“Bana (arkadaşını değil) kullandığın sözcükleri, cümleleri söyle, sana kim
olduğunu söyleyeyim.”
Yazın alanında karşılaştığım makaleler, şiirler bazen beni oldukça şaşırtıyor.
Bunların başında sosyalistlerin Türkçeye karşı takındıkları tutum ve anlayış
gelmektedir. Öyle bir tuhaf durum ki; örneğin ülkemizde Kürtçe ana dil hakkının
verilmesi için yazanlar çizenler; Türkçenin korunması ve geliştirilmesi söz
konusu olduğunda sus pus olmakta, bu alanı gericilere, ırkçılara
bırakmaktadırlar.
Benzer tutum yurt dışına taştığında aynı siyasal düşünce akımları, yurt dışında azınlık hakkı olarak Türkçe Anadilinin
savunulmasını bir kenara bırakmakta, siyasal iktidarların “entegrasyon” maskesi
altındaki asimilasyoncu politikalarına çanak tutmaktadırlar.
Öncelikle yanlış anlamaya meydan vermemek için belirtelim: Anadilde eğitim ve
öğretim bir “insan hakkı”dır ve bu çerçevede ülkemizde de Kürtçe eğitim ve
öğretim hakkı savunulmalıdır. Ezilen ulusların dillerine yapılan baskılar genel
ulusal bir baskının parçası olup, bu sorun dünyanın bir çok yerinde sürmekte,
kapitalizm soruna çözüm üretmek yerine, daha da karmaşık hale getirmekte ve
genellikle çözüm olarak da asimilasyonu
seçmektedir.
Oysa sosyalistler insancıl ve insana yakışır bilimsel çözümden yanadırlar. Bu
yüzden sorunu temelden devrimin çözeceğini; ama içinde yaşanılan sistemde de
bunun bir demokratik talep olabileceğini, mücadele ile mevziler
kazanılabileceğini savunurlar.
Yukarıdaki çıkış noktası doğrultusunda ezilen ulus olarak Kürtlerin kendi ana
dillerinde eğitim-öğretim hakkını her ulustan devrimcilerin savunması anlaşılır
ve gerekli bir şeydir. Yalnız, aynı çıkış noktasının Türkçe için de olması
beklenilir. Çünkü Türkçe de bugün kültür emperyalizminin baskısı altındadır,
günden güne yozlaşmaktadır. Bu perspektifle bu konu incelenmelidir.
Türkçenin Türkiye’de savunulması, korunması ve geliştirilmesi emperyalizme
karşı bir duruştur.
Çünkü Türkiye’de Türkçe
yozlaşmakta ve çürümektedir. Yozlaşma ve
çürümenin nedeni
egemen başka bir dilin sözcüklerinin Türkçedeki
sözcüklerin yerini almasıyla
oluşmaktadır. Bu kültür emperyalizmidir ve kültür
emperyalizmi yarı-sömürge
ülkelerde kendi dilini geliştirerek, bu alanda da egemenlik
sağlamaya
çalışmaktadır. Bunu ise özellikle ekonomik alandaki
işbirliğini (sömürüyü)
pekiştirme amacı ile kullanmaktadır. Günümüzde
bildiğiniz gibi bunu en çok ABD
kendi lisanı İngilizce ile yapmaktadır. Ülkemizde ensesi kalın
işbirlikçiler
ise bunu desteklemektedirler, çünkü ABD ile olan
özellikle ekonomik ilişkilerde
onların cepleri dolmaktadır, halkın değil. Bunun pratikteki yansımasını
hepimiz
görmekteyiz. “Show TV”, “Star TV” ler,
sokaklarda “restorant”lar, “hotel”ler,
“Migros”lar, “Süper Market”ler,
“McDonald’s”lar; tatil beldelerinde ise (gidip
görebilenlere) “shopping”ler, “clup”ler,
“cafe”ler vb. hiçbirimizin yabancısı
değil.
İngilizce sözcükler günlük konuşmamızda da Türkçe sözcüklerin yerini almaya
başlamıştır. Yabancı sözcüklerin kullanılması Türkçeyi yaralamakta,
dilbilgisini de bozmaktadır. Öyle ki bazen bu sözcüklerin kullanımıyla ortaya
tuhaf cümleler çıkmaktadır.
