ana sayfa / editorial / içindekiler / h@vuz'dakiler (biyografi)
 iletişim-erişim/  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Şiir ve Hayat

       

                                        
        Kedinin rengi önemli değildir; önemli olan, fareyi yakalamasıdır.” Bu Çin atasözünden yola çıkıp Bedri Rahmi’nin “Ben arıya arı demem / Arının balı olmalı” dizelerinin şiirle bağını tam kurmuştum ki; önümdeki kitap, Şeref  Bilsel ile Cenk Gündoğdu’nun özenle hazırlayıp sundukları Şiir Defteri “1980 Sonrası Şiir ve Hayat”, pişmiş aşa soğuk su kattı. Güzel mi, faydalı mı sorularından ikisine de yanıt bulamadım.  Çünkü bu kitapta ve bu kitabın savunduğu kuşakta, “Şiir ve Hayat”ın yan yana gelmediğini görüyorum. Hayatın dışında olması bir yana, Türkçe’nin de boynu bükük. Kitap, seçilen şiirler, şiirlerin dil açısından değerlendirildiğinde, Kemal Ateş’in kitabına seçtiği ad, daha da anlam kazanıyor: “Türkçem Mahzun Ben Mahzun”. Kısaca “Şiir ve Hayat” sözcükleri, bu kitaba ad olarak yakışmamış. 

      Bunaltı, içekapanıklık; tiksinti ve bulantı var. Akıp giden yaşam yok; yaşama sevinci, yürekten bir aşkla özlemin olmaması bir yana “sevgi” de yok. Kısaca yalnızlık ülkesine yolculuk var. Bir ad koyalım bu şiire: “Otistik Şiir”. İçekapanıklık bu boyutlarda olunca, belli bir “ülkü”sü var mı demenin de hiçbir anlamı yok. Burada “ülkü”yü salt bir düşüncenin tekelinde görenlerden olmadığımın bilinmesini isterim; “ideal” dememek için kullanıyorum. 

       Gettolaşan bir edebiyat olduğu için, içe kapandıkça birbirlerine daha çok benziyorlar. Kale gibi arkasında durdukları o küresel “Bireycilik”, bir iki istisna dışında,  bireysel farklılıkları da ortadan kaldırmış. Şiir okullarının bu kadar çoğalması, görülen o ki, her şairi “Ali bal al.” kalıbına mahkûm ediyor. Bu otistik şiirin en kötü yanı, Türkçe’mize ve kültürümüze tamamen yabancı tatlar içeriyor olmasında; unutmayalım ki, şiir hamburger değildir… Getto deyince anımsadım. Çoğu arkadaşım, Venedik’te gondol sefasının keyfini yeğlerken, ben yol arkadaşım bir patologla Yahudi Gettosu’na gitmeyi seçtim. O içekapanık yaşamı, toplum patolojini tanımak için. Gördüklerim yoksulluktu, duyduklarım da sarımsak ve yağ kokusuydu. Edebiyatı yoksullaştırmaya ve kokutmaya kimsenin hakkı olmamalı. 

        Bu konuyu çok önce ele alan “Kötü Şiir Enflasyonuna Bir Şiir Tepkisi” başlıklı  yazımın, birden çok dergide ve otuzu aşkın sitede yayımlanması, haberim olmadan dağıtılması nedeniyle, beni de rahatsız etti, ama daha çok başkalarını. Sanırım en çok da Şeref Bilsel’i. Çünkü bu konudaki tepkisi, “tam dayaklık” olduğumdu, haddimi de bildirecekti. Şimdi sormak gerekir, o dergi ve site yöneticileri, “daha önce yayımlandığını bile bile” bu yazıyı, tekrar yayımlamayı uygun görüyorlarsa, kabahat bende midir, onlarda mıdır ya da başkalarında mı? Tepkiyi çoğaltmak isteyenlerde mi, böyle bir tepkiyi yaratanlarda mı? 

