ana sayfa / editorial / içindekiler / h@vuz'dakiler (biyografi)
 iletişim-erişim/  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
*Anadilimiz Türkçe, Kürtçe ve Şosyalistler

       

   
“Bana (arkadaşını değil) kullandığın sözcükleri, cümleleri söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”


Yazın alanında karşılaştığım makaleler, şiirler bazen beni oldukça şaşırtıyor. Bunların başında sosyalistlerin Türkçeye karşı takındıkları tutum ve anlayış gelmektedir. Öyle bir tuhaf durum ki; örneğin ülkemizde Kürtçe ana dil hakkının verilmesi için yazanlar çizenler; Türkçenin korunması ve geliştirilmesi söz konusu olduğunda sus pus olmakta, bu alanı gericilere, ırkçılara bırakmaktadırlar.

Benzer tutum yurt dışına taştığınd
a aynı siyasal düşünce akımları, yurt dışında azınlık hakkı olarak Türkçe Anadilinin savunulmasını bir kenara bırakmakta, siyasal iktidarların “entegrasyon” maskesi altındaki asimilasyoncu politikalarına çanak tutmaktadırlar.

Öncelikle yanlış anlamaya meydan vermemek için belirtelim: Anadilde eğitim ve öğretim bir “insan hakkı”dır ve bu çerçevede ülkemizde de Kürtçe eğitim ve öğretim hakkı savunulmalıdır. Ezilen ulusların dillerine yapılan baskılar genel ulusal bir baskının parçası olup, bu sorun dünyanın bir çok yerinde sürmekte, kapitalizm soruna çözüm üretmek yerine, daha da karmaşık hale getirmekte ve genellikle çözüm olarak d
a asimilasyonu seçmektedir.

Oysa sosyalistler insancıl ve insana yakışır bilimsel çözümden yanadırlar. Bu yüzden sorunu temelden devrimin çözeceğini; ama içinde yaşanılan sistemde de bunun bir demokratik talep olabileceğini, mücadele ile mevziler kazanılabileceğini savunurlar.

Yukarıdaki çıkış noktası doğrultusunda ezilen ulus olarak Kürtlerin kendi ana dillerinde eğitim-öğretim hakkını her ulustan devrimcilerin savunması anlaşılır ve gerekli bir şeydir. Yalnız, aynı çıkış noktasının Türkçe için de olması beklenilir. Çünkü Türkçe de bugün kültür emperyalizminin baskısı altındadır, günden güne yozlaşmaktadır. Bu perspektifle bu konu incelenmelidir.

Türkçenin Türkiye’de savunulması, korunması ve geliştirilmesi emperyalizme karşı bir duruştur.

Çünkü Türkiye’de Türkçe yozlaşmakta ve çürümektedir. Yozlaşma ve çürümenin nedeni egemen başka bir dilin sözcüklerinin Türkçedeki sözcüklerin yerini almasıyla oluşmaktadır. Bu kültür emperyalizmidir ve kültür emperyalizmi yarı-sömürge ülkelerde kendi dilini geliştirerek, bu alanda da egemenlik sağlamaya çalışmaktadır. Bunu ise özellikle ekonomik alandaki işbirliğini (sömürüyü) pekiştirme amacı ile kullanmaktadır. Günümüzde bildiğiniz gibi bunu en çok ABD kendi lisanı İngilizce ile yapmaktadır. Ülkemizde ensesi kalın işbirlikçiler ise bunu desteklemektedirler, çünkü ABD ile olan özellikle ekonomik ilişkilerde onların cepleri dolmaktadır, halkın değil. Bunun pratikteki yansımasını hepimiz görmekteyiz. “Show TV”, “Star TV” ler, sokaklarda “restorant”lar, “hotel”ler, “Migros”lar, “Süper Market”ler, “McDonald’s”lar; tatil beldelerinde ise (gidip görebilenlere) “shopping”ler, “clup”ler, “cafe”ler vb. hiçbirimizin yabancısı değil.