İkinci yanış anlamaya izin vermemek için yine belirtelim: Türkçede sözcük
karşılığı olmayan yabancı sözcüklerin zorunlu olarak kullanılması ayrı şeydir,
birilerinin Türkçede sözcük karşılığı olduğu halde özellikle yabancı sözcükleri
kullanması ise ayrı bir şeydir. Bahsettiğimiz şey yabancı sözcüklerin bilinçli
ya da bilinçsiz kullanıldığıdır. Bu kullanımla Türkçe yozlaşmakta, çürümekte,
bu yozluk ve çürümüşlük de özellikle medya aracılığı
ile topluma yayılmaktadır. Ünlü sayılan
bazı insanların televizyonlarda Türkçeyi bozarak, İngilizce
sözcükler
karıştırarak konuşması gençlere kötü örnek
olmakta, özenti nedeniyle benzer
konuşma biçimleri toplumda yayılmaktadır. Örneğin
televizyonlarda birileri “...
çok beautiful”, “Amerika’daki star”,
“Avrupa’daki raiting ler” gibi tuhaf, iki
dil karşımı cümleler sarf edebilmektedir. Türkçe
cümlelerin devrik ya da bozuk
kurulması medyada sık sık karşılaştığımız durumlardır. Sunucunun
izleyicileri
aptal yerine koyarak bir cümleyi yirmi kez tekrarlamasını toplum
yadırgamaz
oldu artık. Bu yetmezmiş gibi sunucular kendisine ayrılan süreyi
doldurmak
adına “eeeeee”lerle cümle aralarını süsler
oldular, (!) bol bol yanlış cümle
kurar hale geldiler. Yanlış cümle kullananlarla haklı olarak alay
eden Feyza
Hepçilingirler’in “Türkçe
‘Off’ “ adlı kitabından birkaç örnek
verelim:
“Savaş Ay’ı kızdırmak var;
ama ne yapayım ki bu söz “A Takımı’nda söylendi:
‘O gece Ortaköy’de bir ölü
ölmüştü.’ Eleştirmiyorum;
‘ölü’ nasıl ölmüş diye
bile sormuyorum, yalnızca şunu merak ediyorum: Yangın yanarken mi
ölmüştü o
ölü?” (1)
“Tansu Çiller ve benzerlerinin “Yapmışızdır, söylemişizdir, belirtmişizdir..”
biçimindeki söyleyişine de pek kulak asmayın. Yalnız kadınlara değil, Türkçeye
de ihanet içindedir kendisi. Elini kürsülere vurarak yaptığı bu vurgulama
hesabınca onu “erkeksi” bir söyleme yaklaştıracaktır ya, aslı yok. Türkçede
insanın kendisinden söz ederken söylediğini kesinleştirmek için eyleme “-dir,
-dır” eklemesi anlamsızdır.” (2)
Örnekler çoktur. Ne yazık ki Türkiye’de Türkçe’yi kirletme eylemi, bilinçli ya
da bilinçsiz üniversite bitirmiş bir çok kişi tarafından da yapılmaktadır. Hele
bu üniversite bitirmiş kişiler yanlışlarla dolu yazılarının ya da şiirlerinin
altına adlarını yazarken (tuhaf bir şekilde, bu
konuya aşağıda değineceğim) mesleklerini,
ünvanlarını da yazmaları, yanlışların doğruymuş gibi topluma sunulması durumunu
da doğurmaktadır. Bu da toplumun, özellikle gençliğin Türkçe dil eğitimini
olumsuz etkilemektedir. Yani bir yazının altındaki imzanın başında örneğin
“Dr.” ibaresinin bulunması ilgili yazının (konumuz açısından Türkçe yazım
kalitesi olarak) her şeyiyle doğru olabileceği anlamına gelmez.
Dil ve Zeka Gelişimi İlişkisi
Anadili eğitimi ve öğretiminin savunulması; egemen kültüre karşı bir
duruştur; bu aynı zamanda çocuğun sağlıklı zihinsel-dil gelişimi hakkını
savunmaktır.
