ana sayfa / editorial / içindekiler / h@vuz'dakiler (biyografi)
 iletişim-erişim/  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Kırık Bir Çikulata Düşü
   


      
O bir çocuktu. Yarının umudundan bir herhangi bir çocuk. Kendisi gibi başka çocuklarla, birlikte çocuktu. Ablaları ve kardeşleri vardı. Koyun koyuna yatıp, bir tabaktan yarışırcasına yerlerdi. Her şey ne çabuk da suyunu çekerdi. Annesi “tamam başlayın” dediğinde kaşıklar peşe peşe dolu gidip boş inerdi. Birini yutmadan diğer lokmayı sokarlar, sonra tabağın dibinde kalan yemek taneleri için, kaşıklar kap içinde birbirini kovalardı.
Hepsinin düşünde doyasıya çikolata yemek vardı. Eren’in de hayalinde hani bir televizyon reklamında yukarıdan aşağıya ahşap bir kova ile akıtılan sütün içinden yağlı-ballı doğan fındıklı akışkan çikolata vardı. Parası olunca hep ondan almayı düşlerdi. Bayramlarda biriktireceği parayla ondan alacağına kendi kendine söz verirdi. Ancak o gün geldiğinde ya o kadar parası olmaz, ya da o gün çocuklar en çok ne alırsa Eren de ondan alırdı. Erkek çocuklar daha çok çatpat, maytap ve tabanca alırlardı. Hepsi birbirine kolay özendiği gibi paracıklarını düşlerine uygun olarak harcayamazlar. Eren de böylece ağız dolusu çikolata yemeyi bir kez daha ertelemiş olurdu.
Eren’in babası inşaat işçisiydi. Beş tane çocuğa bakmak zor olmasına çok zordu ama düzenli olarak iş yoktu ki. Haftada bir ya da iki gün. Bir sonraki hafta bir iş bulup bulmayacağı belli bile değildi. Ne kötü bir şeydi. Bir hafta sonrasını görememek. Hele hele ortalığın sis boran olduğu kış mevsimlerinde. Sağda solda eften püften şeyler satmaktan başka çaresi olmazdı. Çocuklar okula yarı aç yarı tok sersemleyerek giderdi. Sekizi bitiren okumuş, kurtulmuş sayılırdı.
Eren de bu yıl sekizi bitirdi. Kendinden bir yıl önce okulu bitiren ikiz ablalarının ikisi de evdeydi. Liseye gidememişler, babaları onlara uygun bir iş de bulamamıştı. Anne de “boş ver yeni yetme kız kısmını, başımıza iş açarlar, iş olursa ben çalışırım” deyip babayı kızlar için iş aramaktan vazgeçirmişti. Anne bazen gündelik temizlik işine giderdi. İkizler, kardeşlerine göz kulak olarak  annelerine yardımcı olmuş bulunurlardı. Faydaları bu olmuştu. 
Eren ne de olsa erkekti. Babası için ona iş bulmak, onu çırak vermek kolay sayılırdı. Kaportacı, çaycı, sucu gibi işlerde on dördünde çocukları havada kapardı herkes. Ancak Eren daha şanslı çıktı. Amcasının çalıştığı bir pastane vardı. Pastaneye çikolata, şeker yapan  küçük bir fabrikada  iş ayarladı. İlk gençlik çağındaki Eren’in, eli işe kolay yatar, hiç değilse askere gidene kadar temelli bir işi olurdu.
Evde bu habere en çok çocuklar sevindi. Annesi, babası ayrı bir sevindi. “Bir kapıyı kapatan Allah, bir diğerini açar” dediler.  Sokaktan kurtulacak, hiç değilse bir öğün yemek yiyeceği bir yeri olacaktı. Eve sağlayacağı fayda da işin cabası.