İngilizce sözcükler günlük konuşmamızda da Türkçe sözcüklerin yerini almaya başlamıştır. Yabancı sözcüklerin kullanılması Türkçeyi yaralamakta, dilbilgisini de bozmaktadır. Öyle ki bazen bu sözcüklerin kullanımıyla ortaya tuhaf cümleler çıkmaktadır.

İkinci yanış anlamaya izin vermemek için yine belirtelim: Türkçede sözcük karşılığı olmayan yabancı sözcüklerin zorunlu olarak kullanılması ayrı şeydir, birilerinin Türkçede sözcük karşılığı olduğu halde özellikle yabancı sözcükleri kullanması ise ayrı bir şeydir. Bahsettiğimiz şey yabancı sözcüklerin bilinçli ya da bilinçsiz kullanıldığıdır. Bu kullanımla Türkçe yozlaşmakta, çürümekte, bu yozluk ve çürümüşlük de özellikle medy
a aracılığı ile topluma yayılmaktadır. Ünlü sayılan bazı insanların televizyonlarda Türkçeyi bozarak, İngilizce sözcükler karıştırarak konuşması gençlere kötü örnek olmakta, özenti nedeniyle benzer konuşma biçimleri toplumda yayılmaktadır. Örneğin televizyonlarda birileri “... çok beautiful”, “Amerika’daki star”, “Avrupa’daki raiting ler” gibi tuhaf, iki dil karşımı cümleler sarf edebilmektedir. Türkçe cümlelerin devrik ya da bozuk kurulması medyada sık sık karşılaştığımız durumlardır. Sunucunun izleyicileri aptal yerine koyarak bir cümleyi yirmi kez tekrarlamasını toplum yadırgamaz oldu artık. Bu yetmezmiş gibi sunucular kendisine ayrılan süreyi doldurmak adına “eeeeee”lerle cümle aralarını süsler oldular, (!) bol bol yanlış cümle kurar hale geldiler. Yanlış cümle kullananlarla haklı olarak alay eden Feyza Hepçilingirler’in “Türkçe ‘Off’ “ adlı kitabından birkaç örnek verelim:

“Savaş Ay’ı kızdırmak var; ama ne yapayım ki bu söz “A Takımı’nda söylendi: ‘O gece Ortaköy’de bir ölü ölmüştü.’ Eleştirmiyorum; ‘ölü’ nasıl ölmüş diye bile sormuyorum, yalnızca şunu merak ediyorum: Yangın yanarken mi ölmüştü o ölü?” (1)

“Tansu Çiller ve benzerlerinin “Yapmışızdır, söylemişizdir, belirtmişizdir..” biçimindeki söyleyişine de pek kulak asmayın. Yalnız kadınlara değil, Türkçeye de ihanet içindedir kendisi. Elini kürsülere vurarak yaptığı bu vurgulama hesabınca onu “erkeksi” bir söyleme yaklaştıracaktır ya, aslı yok. Türkçede insanın kendisinden söz ederken söylediğini kesinleştirmek için eyleme “-dir, -dır” eklemesi anlamsızdır.” (2)


Örnekler çoktur. Ne yazık ki Türkiye’de Türkçe’yi kirletme eylemi, bilinçli ya da bilinçsiz üniversite bitirmiş bir çok kişi tarafından da yapılmaktadır. Hele bu üniversite bitirmiş kişiler yanlışlarla dolu yazılarının ya da şiirlerinin altın
a adlarını yazarken (tuhaf bir şekilde, bu konuya aşağıda değineceğim) mesleklerini, ünvanlarını da yazmaları, yanlışların doğruymuş gibi topluma sunulması durumunu da doğurmaktadır. Bu da toplumun, özellikle gençliğin Türkçe dil eğitimini olumsuz etkilemektedir. Yani bir yazının altındaki imzanın başında örneğin “Dr.” ibaresinin bulunması ilgili yazının (konumuz açısından Türkçe yazım kalitesi olarak) her şeyiyle doğru olabileceği anlamına gelmez.

Dil ve Zeka Gelişimi İlişkisi

Anadili eğitimi ve öğretiminin savunulması; egemen kültüre karşı bir duruştur; bu aynı zamanda çocuğun sağlıklı zihinsel-dil gelişimi hakkını savunmaktır.