Çünkü zihin gelişimi ile dil arasında direk, sıkı bir bağlantı söz konusudur.
Yapılan bilimsel araştırmalar bunu kanıtlamıştır. (3) Anadili çocuğun ilk
öğrendiği dil olduğundan, zihin gelişimi ile olan bu sıkı bağlantı küçük
yaşlarda anadili ile olmaktadır. İkinci dil birinci
dil üzerenden öğrenilmekte, birinci dil ve birinci dille gelişen zeka düzeyi,
ikinci dilin öğrenme hızını ve düzeyini etkilemektedir.
“Dil gelişimi zekanın kullanımı ile yürür, dili öğrenen sürekli olarak
“öneren”leri kafalarında çeşitli dil yönleriyle, sözcüklerin anlamları ve
içeriklerini ölçerler. Sözcüklerin cümledeki yerleri, sıralamaları yapılarak
cümlelere anlam verilir. Bu gelişimde öncelik “biçim”in anlaşılmasıdır. Prensip
olarak bunlar yan yana iki yol gibidirler. Yani kavramlar (şekiller) zeka
düzeyinde anlaşılır / bilinir, daha sonra o “biçim”e bilinen dilden etiket
yapıştırılır. Ya da tam tersi, önce sözcük öğrenilir daha sonra sözcüğün
içeriği tecrübelerle doldurulur. (4)
Yukarıdaki ilişkiyi şöyle örneklendirebiliriz: Çocuk önce bir filin kendisini
ya da resmini görür. Uzun hortumu, koca kulakları olduğunu, boyunu, rengini vb.
kafasına yerleştirir. Daha sonra öğretmeninden, annesinden ya da arkadaşından
onun adını duyar ve o hayvanın “fil”
diye adlandırıldığını öğrenmiş olur. Yani “fil”
sözcüğünü daha önce kafasındaki
“anlam”a “etiket diye yapıştırmış” olur. (İşte
sözcüğün öğrenilmesi ve “anlam”
/ zihinsel gelişme arasındaki ilişki buradadır.) Ya da tam tersi de
mümkündür:
Önce sözcüğü öğrenebilir, (duyabilir) daha
sonra duymuş olduğu sözcüğün
içeriğini tecrübesiyle (kitapta resme bakarak, TV
izleyerek, okulda vb.)
öğrenir.
“Dili öğrenenler bu yöntemle somut şeylerin sanı sıra soyut şeyleri de
öğrenirler ama soyut şeylerin öğrenilmesinin kolaylığı somut şeylerin zihinsel
düzeyde ne kadar dolu olduğu ile doğru orantılıdır.” (5)
Yani somut cisimleri, şeyleri çocuk ne kadar çok bilir ve etiketlendirirse o
kadar da soyut şeyleri bilme ve etiketlendirme kolaylığına ve avantajına sahip
olmuş olur.
Dil becerisi / gelişimi MODELİ
Yukarıdaki şemayı şöyle açıklayabiliriz: Varlıkları –görerek- anlamak ve
adlandırmak daha az
zeka gerektirirken, varlıkları görmeden anlamak ve adlandırmak daha fazla zeka
gerektirmektedir. Buna “soyut” varlıkları anlamanın ve adlandırmanın “somut”
varlıklara göre daha zor olduğunu, gelişme süreci içerisinde, birbirinin içine
geçmiş olarak ama buna başlangıçta somut ağırlıklı bir süreç diyebiliriz.
Yukarıdaki temel bilgiden yola çıkarak bunu birinci (anadil) ve ikinci dile
(sonradan öğrenilen dil) uygularsak karşımıza şunlar çıkmaktadır:
Çocuklar için ilk öğrenilen dilin zeka gelişimi
açısından önemi büyüktür.
Çünkü
bu dil ve bu dil ile ilişkili olan zeka gelişimi birincil olarak
gündeme
gelmekte, onu daha sonra da (ikici dilin öğrenilmesi gerekli,
zorunlu
toplumlarda) birinci dile ve zekaya dayanan ikinci dil öğrenimi
izlemektedir.
