O bir
çocuktu. Yarının umudundan bir herhangi bir çocuk. Kendisi gibi başka
çocuklarla, birlikte çocuktu. Ablaları ve kardeşleri vardı. Koyun koyuna yatıp,
bir tabaktan yarışırcasına yerlerdi. Her şey ne çabuk da suyunu çekerdi. Annesi
“tamam başlayın” dediğinde kaşıklar peşe peşe dolu gidip boş inerdi. Birini
yutmadan diğer lokmayı sokarlar, sonra tabağın dibinde kalan yemek taneleri
için, kaşıklar kap içinde birbirini kovalardı.
Hepsinin düşünde doyasıya çikolata yemek vardı. Eren’in de hayalinde
hani bir televizyon reklamında yukarıdan aşağıya ahşap bir kova ile akıtılan
sütün içinden yağlı-ballı doğan fındıklı akışkan çikolata vardı. Parası olunca
hep ondan almayı düşlerdi. Bayramlarda biriktireceği parayla ondan alacağına
kendi kendine söz verirdi. Ancak o gün geldiğinde ya o kadar parası olmaz, ya da
o gün çocuklar en çok ne alırsa Eren de ondan alırdı. Erkek çocuklar daha çok
çatpat, maytap ve tabanca alırlardı. Hepsi birbirine kolay özendiği gibi
paracıklarını düşlerine uygun olarak harcayamazlar. Eren de böylece ağız dolusu
çikolata yemeyi bir kez daha ertelemiş olurdu.
Eren’in babası inşaat işçisiydi. Beş tane çocuğa bakmak zor olmasına çok
zordu ama düzenli olarak iş yoktu ki. Haftada bir ya da iki gün. Bir sonraki
hafta bir iş bulup bulmayacağı belli bile değildi. Ne kötü bir şeydi. Bir hafta
sonrasını görememek. Hele hele ortalığın sis boran olduğu kış mevsimlerinde.
Sağda solda eften püften şeyler satmaktan başka çaresi olmazdı. Çocuklar okula
yarı aç yarı tok sersemleyerek giderdi. Sekizi bitiren okumuş, kurtulmuş
sayılırdı.
Eren
de bu yıl sekizi bitirdi. Kendinden bir yıl önce okulu bitiren ikiz ablalarının
ikisi de evdeydi. Liseye gidememişler, babaları onlara uygun bir iş de
bulamamıştı. Anne de “boş ver yeni yetme kız kısmını, başımıza iş açarlar, iş
olursa ben çalışırım” deyip babayı kızlar için iş aramaktan vazgeçirmişti. Anne
bazen gündelik temizlik işine giderdi. İkizler, kardeşlerine göz kulak
olarak annelerine yardımcı olmuş
bulunurlardı. Faydaları bu olmuştu.
Eren
ne de olsa erkekti. Babası için ona iş bulmak, onu çırak vermek kolay
sayılırdı. Kaportacı, çaycı, sucu gibi işlerde on dördünde çocukları havada
kapardı herkes. Ancak Eren daha şanslı çıktı. Amcasının çalıştığı bir pastane
vardı. Pastaneye çikolata, şeker yapan
küçük bir fabrikada iş ayarladı.
İlk gençlik çağındaki Eren’in, eli işe kolay yatar, hiç değilse askere gidene
kadar temelli bir işi olurdu.
Evde
bu habere en çok çocuklar sevindi. Annesi, babası ayrı bir sevindi. “Bir kapıyı
kapatan Allah, bir diğerini açar” dediler.
Sokaktan kurtulacak, hiç değilse bir öğün yemek yiyeceği bir yeri
olacaktı. Eve sağlayacağı fayda da işin cabası.
Babası ertesi sabah Eren’e en güzel pantolonu ile gömleğini giydirdi.
Eren saçını bir tarafa tarayarak da jöle ile sıvazlamayı ihmal etmedi. Doğru
pastaneye amcasının yanına! Amcası onları çalışacağı atölyeye doğru yola
çıkardı.
Yol
boyunca Eren’in sırayla bir babası, bir amcası tembih üstüne tembihte
bulundular.