Bence o başkalarında, o tepkiyi yaratanlarda. Ötesi, osuruklu şeye arpa ekmeği bahane.

Bu arada böyle bir tepkiyi yaratanların yanında göz ardı edilmemesi gereken başkaları da var: o tanıdık şiir seçicileri, bir başka deyişle şiirin söz kesenleri. Bu kitabın şiir seçicileri de el aldıklarından, o ustalarından,  pek farklı değil. Genellersek bozacının şahidi çıracıdır. O çıraların isi ve kokusu değil mi yarardan çok zarara yol açan? Somut konuşalım; “1980 Sonrası Şiir ve Hayat”ta yer alan şu şiir alıntılarına bir bakalım:

 


a.       “soluk derler ona oğlum bir tarihi var onun
      göğsüne bakıyorum kekeme bir Venüs’le acının
      düşünceye döndüğü gözlerle kani’: hayat kazanır”
                                                       selim temo, Varlık 1156
 
b.      “tercih ederim yapmamayı, bir tA.Ş.a
      bakıp düşünmeyi bütün gün
      quid pro quo, yok bA.Ş.ka bir ihtimal”
                                                     burak acar, Heves, Cilt 5
 
c.       “Yüzünü üzülmeye çalışmış yerlerinden bahsediliyor
güya gövdenin ve sesinin başına su gelmiş, inanmadım.
                                               seyyidhan kömürcü, Varlık 1162. sayı

  

               Ben, bu üç şiir alıntısından da  hiç tat almadım. Peki bu şiirleri ‘hayat’ın içinde gören Şeref Bilsel’in kendi şiirinde neler var? Bir de ona bakalım: “ha hâbil, o otomobil, e erbil, çar Çernobil / bunu bil, bunu… bun bu (yasakmeyve 10)” Fazla söze gerek yok; biçemi, içeriği ve imgeleriyle okuru bunaltan bir şiir. Bir gözlemim de şu: Böyle bir şiiri savunanlar bir yana, pek çok şairimiz, dize başları bir yana, artık ad ve soyadlarını da küçük yazıyor. Bu moda,  Türkçe’ye saygıyla ne kadar bağdaşıyor bilmem!... Sorgulanması gerekir. Yoksa görsellik her şeyin önüne mi geçti. Şiirin gözü de sözcüklerin mayolarına mı takıldı kaldı yoksa? 

      Şaka bir yana Mustafa Şerif Onaran, Cumhuriyet Kitap’ta, “Şiir Defteri”ne, iki hafta üst üste iki ayrı yazıyla övgüler düzmekte hiçbir sakınca görmedi. Cumhuriyet Kitap’taki (2 Mart 2006) başka bir yazısında ise, sonra da eğriyle doğruyu aynı kefeye koyup, Osman Çakmakçı’nın, benimde bire bir paylaştığım “tekdüze, yapay, ortalama, yaşamdan kopuk” yorumlarına katılmadığını belirtmek için  1980’lerde şiirleri yayımlanan A Kadir Budak ve Hüseyin Ferhad’ın yaşamdan uzak düşmüş ozanlar sayılamayacağın söylüyor. Benim inancım o ki, kendisi de çok iyi biliyor 1980 Şiiri ile 1980’lerde şiir yaşmış olmanın aynı şey olmadığını. “1980 Şiiri” tıpkı  “Garipçiler, II. Yeni..” gibi bir şiir anlayışının adı. Nasıl aynı dönemde şiir yazdılar diye Yahya Kemal’i Garipçilerden, Nazım Hikmet’i de II. Yenilerden saymıyorsak A. Kadir Budak’ı, Hüseyin Ferhad’ı da “1980 Şiiri” sınıflaması içinde göremeyiz Başka bir yazısını da şöyle bitiriyor: “Edebiyata kendi penceremizden bakarken şiire ilk adımlarımızı attığımız yılların çok geride kaldığını, dar bir çevrede oyalanmanın yarar sağlamadığını bilmiş olalım. (2 Şubat 2006)” Bu noktada sorum şu: Attila İlhan’ın II. Yeni Savaşı, ona çok şeyler mi kaybettirdi, onu çok mu küçülttü. Gerekçesiz akıl vermelerde, keramet aramayı doğru bulmadığımı hemen belirtmeliyim. Ayrıca böyle bir şiire övgüler düzen aynı Mustafa Şerif Onaran,  dostlarını da işin içine karıştırarak, diline ve bazı düşüncelerine katılmadığı Attila İlhan’ı, “avurdu yelli” sıfatıyla nitelemekte ise sakınca görmüyor. M. Şerif Onaran “1980 Şiiri”ni eleştirenleri sık sık  “ahkâm kesmek”le suçlarken, son iki somutlamada da görüldüğü gibi asıl ahkâmı kendi kesiyor ve her ahkâm kesen gibi hata yapıyor, çelişkilere düşüyor.