İkinci dil öğrenimine başlandığında birinci dil öğrenimi ve gelişimi kesintiye
uğramamalıdır. Çünkü birinci dilin öğretilmesine devam edilmesi çocuğun zeka
gelişiminin kesintiye uğramaması demektir.
İki Dillilik
ve Avrupa’da Durum
Ne yazık ki yukarıda açıklanan
bilimsel gerçek hükümetler tarafından çeşitli gerekçelerle göz ardı
edilmektedir. Gerekçelerin başında ekonomik neden gelmektedir. Eğitim
sistemlerini tek dilli (devletin resmi dili) olarak düzenlemek ucuza mal
olmaktadır.
Fakat genellikle esas neden hükümetlerin asimilasyon politikasıdır. Çoğunlukla
ülkelerde yaşayan azınlıklar ve dilleri iç politikaya malzeme yapılmakta,
kapitalizmin “böl, yönet!” politikası hayata geçirilerek halklar, kültürler birbirine
düşman yapılmaya çalışılmaktadır. Ekonomik olumsuz gelişmelerin, işsizliğin
faturası ülkelerde ezilen uluslara, azınlıklara ya da farklı kültürlere
çıkarılmaktadır.
Türkiye’de Kürtlerin, Avrupa ülkelerindeki Türklerin (ve Kürtlerin) ve diğer
ülkelerdeki azınlıkların durumu budur. Burjuva demokrasisi nedeniyle bir
zamanlar Avrupa’da bir süre kendi eğitim sitemine göçmenlerin dillerini sokmaya
çalışarak “çok dilli eğitim sistemi” yaratmaya çalışan Hollanda; sağcı bir
hükümetin gelmesiyle yeni bir yasa çıkartarak, yabancı öğrencilerin kendi
dillerinde eğitim almasını sağlayan parasal desteği kesmiş, çok dilli eğitim
konusundaki bütün çalışmaları bir kenara itmiş ve bütün yabancı öğretmenlerin
işsiz olmasını sağlamıştır.
Almanya, Belçika ve Fransa’da da devletlerin kendi ülkelerinde var olan diğer
dilleri eğitim sistemlerine sokmak gibi bir sorunları yoktur. Yıllar önce zaten
onlar “kendiniz okul dışı saatlerde organize edin ve yürütün” diyerek,
inisiyatifi velilere ya da ikili antlaşmalarla Türkiye’ye bırakmışlardır.
Türkiye’den gönderilen öğretmenler ise Avrupa’daki koşullara uyum sağlama
konusunda zorlanmakta, uyum sağladığı anda ise görev süresi bitmiş olarak geri
dönmektedirler. Gelen öğretmenlerin “seçilerek gönderildiği”; uygulanan
programın “kimlik kazanma” ve “Türkçe Eğitimi-Öğretimi”ni aşıp ırkçı bir eğitim
öğretime dönüşüp dönüşmediği ise ayrı bir tartışma konusudur. Halkların
birbirlerine acil olarak uyum, anlayış ve barış düşüncelerine gereksinim
duyduğumuz günümüzde; Türkiye’de hazırlanmış programların Avrupa ülkelerinde
çocuklarımıza çok yararlı olamayacağını tespit etmek zor değildir. Doğru olan;
ilgili ülkenin eğitim-öğretim yapısına uygun programlar geliştirmektir,
uygulamaktır. Hatta en doğrusu, azınlık dillerinin her ülkede eğitim-öğretim
siteminin bizzat içersinde olması, “çok dilli eğitim-öğretim”in hayata
geçirilmesidir.
Dünyada çok dilli eğitimi kısıtlı olarak uygulayan ülkelerden İsviçre,
Danimarka ve ABD’yi sayabiliriz. Fakat Avrupa’da esen bu konudaki genel politik
rüzgar göz önüne alındığında, (istisnalar olmazsa) olumsuz gelişmelerin bu
ülkeleri de etkileyeceğini tahmin etmek zor değildir.
Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin birliğe girme
sürecinde Türkiye’ye dayattığı
“anadil” çözümü kendilerinde olduğu
gibidir. Avrupa Birliği Türkiye’de “azınlık
hakları”ndan bahsederken; “Kürtlere anadilde eğitim
hakkı olmalı” derken,
bahsettiği şey bir çeşit “yabancı dil eğitimi” gibi
bir şeydir. Öne sürdükleri
koşul halklardan yana bilimsel bir çözüm değil,
göstermelik “burjuva
demokratik” bir “çözüm”dür.
Çünkü doğru ve bilimsel çözüm olan
“çok dilli
eğitim” (5) Avrupa Birliği’ndeki ülkelerde bazı
deneyler dışında gelişmemiş ve
uygulan(a)mamıştır. Hollanda’da Anadili Eğitimi’nin
kaldırılmasından önceki
yıllarda yapılan çalışmalar ve araştırmalar “çok
dilli eğitim”in başarılı
olabileceğini, kendi anadilini iyi öğrenen öğrencilerin
ikinci dili daha iyi ve
daha çabuk öğrendiklerini kanıtlamıştır. (6)
Lisan ve Kapitalizm
Her dil (lisan) ait olduğu kültürün temel öğesidir. Biz sosyalistler ırkçıların
tersine kültürleri dünyamızda insanlığın sahip olduğu zenginlik olarak algılar
ve onlara, onların dillerine eşit değerler veririz. Kapitalizm ulusların
eşitsizliğini (hatta ulus içerisinde de sınıflar yaratarak sınıflar arası
eşitsizliği), sınıfsız toplum ise toplumların, insanların eşitliğini esas alır.
“Dilin, her zaman bir sınıf niteliği bulunduğu ve bunu koruduğu ... doğru
mudur?” (7) sorusuna Stalin; “Hayır, yanlıştır.” diye yanıt verirken bahsettiği
şey dilin sınıfsal ayrıma bakmaksızın bütün ulusa ait olduğudur. Toplumla doğan gelişen, yine
toplumun yok olmasıyla yok olan bir olgudur. Ama bu tespit eşit olmayan
ulusların dillerinin de eşit olmadığı, hatta emperyalizmin kendi dilini yayarak
başka ülkelerde yayılma aracı
haline getirdiği gerçeğini yadsımaz.
“... Stalin’in yazısındaki
formül, sosyalizmin dünya çapındaki zaferinden
önceki dönemi göz önüne almaktadır, bu
dönemde sömürücü sınıflar, dünyadaki
egemen güçtür, ulusal ve sömürgesel baskı
yürürlükte bulunmaktadır, ulusal
ayrılıklar ve baskı yürürlükte bulunmaktadır, ulusal
ayrılıklar ve ulusların
karşılıklı olarak birbirinden kuşku duyması, devlet çapında
farklar tarafından
koşullandırılmıştır, ulusların arasındaki hak eşitliği daha
kurulmamıştır,
dillerin karışımı dillerin birbirine egemen olması için verilen
savaşım
sırasında oluşmaktadır, ulusların ve dillerin barış içinde
beraberce işbirliği
için gerekli koşullar henüz bulunmamaktadır; gündemde
olan dillerin karşılıklı
işbirliği ve zenginleşmesi değil, bazı dillerin özümlenişi ve
ötekilerin
zaferidir.” (8)
Günümüz dünyası bundan daha güzel anlatılamaz. Kapitalizmin sözüm ona yasası
“büyük balık küçük balığı yutar” dillerin çatışmasında da yaşanmakta,
emperyalizmin ekonomik ilhakı “kültürel ilhak”a da dönüşmekte, emperyalizm
girdiği yerlerde kendi dilini de “egemen dil” olarak lanse etmekte ve egemen
kılmaya çalışmaktadır. Bu yüzden Türkiye’de de çıkarları dolayısı ile
işbirlikçi burjuvazi buna göz yummakta, hatta İngilizcenin Türkçeyi çürütme
sürecine yardımcı olmaktadır. Türkiye’deki medyanın bu çürümüşlüğe olan
katkısınını her gün televizyonları izleyerek, gazete ve dergileri okuyarak
görmek mümkündür.
Kısacası yabancı sözcüklerin (özellikle İngilizce) günlük Türkçe kullanımında
özendirilir hale getirilmesinin altında emperyalizmin ve işbirlikçi
burjuvazinin çıkarları yatmaktadır.