Çünkü zihin gelişimi ile dil arasında direk, sıkı bir bağlantı söz konusudur. Yapılan bilimsel araştırmalar bunu kanıtlamıştır. (3) Anadili çocuğun ilk öğrendiği dil olduğundan, zihin gelişimi ile olan bu sıkı bağlantı küçük yaşlard
a anadili ile olmaktadır. İkinci dil birinci dil üzerenden öğrenilmekte, birinci dil ve birinci dille gelişen zeka düzeyi, ikinci dilin öğrenme hızını ve düzeyini etkilemektedir.

“Dil gelişimi zekanın kullanımı ile yürür, dili öğrenen sürekli olarak “öneren”leri kafalarında çeşitli dil yönleriyle, sözcüklerin anlamları ve içeriklerini ölçerler. Sözcüklerin cümledeki yerleri, sıralamaları yapılarak cümlelere anlam verilir. Bu gelişimde öncelik “biçim”in anlaşılmasıdır. Prensip olarak bunlar yan yana iki yol gibidirler. Yani kavramlar (şekiller) zeka düzeyinde anlaşılır / bilinir, daha sonra o “biçim”e bilinen dilden etiket yapıştırılır. Ya da tam tersi, önce sözcük öğrenilir daha sonra sözcüğün içeriği tecrübelerle doldurulur. (4)

Yukarıdaki ilişkiyi şöyle örneklendirebiliriz: Çocuk önce bir filin kendisini ya da resmini görür. Uzun hortumu, koca kulakları olduğunu, boyunu, rengini vb. kafasına yerleştirir. Daha sonra öğretmeninden, annesinden ya d
a arkadaşından onun adını duyar ve o hayvanın “fil” diye adlandırıldığını öğrenmiş olur. Yani “fil” sözcüğünü daha önce kafasındaki “anlam”a “etiket diye yapıştırmış” olur. (İşte sözcüğün öğrenilmesi ve “anlam” / zihinsel gelişme arasındaki ilişki buradadır.) Ya da tam tersi de mümkündür: Önce sözcüğü öğrenebilir, (duyabilir) daha sonra duymuş olduğu sözcüğün içeriğini tecrübesiyle (kitapta resme bakarak, TV izleyerek, okulda vb.) öğrenir.

“Dili öğrenenler bu yöntemle somut şeylerin sanı sıra soyut şeyleri de öğrenirler ama soyut şeylerin öğrenilmesinin kolaylığı somut şeylerin zihinsel düzeyde ne kadar dolu olduğu ile doğru orantılıdır.” (5)

Yani somut cisimleri, şeyleri çocuk ne kadar çok bilir ve etiketlendirirse o kadar da soyut şeyleri bilme ve etiketlendirme kolaylığına ve avantajına sahip olmuş olur.

                     Dil becerisi / gelişimi MODELİ




Yukarıdaki şemayı şöyle açıklayabiliriz: Varlıkları –görerek- anlamak ve adlandırmak dah
a az zeka gerektirirken, varlıkları görmeden anlamak ve adlandırmak daha fazla zeka gerektirmektedir. Buna “soyut” varlıkları anlamanın ve adlandırmanın “somut” varlıklara göre daha zor olduğunu, gelişme süreci içerisinde, birbirinin içine geçmiş olarak ama buna başlangıçta somut ağırlıklı bir süreç diyebiliriz.

Yukarıdaki temel bilgiden yola çıkarak bunu birinci (anadil) ve ikinci dile (sonradan öğrenilen dil) uygularsak karşımıza şunlar çıkmaktadır:

Çocuklar için ilk öğrenilen dilin zeka gelişimi açısından önemi büyüktür. Çünkü bu dil ve bu dil ile ilişkili olan zeka gelişimi birincil olarak gündeme gelmekte, onu daha sonra da (ikici dilin öğrenilmesi gerekli, zorunlu toplumlarda) birinci dile ve zekaya dayanan ikinci dil öğrenimi izlemektedir.

