Türkiye’deki kardeşinden söz eder:
“Tam yedi senedir görmedim onu. O bizden daha vatansever çıktıydı. Ankara Lisesinde okuyor… Adı da sizinkine benzer zaten.
Zavallı Halûkcuğum.”
Haldun’la Halûk
arasında sizce de bir benzerlik yok mu?
Bir başka paragrafta; kadının,
kahramanımızın Türk olduğunu yakasındaki Galatasaray Lisesi rozetinden
tanıdığını söyler yazar. Merak edenler,
Haldun Taner’in, ünlü Galatasaray Lisesi öğrencilerinden olduğunu öğrenmekte
zorlanmayacaktır. Tüm bu nedenlerden
dolayı kadın, kahramanımızın beklentilerine yanıt
vermek şöyle dursun, ondan kendisine abla demesini ister.
Sözü fazla uzatmaya
gerek yoktur. Bu eleştiriyi ciddiye
alacak olanların, öyküyü baştan sona okumaları kaçınılmazdır.
Olayın en dikkat çekici
yanı ise yazarımızın, insanın içini donduran sözleri cahil, gerici birine değil
aydın, üniversite mezunu ya da öğrencisi birine söyletilmiş olmasıdır.
Bu öykü, benim metinden çıkardığıma
göre çekirdeğinde özyaşam olan bir öyküdür.
Yazarımız, öyküde bir kahraman tipi yaratmamış kendini koymuştur
kahraman yerine. Yukarıdaki alıntılar bunu, netliğe yakın bir açıklıkla ifade
etmektedir.
Alıntılardaki, yazarın özyaşamına yapılan
vurguları yok saymak olası mı?
Bunu ima etme ihtiyacını neden duymuş
olabilir dersiniz?
Bana göre, öykünün özyaşamı ile
ilintili olduğunu belli etmekten hoşnuttur ve onur duymaktadır.
Öyküden bir miktar daha söz etmek zorundayım:
Abla kardeş olma teklifini ister
istemez kabul eder bizimki. Ablası
oluverir o güzel kadın. Uzunca bir süre
bu sınır aşılamaz. Ama kader ağlarını
örmektedir (!)
Kahramanımızın bir sinema dönüşü,
ablasına şöyle bir hatır sormak için uğraması tüm dengeleri alt üst eder. Kadının, İstanbul Boğazı’nda başlayıp
Amerika’da süren “talihsiz” hayat hikâyesi iki tarafa da duygulu anlar
yaşatır. Odada hava o kadar değişmiştir
ki gözyaşlarıyla ağırlaşan kirpiklerini
aralamaya çalışan kadın, karşısında oturan genç adamdan yanına iyice
yaklaşmasını ister. Kabul etmek gerekir
ki yazarımızın o anı anlatışı bir yönüyle çok başarılıdır. Bilincine ne zaman nerede sokulmuşsa,
Kızılbaşların bacı kardeş demeyip bir birleriyle haşır neşir olmalarına
benzetir içinde bulunduğu durumu. Ve
şöyle yazar o anki duygular:
“Ve işte o anda, tövbeler olsun abla-kardeş,
Kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik.”
Bu irkiltici tümceyle vücudumun ter
içinde kaldığını fark ediyorum. Şimdiye
kadar bu konuda hiçbir şey yapılmamış olması, öykülerin aynı biçimde tekrar
tekrar yayımlanmış olması sarsıyor beni. aşka yayınevlerince de basıldığını biliyorum. Onca insan hakları kurumları, Alevi kültürünü
yaşatma ve geliştirmeye yönelik (Pirsultan, Hacıbektaş, Cem Vakfı vb.) örgütler
nasıl olur da bu çağdışılığı bugüne değin görmezler diye hayıflanıyorum. Yayınevine koşmak oluyor ilk işim.
Yetkili, durumdan haberdar
olduklarını, ilk tepkinin de benden gelmediğini, yazarın mirasçılarına
ilettiklerini ama bir sonuç alamadıklarını söylüyor içtenlikle. Öykülerde yer alan ifadelerin Alevi/
Kızılbaş inançlı yurttaşları aşağıladığı kadar yazarı da onulmaz bir aymazlık
töhmeti altında bıraktığını söylüyorum.
Mirasçılarının, bu sorunu bir biçimde çözümlemekten niçin kaçındıklarını anlamaya
çalışıyorum.
Tanıdığım tüm yazın adamlarına
anlatıyorum durumu. Yalnızca bir
kişiden, yazarın özgürce kalem oynatma hakkı olduğunu, buna saygı duyulması
gerektiği işitiyorum. Geri kalanlar
büyük tepki veriyor. Önce inanmak
istemiyorlar, ayrıntıları, sayfa numaralarına kadar önlerine koyunca ikna
oluyorlar.
Durumu ilettiğim ilgili kurumlar/
dernekler gereğinden de sert tepki veriyorlar önce. Duyarlılığım için teşekkür alıyorum hem
de. “Biz sizi ararız” deyip, telefon ve
adresimi özenle not ediyorlar.
Aradan yedi sekiz ay geçmesine karşın
hiçbirinden haber çıkmıyor.
Değişik adlar altında, Alevi
toplumunun hak ve hukukunu korumaya yönelik kurulmuş çok sayıda dernek ve vakıf
başkanı arkadaşımız böyle bir durumda nasıl sessiz kalabiliyorlar? Yasal olarak yapabilecekleri hiçbir şey yok
mudur gerçekten?
Bu yazıyı, başta ünlü yazarımız ve
onun ünsüz mirasçıları olmak üzere beni düş kırıklığına uğratan ilgili dernek
ve vakıf yöneticilerine de duyduğum tepkiyi ifade etmek için yazıyorum.
“Yazık, çok yazık” demekten başka ne
denilebilir ki?…