Türkçe ve Sosyalistler
Yukarıda açıkladığım nedenlerle emperyalizmin
ekonomik olarak ezdiği her ulusun lisanı da darbe yemektedir ve ezilen ulusta
“dil sorunu” ulusal sorunun temelinde yer almaktadır. Türkiye’de diğer küçük
lisanları saymazsak esas itibariyle Türkçe ve Kürtçe ilhak altındadır.
(Kürtçenin durumu daha da kritiktir; bu durum, bu yazıyı aşan ayrı bir yazı
konusudur.)
Türkçenin giderek yozlaşması sadece Türkiye’de (hangi kesimden olursa olsun)
“ulusalcılar”ın sorunu değildir, olmamalıdır da. Çünkü yarı sömürge ülkelerde
“ulusal sorun”, “demokrasi sorunu” ile iç içedir, biri çözülmeden diğeri
çözülemez. Son tahlilde bu sorunları sosyalist devrim çözse de, içinde
bulunulan koşullarda ülkemizin devrimcilerine, sosyalistlerine ve aydınlarına
görevler düşmektedir. Oysa yıllardan beri sosyalistler ve aydınlar bu konuda
hata yapmakta, kendi üzerlerine düşen görevi görmezden gelmektedirler. Bunun
sebebi ise; “Türkçenin savunulup, korunarak geliştirilmesinin” ırkçılığın bir
uzantısı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlayışla bu alan
gerçekten ırkçılara, faşistlere bırakılmakta, onlar da gerçek anlamda
emperyalizme karşı olmadıkları halde “Türkçeyi savunmanın kahramanları” haline
dönüşmektedirler. Ve onlar Türkçeyi sözde savunarak, bu görüntüyü insanlık
düşmanı faşist düşüncelere destek olarak kullanmaktadırlar.
Yabancı sözcüklerin sosyalist, aydın diye nitelendirilen yazar ya da şairlerde
kullanımı şaşırtıcı düzeydedir.
Bir yazarın ya da şairin kullandığı sözcükler o kişinin aynı zamanda aynasıdır, yazanın dünya görüşünü ve ruh halini de
yansıtır. Örnekler verelim:
Soğuk Savaş tarzının ideolojik manipülasyonlarına değin, ... Bu eğilimin,
yani propagandif biçimde kamuoyunun oluşturulmasının kuşkusuz en önemli momenti
(a.b.ç) emperyalizm olmuştur; ancak... ... sosyolojik... belli bir konuda
halkın (public) düşüncesini (opinion) ifade eder gibidir... ... Her rejimin
ideologları… (9)
Hemen biz de sıralayalım, manipülasyon: manevra, hile dolap... propogandif: ?
Yazarımız sözcük üretiyor... Orada cümle güzel bir şekilde “Bu eğilimin
propaganda edilerek kamuoyu oluşturulmasının en önemli anı...”
olabilirdi. Ayrıca yazarımız “an” yerine nedense İngilizce
sözcük “moment”i
seçmiş her nedense. Devamla sanki “Bakın ben İngilizce
biliyorum!” dercesine
“halk” ve “düşünce”
sözcüklerinin karşısına İngilizce karşılıklarını da yazmayı
ihmal etmemiş. Pes yani... Biz yine de dersimizi vermeye devam edelim:
Kemal
İnal Bey, “ideolog”un Türkçede
“düşünür”, “ideoloji”nin de
“düşünce akımı” diye
güzel bir karşılığı vardır, hani kim bilir, bir gün
güzel Türkçe ile yazmaya
karar verirseniz, biz iletmiş olalım.