        Mehmet H. Doğan yazınımızın son yıllarının biçimlenmesinde etkili ve “belirleyici” olmuş, çağının tanığı olarak da birikimiyle öne çıkmış yazın ustalarımızdan biri. Ne var ki “100 Soruda Estetik”in yazarı Mehmet H. Doğan da tanıklık sevdasına kapılıp, “estetik”in hangi kapısından girmişlerdir bilmem, yıllarca hazırladığı yıllıklara, hep o otistik şairleri almayı yeğledi. Kendisini eleştirenleri de “kara vicdanlılar” olarak gördü. Ustaların seçimi, ne olursa olsun, benim seçimim, asla böyle bir şiir olmaz. Ben, Mercimek Ahmet’in XV. yüzyıldaki uyarısına kulak verirdim: “Ey oğul, şair olup şiir ayıtmak (söylemek) istersen, sözün ruşen  (aydın) ola, kabız olmaya.” Çağrıştırımın zenginliğine bakın; karın gurultusunu, şiir sananların kulağı da çekilse çekilse ancak böyle çekilir. Yusuf Has Hacip’in dediği gibi, söz (şiir), bakan köre göz olmalıdır. O halde hiçbir şairin, şiir adına, şiiri ve beğenilerimizi kör etmeye hakkı yoktur. Peki, 1980 sonrasında hiç mi güzel şiir yok? Elbette var, işte benim seçimim:

 
“hangi istasyona uğrasam yanlış makastayım
hangi kavşağa varsam sola dönüş yok
beni akşam gibi düşün sevdiğim
kükürt dumanına teslim erzurum gibi
beni diyarbakır gibi düşün sevdiğim
cezalı bir şairin surlara asılması gibi
 
ömrüme vurulan çentiklerle geçiyor ergenliğim
her salı gözaltındayım her perşembe vukuat
cuma karakol avluları
beni müebbet aşık düşün sevdiğim”

            Metin Turan, Suları Islatan Mecnun, Ürün Yay.

Bakın bu şiirde çağımız insanına dayatılan yaşamın ve siyasetin tıkanıklığı var, yaşanan şiddetin ve baskının acısı var, sevgiliye özlem var, aşka inanç var, coğrafya sevgisi var; bir de o bildik sanatçı yazgısı “anlaşılmamak” var. Şiire “Hal ve Gidiş” notu verilseydi eğer, işte bu şiire notum “pekiyi” olurdu.. Unutmayalım ki, asıl cezalı şair, okurunu kaybeden şairdir. Yukarıdaki şiirin alındığı kitap, Suları Islatan Mecnun, bir yılda yedinci baskısını yaptı. Peki okur beğenisini ve kuşağının özgün-özgür seslerini dışlayan Şeref Bilsel’ler ne konumda? Kitabın yazarlarından biri  olduğu  için durup durup bu adı veriyorum; demem o ki, Şeref Bilsel, bu yazıda benim için sadece bir simge. 

