Ellerimi, arkamda sıkıca kenetledi. Dizlerimin üzerine oturttu. Başımı
sertçe, beton çıkmaya dayadı. Kalbim, soğuk betonun baskısıyla gümbür gümbür atmaya
başladı. Gözlerimi bağlamadı. Bağlasaydı, göremezdim olanları. Yaşadığım o anı,
hatta geçmişi…
Kurban bayramı, kurbanlık koçumuz, hayatının son gününü taze otlarla
çiğnerken, annemin karnında- attığım tekmelerle- evdeki telaşa eşlik ediyorum. Görüyorum!
Kentin eteklerini öpen bir mahallede, babadan kalma derme çatma
evimizde, sabah ezanıyla başladım huzursuzlaşmaya. Annemin iniltileri artınca,
anneannem ebeyi bulup getirdi. Öyle kolay oldu ki doğumum, dedemin elindeki
bıçağa teslim olan koçun sesi, anneminkinden
çok duyuldu.
Annem de koç da aynı anda kurtuldu…
Bense, kan kokusunu ilk defa o gün duyumsadım. Pencereden girip üstüme
başıma yapıştı. İlk korkum. İlk ağlamam… Başı, bedeninden ayrılmış koçun
gördüğü ile benim baş aşağı baktığımda gördüğüm dünya aynıydı. Bakışlarımız
donuk, gözlerimiz yorgun.
***
Bugün, her şeyi baştan sona tekrar yaşıyorum. Uzak odaların duvarlarını
aşıp varlığıma katlanamayanlara inat, ‘Buradayım!’ diye haykırıyorum.
Buradayım, oradayım. Yanınızdayım!
Kahvenin sigara kokulu, bol küfürlü havasında, gözlerim nemleniyor. Okey taşlarının şakırtısı kulağıma
uğultulu sesler getiriyor;
-Sen ne biçim abisin?
-Babanız da öldü. Sen bu ailenin namusunu koruyamadın.
-Okuldan eve erkek arkadaşlarıyla geliyormuş. Bir kıza sahip olamadın! Namusunuzu
koruyamadın!
Sesler, tokatlara tekmelere karışıp annemin bedeninde patlıyor. Ağabeyim,
hırsını annemden alırken, bana da gözdağı veriyor. Gözümden akan dalgalarda
boğuluyorum. Yeni çıkmış sakallarının çevrelediği yüzündeki, Azraillin orağı,
her kaş çatışında hayatımı deşiyor. Ağabeyimin nefretini görüyorum.
Komşular, annemi ve beni
ağabeyimin elinden kurtaramayıp çareyi karakola başvurmakta bulduğunda, emniyet
görevlisinin; “Çocuğu, kadın doğum uzmanına götürelim. Bakireyse sorun yok.
İşler hallolur. Abi de rahatlar…” sözlerine, ‘Ya ben ne olacağım?’ diye sormak
istiyorum. Kimsenin yüzüne bakmıyorum. Ağlamıyorum. İtiraz etmiyorum.
Hastanenin, o korkunç odasında, yavaşça külotumu çıkartıp elleri ve kolları
olan sandalyeye uzanıyorum. Bacaklarımı tüm dünyayı içine alacak şekilde açıp
gözlerimi olan biteni görmemek için yumuyorum.
Kaba eller, bedenimin namus üçgeninde geziniyor. Bir daha
temizlenmeyecek lekeler bırakıyor ruhumda. Odadan çıktığımda gözlerimi açsam da,
bacaklarım, arasında kocaman bir dünya olduğu için kapanmıyor bir türlü. Annemi
istiyorum yanımda. O ise kendi bacaklarının arasındaki küçücük dünyada, tespihböceği
gibi olmuş, görmüyor beni. Bir tek ben görüyorum.
Bağlamadı gözlerimi. Bağlatmazdım da!
Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken onlar ne olduğunu bilmenin hırsıyla
çevremde birer akbaba. Aynı karında, aynı sütün ekşiyerek bozulduğu lor
kıvamında bir hayatın keçe torbadan damla damla akması zamanı artık.
Doktor, tükenmez kalemle,
tükenen bir hayatın son cümlesini kuruyor. Kimse yazılanların ne olduğunu
bilmiyor, öğrenemiyor. Ağabeyim için bir önemi yok zaten!
Yanağım üşüyor. İçimde bir
ürperti. Parmaklarım terle birbirine yapışıyor. Gözlerim açık. Ağzımın
kenarından istemsizce salyalarım akıyor. Kalbim deli gibi.
Son kez bakmam gerekenlere bakıyorum. Koklanacakları kokluyorum. Son
kez bacaklarımın arasındaki dünyaya lanetler okuyorum. Son kez ağabeyime gülüyorum…
O, ayakta. Gölgesi üstümde.
Tespihböceği
evin en uzak odasında küçüldükçe
küçülüyor. Kahvedekiler şahinleştikçe
şahinleşiyor. Ben, ağabeyimin elindeki kurban bıçağının boynuma
inen ilk
darbesinde, hâlâ kendimdeyim. Görüyorum,
duyuyorum… İkinci darbede, başım, bedenimin biraz ilerisine,
çiçeklerin arasına yuvarlanıyor. Kurbanlık koçun başının yattığı yere. Belki de
eziyetin artık son bulduğu düşüncesiyle,
huzurla bakıyor kendine. Kollarım güçsüzleşip hafif bir titremeyle iki yana
düşüyor.
Gördüm! Bacaklarımın arasındaki dünya yuvarlandı, bahçe kapısından çıkıp
kentin içlerinde kayboldu. Bakireliğim sonsuza kadar gizledi kendini.
|