Everensel Kültür’ün diğer bazı
yazarlarında da durum pek farklı
değildir. Olay sadece “burjuvazi, proletarya”
sözcüklerinin kullanılması
değildir. Bazen Türkçede tam karşılığı bulunamayan ya da
Türkçe karşılığının
ilgili anlamı tam olarak vermemesi durumu dolayısıyla yabancı
sözcüklerin
olduğu gibi kullanılmasını anlamak mümkündür. Ama yine
örneğin Evrensel
Kültür’den Nuray Sancar’ın anlaşılması zor uzun
cümleler kurarak bol bol
“konsept”, “ideolog”, “reaksiyon”,
“hijyen”, “mikro milliyetçilik”
(milliyetçilik de ekonomik kavramlar gibi "makrolaşabiliyor" ya
da
"mikrolaşabiliyor" demek ki..) kullanmasının nedenlerini anlamak
zordur. (10) Aşağıdaki pasaj sayın Sancar’dan:
Bu her fırsatta kendisini yenileyerek sağ ile birleştiği söylenen sol’a dair
mistifikasyon son zamanlarda her siyasi eylemi açıklamada başat bir
tutum oldu. Mistifikasyon sürecinde sol, o kadar şekilsiz bir büyüklük
haline getirildi ki, yıllardır sosyal demokrasiden radikal solculara,
liberalizmden komünistlere kadar pek çok siyasi kesimi kastetmek üzere her
boşluğa uydurulabilen bir puzzle parçası niyetine kullanılabildi.
(a.b.ç.) (11)
Yani yukarıdaki iki cümle bir şeyler anlatıyor ama sanki anlatımı zorlaştırmak
için özel çaba sarf edilmiş gibi (cümleler resmen “mistifikasyon”laştırılmış!)
bir izlenim veriyor. Kim bilir, belki de ülkemiz aydınlarının bazıları
“entelektüelliği”, bol yabancı sözcük kullanımında ve olabildiğince zor
anlaşılmaya çalışmakta buluyor.
Buna benzer özensizlik Evrensel gazetesinin sayfalarına da yansıyor, gazete
sayın Faiz Cebiroğlu’nun Türkçe dilbilgisi açısından birçok hata içeren
yazısını altında “pedagog” imzasıyla yayınlıyor. Buna nasıl tanık olduğumuzun
kısa öyküsünü aktarmakta yarar var:
Sayın Cebiroğlu ilk yazısını “Evrensel’de yayınlandı diye
-muhtemelen gurur
duyarak- Şirince Paylaşım sitesine önerdiğinde, site yönetimi
yazıyı incelemem
için bana iletti. Yarım saat yazının hatalarını
düzelttikten sonra (devrik
cümleler, imla, yanlış yazılan sözcükler vb.) ismin
yanındaki “pedagog”
sözcüğünü de kaldırarak, (çünkü
bozuk Türkçeli bir “pedagog” yazısı komik
olacaktı) yayınlanmasını uygun buldum. Durumu da olduğu gibi sayın
Cebiroğlu’na
ilettik, gönderdiği yazı ile yayınlanan yazıyı karşılaştırmasının
öğretici
olacağını uygun bir dille belirttik.
İkinci yazısı birkaç hafta sonra yine “Evrensel’de yayınlanmış olduğu” önsözü
ile önerildi. Biz de merak ederek aradık ve ilk yazıyı gerçekten Evrensel
Gazetesi’nde bulduk. (12) İkinci yazısında da aynı işlemleri yapacağımızı kendisine
bildirdiğimizde, kendisi bizden (Türkçe dilbilgisi açısından) değiştirilen,
düzeltilen yerleri belirtmemizi istedi. Biz ise bunu yapamayacağımızı, (bir
çeşit özel ders vermek gibi bir şeydi bu) ama düzeltmelerden sonra kendisinin
yazıyı gönderdiği hali ile yayınlanan halini karşılaştırabileceğini ve hatta
bunu tavsiye ettiğimizi söyledik.
Bize sinirlenen sayın Cebiroğlu önceki yazısının da siteden
silinmesini talep
etti, biz de bu talebi zevkle yerine getirdik. O, sözde kendince
“haklıydı”,
yazısı “koskoca bir gazetede” yayınlanmış ama biz
“kusur” bulmuştuk. Fakat esas
hata sayın Cebiroğlu’nda değil ama Evrensel Gazetesi yayın
kurulundadır diye
düşünüyorum. Çünkü gönderilen
yazıda hoşlarına giden üç beş cümle var diye bir
çok hataya aldırmadan, üstelik bir de isimin yanında
“pedagog” imzasıyla yayınlamaları, olsa olsa insanları acı acı güldürür, böyle
bir yazının küçük bir bölümüne de konu yapar.