Babası ertesi sabah Eren’e en güzel pantolonu ile gömleğini giydirdi. Eren saçını bir tarafa tarayarak da jöle ile sıvazlamayı ihmal etmedi. Doğru pastaneye amcasının yanına! Amcası onları çalışacağı atölyeye doğru yola çıkardı.
Yol boyunca Eren’in sırayla bir babası, bir amcası tembih üstüne tembihte bulundular.
“Sakın çikolata, şeker yeme ha! Bir şey demez ama seni gizlice sınamış olurlar.”    “Tamam söz yemem.”
“Paydos biter bitmez işinin başında ol emi… Maşallah zıpkın gibisin.  Başkalarına bakma. Eski olanların tuzu kurudur, aklını çelerler”
“Sigara migara içme, verenlerden alma.”
“Yo baba ben sevmem. Vallaha içmem.”
“Ha şöyle koçum. Şimdilik paradan puldan da söz etmeyelim. Hele bir çalış ne verecekler bakalım.”
Babasının da içi içine sığmıyordu. Çikolata, şekerleme fabrikası bir bakıma kurtuluşları demektir. Bakarsın burada da kendine göre bir iş açılır. Yıllarca uğraşmış temelli bir iş bulamamıştı. Tekel’e alındığında sözleşmeli yapmışlardı. Böyle böyle kadrolu oluruz, bu iş de burada biter diyorlardı. Ancak öyle olmamıştı. Alıştırma işleri eskide kalmıştı. Bir yıl çalışmış sonra sözleşmesi yenilenmemişti. Kendisi gibi yeni girenlerin de hepsi öyle olmuş, sonraki zamanlarda Tekel, parça parça kapanmış gitmişti. Her nerede çalıştı, her nereye başvurdu ise düzenli iş sevdasından vazgeçmemişti. Emekliliğini düşlemek, hastalandıklarında çoluk çocuk doktora baş vurmak, ay sonunda gelecek parayı otuz güne bölmek istiyorlardı. Olmamış, olmuyordu. Bari çocuklar, bari Eren bunu yapsaydı.
Mis gibi yumuşak bir vanilya kokusu fabrikaya gelenleri ta anayolda karşılıyordu. Eren bu kokuya bayılmıştı. İşte rüyasını dolduran, hayallerini süsleyen çikolata ortamının içinde olmak ne mutluluk verici bir şeydi. İçi sevinçle dolmuş, ayakları yere basmıyor gibi amcası ve babası ile yürüyordu.
Demir bir bahçe kapısından içeri girdiler. Kocaman bir kurt köpeği var gücüyle bağlı olduğu zinciri çekiştirerek onlara doğru havlayarak yaylandı. Köpeğin sesine bir  bekçi dışarı çıkıp, gelenleri içeri aldı.
Eren’in amcası nereden, kimin aracılığıyla geldiklerini anlattı. Bekçi koridorda kaybolduktan bir süre sonra geri geldi. Onları müdürün odasına götürdü.
Eren ilk defa bir iş yeri görüyordu. O, babasının yanında sağı solu dikizlerken amca müdürle konuşuyordu. Müdür arada bir de sorularını Eren’e yöneltince babası Eren’i dürtükleyerek kendine getiriyordu.
   “Senin adın ne bakalım?”
   “Eren, Eren Demir.”
   “Demek okula gitmeyeceksin?”
   “Ben çalışmayı seviyorum. Çalışacağım.”
Müdür fabrikalarında çalışan başka çocuklar da olduğunu söyledi. Kısa sürede işi öğrenip çok iyi çalıştıklarını belirtip Eren’in de çok çabuk öğreneceğini belirtti.  
Amcası ve babası kendi rızalarıyla çalıştırdıklarını belirten bir de kağıt imzaladılar. Sonra Eren iki gün içinde işe başladı. Usta başı onu müdürün odasında alıp, imalathaneye geçirdi.

