-(Kaım 2005)
Tedavi
gördüğü hastanede yaşamını kaybeden
yazar/ senarist
Sulhi
Dölek’in cenazesi,
Üsküdar Selimiye Camii’nde
düzenlenen
askeri
törenin ardından Topkapı Çamlık
Mezarlığı’na götürülerek
buradaki
aile
kabristanında defnedildi-
Yıl
1994. Varlık Dergisini her ay
düzenli olarak alıyorum. Ben dergiyi adamakıllı okuyana dek,
öbür ayın başı
geliyor. Çok sonraları anlıyorum ki, okumakta zorlandığım o
dosyalar meslek
elemanları için hazırlanmış. Eğer ben derinlemesine okuyup
bütün anlam
katmanlarında yazarlarıyla buluşamazsam, dünya da yıkılmaz.
Derginin en eğlenceli sayfaları
Sulhi Dölek’in imzasını taşıyanlar.
Modernin postu mostu yok onun
yazılarında. Kolay okunuyor, okunan ilginç
bir biçimde anlaşılıyor;
düşündürüp eğlendirmesiyle insanı
geliştirmesi de
cabası.
Her gün saat beşte
çıkıyorum işten.
Bir buçuk yılı geçmiş o devlet dairesinde
çalışalı. İdealizm falan hak getire! Büyük
bir hayal kırıklığı yaşamış ve hâlâ
üzerimden atamamıştım. Dedikodudan başka hiçbir
şeyin üretilmediği, indirimdeki mağazalar kadar
hiçbir şeyin dikkat çekmediği,
ufacık bir iş söylendiği zaman garip bir biçimde
tüm memurlarca hakarete
uğramış insan tepkilerinin verildiği bir yerdi.
Belki de sırf onlar gibi olmaktan
korktuğum için sürücü kursundaki
işimi
bırakamamış; akşamlarımı yorgun argın, trafik işaretleri ve motor
parçaları
arasında geçirmeyi kabullenmiştim. Bu
kadar parayı -memur arkadaşların deyimiyle çifte kavrulmuş
lokumu- ne
yapacağımı gerçekten bilmiyordum. Maaş günleri eve
dönüşümü apayrı bir
heyecanla beklerdi annem. Paranın tümünü
elimden alır, bana yalnızca harçlık
verirdi. Birkaç gün içinde elimde tek
bir kuruşun bile kalmayacağını bilirdi
çünkü.
Kurs Sultanahmet’te.
Çoğunluk
Aksaray’dan yokuş yukarı vurup yürüyorum.
Şenlikli bir yol orası. İnsanın hiç
canı sıkılmıyor. “Yetmiş iki buçuk milletin
arasından yürünmez, tramvaya bin,”
diyor annem; ama yürümenin keyfi başka. Yol boyunca
dizilmiş olan büfelerin
birinden istediğin anda ekmek arası dönerle bir fanta
kapabilir; olmazsa, tost
ya da simitte de karar kılabilir; sayısız banktan birine
çökerek gelip geçeni
izleyebilirsin. Çemberlitaş’daki Basın
Müzesi’nin afişlerini okuyor, ilgimi
çeken sergilere dalıveriyorum on beş yirmi dakikalığına.
Sultanahmet Camiinin minarelerini
her gün elimde olmaksızın saya saya, Ayasofya’nın
bahçe duvarı dibinden eğilirim
aşağıya. Fatih Sultan Mehmet benimledir, Sinan benimle... Hele de yaz
ayları vadettiği o hoş
ve ürpertici serinliğiyle
Yerebatan Sarnıcı! Girişi karşıda
ama, olmaz. Giremem!
Sürücü adayları kursta, canavar olurlar
sonra. Orta yerde, yokuşun dibinde koca
bir çınar. Tramvay yolunu gidiş ve dönüş
olarak ikiye böler. Karşısında üç
katlı mavi boyalı ahşap bir bina. Çıkarken yaylanıyor
basamakları. Motor
dersliğindeki maketi çalıştırınca temelden sarsılıyor bina.
Öğretmenler odası
arkada. Küçücük bir
bahçeye bakıyor balkonu. Orada bir dost, bir arkadaş bana
incir ağacı. Kökü bahçe duvarının
ötesinde bir yerlerde kalmış. Ya da büyük
bir
direnç göstererek betona mı kök salmış
acaba?
Genellikle
dersten önce yirmi yirmi beş dakikalık bir boşluk oluyor.
Varlık’la birlikte balkona
atıyorum kendimi. Habis Yozyürek bir âlem. Zamanla
dergiyi Sulhi için aldığımı
fark ediyorum. “Tanışayım,” diyorum.
“Bütün bunları yazan insanın nasıl birisi
olduğunu göreyim.”