Türkçe ve yazma eylemi üzerine
Bilindiği üzere herkes şu ya da bu nedenle yazmaktadır. Hata yapmak kadar
olağan bir şey yoktur, ayrıca herkes şu ya da bu ölçüde hata yapmaktadır. “Hata
yaparım, birileri benimle dalga geçer” düşüncesine kapılarak yazmamak hataların
en büyüğüdür bence. Sorun hata yapmak değil, öğrenmemektir.
Eleştiriye açık olacağız, bizi eleştirenlere (yapıcı tabii ki) kızmak yerine
teşekkür edeceğiz. Bilgiyi olduğu kadar, dilin yazım tekniklerini, dilbilgisi
kurallarını da birbirimize aktaracağız, bir yandan öğrenirken diğer yandan
öğreteceğiz. Yazdıklarımızın içeriği, karşıdakini bilimsel, mantıksal olarak
ikna edebilir olacak, isimlerimizin yanına da (özellikle gerekmediği sürece)
mesleki etiketler kullanma ihtiyacı duymayacağız.
Aydın alçakgönüllülüğü bunları gerektirir.
Ve “anadili hakkı”nı savunurken çıkış noktamız sosyalist, kültürlere ve
dillerine eşit bakan bir yaklaşım olmalıdır. Bu yüzden diğer ezilen dilleri
olduğu gibi Türkçemizi de korumalı, kollamalı ve gelişmesine olabildiğince
destek olmalıyız.
Aydın sorumluluğu, gerçekten emekçilerden yana olmak da bunu gerektirir.
Turgay
Usanmaz
Şubat 2006
Metnin gri olarak renklendirildiği bu bölümde adı
geçen Sayın Faiz Cebiroğlu dergimize yazarak, kendisine söz
hakkı doğduğunu bildirmiştir. Sayın Turgay Usanmaz tarafından
eleştirilen metin, İnternet'teki birçok dergi ya da portalde
yayımlanmıştır. Sizlere bu adreslerden birkaç tanesini aşağıda
sunuyoruz. Konu sizin ilgi alanınızsa, bu adreslerden Sayın
Cebiroğlu'nun yazısını okuyabilirsiniz.
http://www.ucnokta.com/modules.php?name=bilgi&file=print&id=233
http://www.amatorceedebiyat.com/eser.asp?id=12087
http://www.citlembiksiirgrubu.net/modules.php?name=
Forums&file=viewtopic&t=330&view=previous
http://www.dersimliyiz.biz/index.php/modules.php?name=News&file=article&sid=54
**
Dipnotlar:
(1) Feyza Hepçilingirler, “Türkçe ‘Off’ s. 85
(2) age s. 212
(3) Hollandaca: M. Robijns ve G. Ledouks, Curriculum OET Nieuwe Stijl,
(Eğitimde Yeni Biçim Anadili,) s.55 Alıntı: Gipson en Levin (1975), Overmaat en
Steinert (1994)
(4) Hollandaca: M. Robijns ve G. Ledouks, Curriculum OET Nieuwe Stijl,
(Eğitimde Yeni Biçim Anadili,) s.56
(5) Çokdilli Eğitim’in okul içinde nasıl gerçekleştirildiği başka bir yazının
konusudur.
(6) Hollandaca: René Appel ve Annie Vermeer, Tweede - taalverwerving en
tweede - taalonderwijs
(7) Stalin, Son Yazılar, Sol Yayınları s. 15
(8) a.g.e. s. 56
(9) Kemal İnal, Kanlı Savaş İçin Hesapsız Propaganda, Evrensel Kültür, Sayı:
136
(10) Nuray Sancar, 'Maginot Hattı' Delindi, Evrensel Kültür, Sayı:126
(11) (a.g.e)
(12) Evrensel, 30-6-2005 http://www.evrensel.net/05/06/30/kose.html#8
*Bu metin, "Sanat
Edebiyat Dergisi Güney"de (Nisan - Mayıs - Haziran 2006)
yayınlandı.
|