Ustabaşı müdürün aksine sert kaba bir adamdı.
“Adın ne lan?”
“Eren.”
“Eyi yaşın kaç?”
“On dört.”
 
“Anladık senin de boyunun ölçüsünü alırız. Öyle kaytarayım filan demeyesin. Patlatırım alimallah.”
 
Çocuk korkmuştu. Hiç sesini çıkarmadı. Şurada tatlı tatlı çikolata vanilya kokularını içeri çekmek varken bu zehir zıkkım adam da ne oluyordu. Koku çekmenin bile içine etmişti.
Büyük bir kapıdan içeri girdiler. Çikolata ve şekerleme kutularının arasından geçip makinelerin olduğu büyükçe bir yere geldiler. Ustabaşı yüksek bir sesle “Hasan” diye bağırdı.
Genç bir adam gelmişti.
“Buyur ustam.”
“Hasan al bu çocuğu senin postaya. Ali Rıza’yı pakete alır, bunu da yavaş yavaş şokola makinesine.”

Eren kendi kendine “demek çikolata değil şokola makinesi diyorlar” diye düşünüyordu. Burada her şey öyle çikolata yemek kadar güzel ve zevkli de görünmüyordu. Çalışanların suratı asıktı. Bir yere ancak kaçamak bakışlarla göz atıyorlardı. Hem kimsenin çevrelerindeki çikolatalara ve şekerlere de aldırdığı yoktu.
Eren bir hafta Ali Rıza’nın çevresinde ona yardımcı gibi çalıştı. Makineyi öğreniyordu. Ancak elini çok çabuk tutması gerekti. Burada zorlanıyordu. Postabaşı ara sıra gelip onu yakından izlerken, bir yandan da “kafanı çalıştır, sağa sola bakma, bu işler öyle baba ekmeği yemeğe benzemez” gibi laflar ediyordu.
Eren işe alışmasına alışıyordu ama postabaşı gelip gidiyor insanın ahengiyle birlikte moralini bozuyordu. Ali Rıza artık paketlemede idi. Makineyi tek başına o götürüyordu. Öğrenmişti, tıkır tıkır işletiyordu. Tam böyle bir anda ustanın önü sıra postabaşı geldi. Bir sorun yoktu. Ustaya duyururcasına:
“Lan oğlum bu makinenin hızını sana kısmayacaksın demedim mi?”
“Hayır usta kısmadım.”
"Bir de bana yalan söyleme” deyip Eren’in kulağını büktü, makinesinin ayarını açtı. “Şimdi elini çabuk tutacaksın. Makine başı yaylı somya değil ki öyle aheste aheste yan gelesin.” diyerek azarladı da.
Eren’in zoruna gitmişti. O hiç boş durmuyordu ki. Hayatında bu kadar yorulduğunu da hatırlamıyordu. Eve gittiğinde saat on olmadan kendini yorgunluktan yatağa atıyordu. Çikolata ve şeker yemek yasaktı. Zaten yasak olmasa da bir tane yemeğe fırsat bile olmazdı. Hiçbir şey ilk gün gördüğü gibi değildi. Bunu daha iyi anlamıştı.
Makine hızlandıkça ön tarafa daha çok çikolata tanesi yığılıyordu. Bunların hepsini sırayla kalıplara yerleştirmesi gerekti. Bir yandan malzemeyi koyacak bir yandan önden çıkanı alacaktı. Ne olduysa o anda oldu. Eren’in sağ kolunu makine kaptı. Tezgah kızıla boyandı.
  
Gözünü açtığında hastanedeydi.  Koldan Eren’e fayda yoktu. Sağ kolu dirsekten sonra artık olmayacaktı. Olay gazetelere de haber olmuştu. Çikolata fabrikasında doyasıya çikolata yiyememiş olması bir yana dışarıda oynayan çocukları perde arkasından seyrediyordu. İki elini kullanamadan oynamak, ya da kolsuz diye oyuna alınmamayı düşünmek içini acıtıyordu. Babasının “hadi Eren gidiyoruz” diye seslenmesiyle düşüncelerden sıyrıldı. Hastaneye kontrole gideceklerdi.
  
Eren yazın kavurucu sıcağına rağmen ortadan yok olan kolu fark edilmesin diye uzun kollu gömlek giyinmişti. Babası ona seslendiğinde gömleğinin sağ kolunu sonuna kadar indirdi. Dışarı çıktılar. Eren babasının soluna geçerek sağ yanını babasına bitişik tutmaya çalıştı. Sokakta top oynayan çocuklar Eren’i görünce oynamayı kesip dikkatle Eren’e bakıyorlardı. Eren ise sadece yere bakıyordu. Kesik kolunu fark ettirmemeye çabalayarak. 

 
                                                                                                      
   
  Hatice Akdoğan