Derginin yazı işleri her
günkü
yolumun üstünde. Kafamın içinde uzun uzun
ölçüp biçtikten sonra
cesaretimi
toplayıp uğruyorum bir akşam. “Vermezler,”
diye küt küt atıyor kalbim. Enver Ercan
açıyor kapıyı. O da
nasıl genç, nasıl dinç; şimdiki kırlar yok, ya da
bu kadar çok değiller. İnsana
yaşama sevinci, güven ve umut veren
büyülü bir dünya edebiyat.
Kekelemesem
ölürdüm sanki. Hiç
duraksamadan verdi numarayı. O akşam uçarak indim yokuşu.
Ders bitmek bilmedi.
Eve dönerken yolumun üstündeki bir
kulübeye girip çevirdim numarayı. Karşı
tarafta küçük bir kızın sesi. Sonra Sulhi
karşımda. Yüreğim boş durur mu,
‘küt’
‘küt’ ağzımda. Varlık Dergisi’ni
okuduğumu ve kendisiyle tanışmak istediğimi
söyledim. Ses tonundaki değişim ele veriyordu
gülümsediğini. “İnsan böyle
zamanlarda anlıyor emeklerinin boşa gitmediğini,” dedi.
Programını hafifletir
hafifletmez beni arayacağını söyleyip numaramı aldı.
O güne dek, daha numarayı
alırken
aramamayı aklına koymuş olan bir yığın insanın aksine o
birkaç gün sonra aradı.
“Taksim’de gezi alanı içindeki Opera
Pastanesi’nde,” dedi.
Kurstaki derslerimi
ilkyardımcınınkiyle değiştirebilmek kolay olmamıştı. Otobüsten
inince ‘Opera
Pastanesi’ni sorduğum insanlar, bir öncekinin tam
aksi yönde tarifler vererek meydanda
dört döndürdüler beni. Uzun uğraş
ve koşuşturmaların sonunda öğrendim eski adı
Opera olan pastanenin The Marmara Otel’in alt katında
bulunduğunu. Öylesine
lüks bir yerdi ki, gidip bir köşeye
büzüldüm. İçeriyi
gözetliyor, çevremde
Sulhi olabilecek bir adam arıyordum. Kitaplarından birinin arka
kapağında
gördüğüm bir fotoğraf vardı belleğimde. Ama
o günkü halinin o fotoğrafa ne
kadar benzediğiyle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Cebimdeki paranın
yeteceğinden emin olduktan sonra kendime bir kahve söyledim.
Tek tük içeri
girip çıkan insanlar, baş başa koyu söyleşilere
dalan çiftler ve bakışlarını genç
kadınların popolarından ayıramayan bar taburesine tünemiş kart
bir zampara
hatırlıyorum o akşamdan.
Sonunda garsondan yardım istedim.
Yalnız başına oturan orta yaşın üzerindeki erkeklere tek tek
sordu. Hiçbiri
Sulhi değildi. Bir saat daha o işkenceye katlandıktan sonra
çıktım.
Yolun karşısındaki kulübeden
telefon
ettim. Yine o küçük kız çıktı.
Opera pastanesinde epeyce beklediğimi ama Sulhi
Bey ile görüşemediğimi, az önce de oradan
ayrıldığımı ve benim sorumsuz birisi
olduğumu düşünmesini istemediğim için
aradığımı söyledim. Cin gibi olduğu
belliydi verdiği tepkilerden. Notumun eksiksiz ulaşacağından emindim
Sulhi’ye. Gece
geç vakit yatağıma yatınca, bir şeyden daha emin oldum. O
okuduğum yazıları
yazan adam asla öyle bir pastaneye gidip oturmazdı. Bu işte,
mutlaka bir bit
yeniği vardı. Onun da beni başka bir yerde beklemiş olması
hiç de olasılık dışı
görünmedi gözüme. Ama benim
cesaretim artık kırılmıştı bir kez! Onu yeniden
aramam söz konusu olmazdı.
Ertesi gün o aradı!
Taksim’deki Gezi
Pastanesi’nde randevu vermiş olduğunu söyledi. Ben
‘Opera’ diye düzelttim.
Şaşırdı. “Belki de şimdi sen benim sorumsuz olduğumu
düşüneceksin,” deyip özür
diledi. Yeniden randevulaştık.
Nişanlımla birlikte
çıkıyoruz Gezi
Pastanesi’nin ikinci katına. Onun kocaman avucunda buz gibi
benim elim. Heyecanlıyım
elbet.. Koruganın arka kapağında resmini
gördüğüm adam! Sağ taraftaki
küçük masalardan
birindeydi. Selamlaştıktan sonra karşısına oturduk. Arkasındaki cam
açıktı.