“Sakın
çikolata, şeker yeme ha! Bir şey demez ama seni gizlice sınamış olurlar.”
“Tamam
söz yemem.”
“Paydos
biter bitmez işinin başında ol emi… Maşallah zıpkın gibisin. Başkalarına bakma. Eski olanların tuzu
kurudur, aklını çelerler”
“Sigara
migara içme, verenlerden alma.”
“Yo
baba ben sevmem. Vallaha içmem.”
“Ha
şöyle koçum. Şimdilik paradan puldan da söz etmeyelim. Hele bir çalış ne
verecekler bakalım.”
Babasının da içi içine sığmıyordu. Çikolata, şekerleme fabrikası bir
bakıma kurtuluşları demektir. Bakarsın burada da kendine göre bir iş açılır.
Yıllarca uğraşmış temelli bir iş bulamamıştı. Tekel’e alındığında sözleşmeli
yapmışlardı. Böyle böyle kadrolu oluruz, bu iş de burada biter diyorlardı.
Ancak öyle olmamıştı. Alıştırma işleri eskide kalmıştı. Bir yıl çalışmış sonra
sözleşmesi yenilenmemişti. Kendisi gibi yeni girenlerin de hepsi öyle olmuş,
sonraki zamanlarda Tekel, parça parça kapanmış gitmişti. Her nerede çalıştı,
her nereye başvurdu ise düzenli iş sevdasından vazgeçmemişti. Emekliliğini
düşlemek, hastalandıklarında çoluk çocuk doktora baş vurmak, ay sonunda gelecek
parayı otuz güne bölmek istiyorlardı. Olmamış, olmuyordu. Bari çocuklar, bari
Eren bunu yapsaydı.
Mis
gibi yumuşak bir vanilya kokusu fabrikaya gelenleri ta anayolda karşılıyordu.
Eren bu kokuya bayılmıştı. İşte rüyasını dolduran, hayallerini süsleyen
çikolata ortamının içinde olmak ne mutluluk verici bir şeydi. İçi sevinçle
dolmuş, ayakları yere basmıyor gibi amcası ve babası ile yürüyordu.
Demir
bir bahçe kapısından içeri girdiler. Kocaman bir kurt köpeği var gücüyle bağlı
olduğu zinciri çekiştirerek onlara doğru havlayarak yaylandı. Köpeğin sesine
bir bekçi dışarı çıkıp, gelenleri içeri
aldı.
Eren’in amcası nereden, kimin aracılığıyla geldiklerini anlattı. Bekçi
koridorda kaybolduktan bir süre sonra geri geldi. Onları müdürün odasına
götürdü.
Eren
ilk defa bir iş yeri görüyordu. O, babasının yanında sağı solu dikizlerken amca
müdürle konuşuyordu. Müdür arada bir de sorularını Eren’e yöneltince babası
Eren’i dürtükleyerek kendine getiriyordu.
“Senin
adın ne bakalım?”
“Eren,
Eren Demir.”
“Demek
okula gitmeyeceksin?”
“Ben
çalışmayı seviyorum. Çalışacağım.”
Müdür
fabrikalarında çalışan başka çocuklar da olduğunu söyledi. Kısa sürede işi
öğrenip çok iyi çalıştıklarını belirtip Eren’in de çok çabuk öğreneceğini
belirtti.
Amcası ve babası kendi rızalarıyla çalıştırdıklarını belirten bir de
kağıt imzaladılar. Sonra Eren iki gün içinde işe başladı. Usta başı onu müdürün
odasında alıp, imalathaneye geçirdi.
Ustabaşı müdürün aksine sert kaba bir adamdı.
“Adın
ne lan?”
“Eren.”
“Eyi
yaşın kaç?”
“On
dört.”
“Anladık
senin de boyunun ölçüsünü alırız. Öyle kaytarayım filan demeyesin. Patlatırım
alimallah.”
Çocuk
korkmuştu. Hiç sesini çıkarmadı. Şurada tatlı tatlı çikolata vanilya kokularını
içeri çekmek varken bu zehir zıkkım adam da ne oluyordu. Koku çekmenin bile
içine etmişti.