       Bu kitaba yazılarıyla katkıda bulunanların tamamına yakını bir noktada buluşuyor: Şiirde öykülemenin, anlatının yeri olmadığında. Öykülemekten yakınanların, niye ‘öykünmecilik’e hiçbir sözleri yok? “Şiirde öykülemenin, anlatının yeri yoktur.” yargısı, sanırım şiir okullarında ezberletilmiş, ezberlenmiş ve önyargıya dönüşmüş  kalıp sözlerden biri. Önce kendi şiirimizden başlayalım: Yahya Kemal’in Açık Deniz’i, Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye’si, Orhan Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum’u, Melih Cevdet’in Anı’sı, Attila İlhan’ın Ben Sana Mecburum’u, Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri, Ataol Behramoğlu’nun Aşk İki Kişiliktir’i, Şükrü Erbaş’ın Derin Kesik’i, Akgün Akova’nın Sevdiğim Kadın Adları Gibi’si, Metin Turan’ın Hiçbir Şey Göründüğü Gibi Değil’i (…) öyküleme

-yaşananı anlatma- temeli üzerine oturmuyor mu? Bir de dünya şiirine bakalım: Lamartine’in Göl’ü, Poe’nun Annabell Lee’si, Rimbaud’nun Sarhoş Gemi’si, Mayakovski’nin Pantolonlu Bulut’u, Lorca’nın Madrigal’i, Kipling’in Eğer’i, Prevert’in Aşk’ı, Neruda’nın Sorular’ı belleklerden nasıl silinebilir, kim silebilir?  II. Yeni ile Attila İlhan arasındaki kavganın ana nedeni de aynı konuydu;  öyküleme.14 Şubat 2006’da, Sevgililer Günü için öne çıkan haber şu: Ben Sana Mecburum, bütün zamanların en güzel aşk şiiri. Eğer bir şairin,  her şeye “aykırı olmak”, bu yolla dikkati çekmek gibi bir kaygısı yoksa, bu şiirlerin hiçbirini gerçek şiirseverin belleğinden silemez. Çünkü şiir, doğaya ve yaşama yöneltilen sorudur önce. Gerçek şair, yaşama öyle sorular yöneltir ki, şiirde “çiyle yıkanır umutlar” Neruda’da olduğu gibi. Ayrıca belleksiz şair zaten olmaz. Hem sanatta aykırılık, hiç unutulmamalı ki, yalnızca dili ve insanı sıradanlıktan kurtarma aykırılığıdır. 

       Bence bu 1980 Şiiri’nin pir-i muganı Küçük İskender’dir. O, şiirin çerçevesini özetle şöyle çiziyor: Türkçe’nin kırılma noktasında buluşmak, grameri hırpalamak, yoğun bir kriminal söylem oluşturmak, altkültür kanalında ilerlemek… Böyle bir şiiri de “etki tepki kuralının neticesi” olarak görüyor; başkalarınca “şizofreninin tahakkümü” olarak nitelenmesini de pek yadırgamıyor. Kanım o ki, bu kitaba seçilen şiirlerde gördüğüm ortak nokta, Küçük İskender’in bu reçetesinin tartışmasız benimsenmiş olmasıdır. Durum bu olunca, öykünme (taklit) ağırlıklı bir şiirle karşı karşıyayız. O halde bu şiire, başka bir ad daha koyabiliriz: Uydu Şiir. O halde -seçiciler dahil- sorum şu, öykülemeye karşısınız da öykünmeye niçin karşı değilsiniz? Seçiciler, kitaptaki bilgilendirmeye göre (55. sayfa), önlerine konanı seçmişler. O halde kitabın hazırlayıcıları, ön seçim yapmakta, kendi şiir anlayışlarını onlara dayatmakta oldukça inatçılar. Öyle olmasaydı, aynı yaş grubundan olan (1960 ile 1984 arası doğumlular) “Sunay Akın, Akgün Akova, Nevzat Çelik, Metin Turan, Ali Asker Barut, Sedat Şanver, Birhan Keskin, İrfan Yıldız, Bejan Matur, Didem Madak, Devrim Dirlikyapan, Derya Çolpan, Tevfik Taş, Bülent Özcan”a da yer verirlerdi. Ama onlarda altkültür söylemi ve Türkçe’yi eğip bükme alışkanlığı yok. 