Sırtı cereyanda kalıyordu. Siz kusura bakmayın da ben şu kazağımı
giyeyim,”
dedi. Fikret, “Giyin, giyin; biz de o sırada
kaçarız,” deyince ne güzel bir kahkaha
atmıştı öyle!
Biraz söyleşmiş, televizyon
için
yazdığı diziden söz etmiştik. Baş kahramanın adının Fikret
olduğunu ondan öğreniyoruz.
Çünkü bizim televizyon izleyecek zamanımız
ne yazık ki pek yok. Nişanlım Fikret,
anlamsız kıskançlıklarını bir kenara itip yavaş yavaş
seviyordu sanki Sulhi’yi.
Evi deniz görüyor
muydu? Yurt dışına
gitmiş miydi? Benim çekinip soramadığım soruların
tümünü benim yerime Fikret
soruyordu ona. Bir yığın ortak nokta ve kucak dolusu mutlulukla
ayrıldık
yanından.
Kurgusunda sevgi, anlatımında
sıcacık, samimi bir dilin kullanıldığı kitaplarında; içinde
yaşayıp da farkına
bile varmadığımız bizim gibi insanlarla tanıştırıyordu bizi. Onun
düşünce
gücüyle alın terini harmanlayarak yarattığı
kahramanların hangi birini sevmedim
ki ben!
Duyguları, hırsları, öfke ve
aşklarıyla ilmek ilmek dokudu insan yaşamını kamera karşısında da. Emek
harcanan iyi işlerin televizyon gibi belleksiz bir dünyada
bile klasiğe
dönüşebileceğini gösterdi hepimize.
Herkesin defalarca saydığı
mühendisliklerini, askerliğini, dolu dolu geçen 57
yılını yeniden
sayacak değilim. Yalnızca, çocukluk
anılarının da yer aldığı ve Türkiye’nin bir
dönemine ışık tutan Küçük
Günahlar
Sokağı adlı romanını yazdıktan sonra hayata veda edişindeki incecik
sızıya
dikkat çekeceğim.
Çoğu kez telefon
görüşmeleriyle
süren on yılı aşkın bir paylaşım ve sevgiydi Sulhi
Dölek benim için.
2005 sonbaharının gelişinde bir
gariplik sezmiştim zaten. İstanbul’un kararsız havasından
eser kalmamış; nemli
ve yılışık bir soğukla birlikte biçimsiz bir grilik
çökmüştü kentin
üstüne.
Cahit Sıtkı’nın kuşları
döneniyordu
Selimiye Camiinin avlusu üstünde. O musalla taşında,
vakit namazının
kılınmasını bekliyordu sabırla. Bahçe demirine dizilmiş
çelenkler sıra sıra.
Onun, yıllar önce nikâh törenimiz
için Taksim Evlendirme Dairesi’ne
gönderdiği
çelengi gel de anımsama... Sonra da kameraların kenara
çektiği, çekebildiği, ya
da ulu orta mikrofon uzatarak böyle bir günde bile
söyleşi yapabildiği
insanlara hiç kırgınlık duyma!
Pek kalabalık değil avlu. Cenazeler
üçe çıkınca kalabalıklaşıyor ama.
İçimden kendi kendime
konuşuyorum
onunla. Yol boyunca gördüğüm manzarayı
anlatıyorum. Yaprakları sararmış
ağaçların yemyeşil çamlarla yan yana
dizilişini... Pembeden başlayıp mora doğru
giden bin bir tonuyla belediyenin yeni diktirdiği bitkilerin güzelliğini...
Otoyolu süsleyen yılbaşı çiçeklerini,
yılbaşına iki ay yirmi üç gün
kaldığını... Çevrede yazılacak bunca güzellik
varken ölmenin hiç de sırası
olmadığını... Bu ülkede onca içi boş beyin varken
acaba ne diye onunkinin
kanadığını soruyordum.
Adamın biri yanı başımda telefonuyla
konuşuyor. Karşı taraftakine bir türlü anlatamıyordu
kimin cenazesinde bulunduğunu
“Televizyona dizi yazıyordu, yazar, yazar...” diye
bağırıyor, kısacık bacakları
üzerinde göbeğini gerdikçe geriyordu.
Ağzını azıcık yayarak sırıtıyor,
“Haberlerde de söyledi!” diye
belirtiyordu. “Yani ben önemli, tanınan birinin
cenazesindeyim ve bu benim de önemli olmam için
yeterli.”
Sulhi’nin, tepelerde bir
yerden
bize, hepimize bakıp halimize muzipçe
güldüğünü görür
gibi oldum. İşte o zaman
dolma gibi kızarıp şişmiş burnumu çeke çeke
sustum. Kulağı geçen boynuz misali
Sevgili Sulhi’ye katılabilir, coşkun kahkahalarımla avluyu
inletebilirdim.
Hemen avludan çıkıp, mezarlığa gidecek olan otobüse
bindim.