Büyük
bir kapıdan içeri girdiler. Çikolata ve şekerleme kutularının arasından geçip
makinelerin olduğu büyükçe bir yere geldiler. Ustabaşı yüksek bir sesle “Hasan”
diye bağırdı.
Genç
bir adam gelmişti.
“Buyur
ustam.”
“Hasan
al bu çocuğu senin postaya. Ali Rıza’yı pakete alır, bunu da yavaş yavaş şokola
makinesine.”
Eren
kendi kendine “demek çikolata değil şokola makinesi diyorlar” diye düşünüyordu.
Burada her şey öyle çikolata yemek kadar güzel ve zevkli de görünmüyordu.
Çalışanların suratı asıktı. Bir yere ancak kaçamak bakışlarla göz atıyorlardı.
Hem kimsenin çevrelerindeki çikolatalara ve şekerlere de aldırdığı yoktu.
Eren
bir hafta Ali Rıza’nın çevresinde ona yardımcı gibi çalıştı. Makineyi
öğreniyordu. Ancak elini çok çabuk tutması gerekti. Burada zorlanıyordu.
Postabaşı ara sıra gelip onu yakından izlerken, bir yandan da “kafanı çalıştır,
sağa sola bakma, bu işler öyle baba ekmeği yemeğe benzemez” gibi laflar
ediyordu.
Eren
işe alışmasına alışıyordu ama postabaşı gelip gidiyor insanın ahengiyle
birlikte moralini bozuyordu. Ali Rıza artık paketlemede idi. Makineyi tek
başına o götürüyordu. Öğrenmişti, tıkır tıkır işletiyordu. Tam böyle bir anda
ustanın önü sıra postabaşı geldi. Bir sorun yoktu. Ustaya duyururcasına:
“Lan
oğlum bu makinenin hızını sana kısmayacaksın demedim mi?”
“Hayır
usta kısmadım.”
"Bir de bana yalan söyleme” deyip Eren’in kulağını
büktü, makinesinin ayarını açtı. “Şimdi elini çabuk tutacaksın. Makine başı
yaylı somya değil ki öyle aheste aheste yan gelesin.” diyerek azarladı da.
Eren’in zoruna gitmişti. O hiç boş durmuyordu ki. Hayatında bu kadar
yorulduğunu da hatırlamıyordu. Eve gittiğinde saat on olmadan kendini
yorgunluktan yatağa atıyordu. Çikolata ve şeker yemek yasaktı. Zaten yasak
olmasa da bir tane yemeğe fırsat bile olmazdı. Hiçbir şey ilk gün gördüğü gibi
değildi. Bunu daha iyi anlamıştı.
Makine hızlandıkça ön tarafa daha çok çikolata tanesi yığılıyordu.
Bunların hepsini sırayla kalıplara yerleştirmesi gerekti. Bir yandan malzemeyi
koyacak bir yandan önden çıkanı alacaktı. Ne olduysa o anda oldu. Eren’in sağ
kolunu makine kaptı. Tezgah kızıla boyandı.
Gözünü açtığında hastanedeydi.
Koldan Eren’e fayda yoktu. Sağ kolu dirsekten sonra artık olmayacaktı. Olay
gazetelere de haber olmuştu. Çikolata fabrikasında doyasıya çikolata yiyememiş
olması bir yana dışarıda oynayan çocukları perde arkasından seyrediyordu. İki
elini kullanamadan oynamak, ya da kolsuz diye oyuna alınmamayı düşünmek içini
acıtıyordu. Babasının “hadi Eren gidiyoruz” diye seslenmesiyle düşüncelerden
sıyrıldı. Hastaneye kontrole gideceklerdi.
Eren yazın
kavurucu sıcağına rağmen ortadan yok olan kolu fark edilmesin diye uzun kollu
gömlek giyinmişti. Babası ona seslendiğinde gömleğinin sağ kolunu sonuna kadar
indirdi. Dışarı çıktılar. Eren babasının soluna geçerek sağ yanını babasına
bitişik tutmaya çalıştı. Sokakta top oynayan çocuklar Eren’i görünce oynamayı
kesip dikkatle Eren’e bakıyorlardı. Eren ise sadece yere bakıyordu. Kesik
kolunu fark ettirmemeye çabalayarak.