       Şiir Defteri’ne yazan ve seçici kurulda yer alanlardan bir kısmının da görevlerinden rahatsız oldukları görülüyor. Tahir Abacı, şair ve şiir sayısındaki enflasyondan, şiirin bir hayat felsefesi taşımamasından, şiirin kitabileşmesinden, “başkaldırı”nın yerini cemaatleşmenin almasından, şiir otoritelerine ‘temenna çakma’nın fazla önemsenmesinden yakınıyor ve bu durumu şiirsel bir benzetmeyle ‘tsunamide kalma’ olarak somutluyor. Ayrıca bu işe soyunanların, kim olduklarını ve amaçlarını iyi görmüş olmalı ki, onların kendisinden böyle bir yazı istemekle, çok pişman olduklarını düşünüyor. Dört kişilik seçici kurulda yer alan Ayten Mutlu da günümüz şiirini ve şairini, insani sorumluluk yüklenmekten kaçınmakla suçluyor ve Turgut Uyar’ın “Şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda.” saptamasına gönderme yaparak, şiirin çıkmazda olmak bir yana bataklığın içinde olduğunu söylüyor. Ben Türkçe’ye saygısını yitirmiş; suça, suçluluğa ve altkültüre övgüler düzen, baktaklığa saplanmış böyle bir şiire,  ıknıp sıkınıp “Bu da şiirdir ve gelecek bu şiirdedir.” diyemem. Birilerinin o edilgin “kendini tatmin” eylemi, kendilerinin olsun; isteyen de bu küresel gösteriyi bekleyip zevkle seyretsin. Ama bir daha ağızlarına Nazım’ı, Dağlarca’yı, Necatigil’i…, hatta Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ı almasınlar. Bu kitapta fanzinlerin incelendiği bir yazı var. Bu yazı, bir bakıma 80 Şiiri’nin özetini veriyor. Bu yazıda dikkatimi çeken en önemli şey, “yeraltı kültürü” ve “punk hareketi”nin eksikliğine vurgu yapılması. Bu yazıyla, o kültüre duyulan özlem, bir biçimde açığa vuruluyor. Ben, “yer altı kültürü”nün, magandalığın ve snopluğun şiirle bağdaştığını görmedim, duymadım ve bağdaşacağına da inanmıyorum. 

        Can Dündar’ın “Nazım”ında (sayfa 116) Güzin Dino’nun anlattığı çok ilginç bir alıntı var: “…Güzin! Fuzuli’yi kurtaralım…Fuzuli’yi kurtaralım…” (…) “İranlılar, Fuzuli’yi kendileri benimsediler ve heykel dikiyorlar, böyle şey olur mu?dedi. Tzara da sordu bana “Kim bu Fuzuli, hapiste falan mı? Dedim eski  hikâye, 16. yüzyıl…” Çok ilginç bir nevi milliyetçiliği vardı Nazım’ın…” Görücüye çıktıklarında, Nazım şiirleri okuyup Nazım’dan söz edenler, Nazım’ın bu yönünü de biliyorlar mı bilmem. Bilseler bile umursamadıkları görülüyor. Artık ‘mantar’ın bile kültürlüsünün arandığı bir dünyadayız. Ne var ki mutasyona uğrayan 80 Şiiri’nin, kendilerini dölleyenleri (etkileyip var edenleri) yiyen o karadullardan ne farkı var? Kurşun dökücüleri ve kına yakıcıları kim mi?  “Şiir Tahtı”nı bir biçimde ele geçirip ve “Bu kalem Bukalemun” diye bar bar bağıran o “Zambaklı Padişah”lar. Bir de aydın kadın özlemiyle güldür “Müldür” abartılanlar… 

       Kültürel yozlaşmanın biçimlendirdiği sanatın ve şiirin, Cumhuriyet’e bulaştığını görmek, düşündürücü, bir o kadar da yaralayıcı. Cumhuriyet, siyasal alanda verdiği kavganın benzerini, kültürel alanda da vermelidir, vermek zorundadır.. Mustafa Kemal ne diyor: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” O halde “Bu ülkenin aydınlık insanları size Cumhuriyet yakışır.” demek yetmez. Sorum şu, böylesi iddialı bir sloganı benimseyen  Cumhuriyet, Enis Batur’un eline o “Pertavsız”ı verme pervasızlığıyla cumhuriyet kültürüne ve okuruna saygısızlık etmiyor mu? Onun pertavsızla büyüttüğü patavatsızlılarına nasıl göz yumuyor ve okurunun katlanmasını istiyor? Aynı Enis Batur, 2004’te, başucundaki “Okuma Lambası”, sadece kendi ortamını aydınlattığından olacak ki, onunla bununla hesaplaşmaya kalkışmıştı; başta da Attila İlhan’la. Unutulmamalı ki kendisiyle hesaplaşmayı bilmeyen yazarın ve şairin, onunla bununla hesaplaşmaya hakkı yoktur; böylelerinin hesap defteri erken dürülür. O defteri kimse dürmese, eninde sonunda okur dürer. 

       Bakın sözünü ettiğim hesaplaşmayı doğru dürüst yapanlar da var. Kim onlar; II. Yeni’nin ustaları. Bana göre II. Yeni, Enis Batur’ların ve onların yönlendirdiği edebiyatın ve şiirin yanında yunmuş yıkanmış kalmaktadır. O ustalardan alınacak dersi, her ozan kendisi çıkarabilir.  Nasıl mı? Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ın “son şiirleri”ni doğru okuyup doğru algılamakla. Yaşamı “Sevda Sözleri”yle yoğurmakla. Şiiri, intiharı hiç  düşünmeyen bir sevdaya dönüştürmekle…Ayrıca Şiirana Gülten Akın’ın son şiirleri için de şunu diyebilirim: “Sığda”dan çok ama çok “Uzak Bir Kıyıda” yaşama tutunmuş bir şiir.  II. Yeni’nin büyük ustası Turgut Uyar’ın gördüğü gerçek ve geldiği nokta, artık hepimize ders olmalı. Ölümünden üç yıl önce yazdığı şu şiir, bütün gerçek şairler için, yaşamdan süzülmüş dört dörtlük bir poetikadır. Ona göre şiir, Şiir “Sonsuz ve Öbürü” olandır. Ve “Sonsuz ve Öbürü” bu yazının da özetidir.
 

             “En değerli vakitlerinizi bana ayırdınız
                                              sağolunuz efendim
              gökyüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
                                                                         öğrendim
                                  yeryüzünün sonsuz olduğunu öğrettiniz
                                                                         öğrendim
                                  zamanın boyutların ve havanın
                                                                         kuşa döndüğünü
                                  ama sonsuz olamayan şeyleri öğretmediniz
                                                                         efendim
                                  baskının, zulmün, açlığın
                                  bir yerlerde  kıstırılıp kalmanın, susturulmanın
                                  aşk mutluluğunun ve eski hesepların
                                  bunları bulmayı bana bıraktınız
                                  Size teşekkür ederim.”

                                                              18.5.82, (kendi elyazısıyla)
                                                              Sonsuz  ve Öbürü, Broy Yay. Sayfa 173      

  

   
 

  Tahsin Şimşek