İkinci dil öğrenimine başlandığında birinci dil öğrenimi ve gelişimi kesintiye uğramamalıdır. Çünkü birinci dilin öğretilmesine devam edilmesi çocuğun zeka gelişiminin kesintiye uğramaması demektir.

İki Dillilik ve Avrupa’da Durum

Ne yazık ki yukarıd
a açıklanan bilimsel gerçek hükümetler tarafından çeşitli gerekçelerle göz ardı edilmektedir. Gerekçelerin başında ekonomik neden gelmektedir. Eğitim sistemlerini tek dilli (devletin resmi dili) olarak düzenlemek ucuza mal olmaktadır.

Fakat genellikle esas neden hükümetlerin asimilasyon politikasıdır. Çoğunlukla ülkelerde yaşayan azınlıklar ve dilleri iç politikaya malzeme yapılmakta, kapitalizmin “böl, yönet!” politikası hayata geçirilerek halklar, kültürler birbirine düşman yapılmaya çalışılmaktadır. Ekonomik olumsuz gelişmelerin, işsizliğin faturası ülkelerde ezilen uluslara, azınlıklara ya da farklı kültürlere çıkarılmaktadır.

Türkiye’de Kürtlerin, Avrupa ülkelerindeki Türklerin (ve Kürtlerin) ve diğer ülkelerdeki azınlıkların durumu budur. Burjuva demokrasisi nedeniyle bir zamanlar Avrupa’da bir süre kendi eğitim sitemine göçmenlerin dillerini sokmaya çalışarak “çok dilli eğitim sistemi” yaratmaya çalışan Hollanda; sağcı bir hükümetin gelmesiyle yeni bir yasa çıkartarak, yabancı öğrencilerin kendi dillerinde eğitim almasını sağlayan parasal desteği kesmiş, çok dilli eğitim konusundaki bütün çalışmaları bir kenara itmiş ve bütün yabancı öğretmenlerin işsiz olmasını sağlamıştır.

Almanya, Belçika ve Fransa’da da devletlerin kendi ülkelerinde var olan diğer dilleri eğitim sistemlerine sokmak gibi bir sorunları yoktur. Yıllar önce zaten onlar “kendiniz okul dışı saatlerde organize edin ve yürütün” diyerek, inisiyatifi velilere ya da ikili antlaşmalarla Türkiye’ye bırakmışlardır. Türkiye’den gönderilen öğretmenler ise Avrupa’daki koşullara uyum sağlama konusunda zorlanmakta, uyum sağladığı anda ise görev süresi bitmiş olarak geri dönmektedirler. Gelen öğretmenlerin “seçilerek gönderildiği”; uygulanan programın “kimlik kazanma” ve “Türkçe Eğitimi-Öğretimi”ni aşıp ırkçı bir eğitim öğretime dönüşüp dönüşmediği ise ayrı bir tartışma konusudur. Halkların birbirlerine acil olarak uyum, anlayış ve barış düşüncelerine gereksinim duyduğumuz günümüzde; Türkiye’de hazırlanmış programların Avrupa ülkelerinde çocuklarımıza çok yararlı olamayacağını tespit etmek zor değildir. Doğru olan; ilgili ülkenin eğitim-öğretim yapısına uygun programlar geliştirmektir, uygulamaktır. Hatta en doğrusu, azınlık dillerinin her ülkede eğitim-öğretim siteminin bizzat içersinde olması, “çok dilli eğitim-öğretim”in hayata geçirilmesidir.

Dünyada çok dilli eğitimi kısıtlı olarak uygulayan ülkelerden İsviçre, Danimarka ve ABD’yi sayabiliriz. Fakat Avrupa’da esen bu konudaki genel politik rüzgar göz önüne alındığında, (istisnalar olmazsa) olumsuz gelişmelerin bu ülkeleri de etkileyeceğini tahmin etmek zor değildir.

Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin birliğe girme sürecinde Türkiye’ye dayattığı “anadil” çözümü kendilerinde olduğu gibidir. Avrupa Birliği Türkiye’de “azınlık hakları”ndan bahsederken; “Kürtlere anadilde eğitim hakkı olmalı” derken, bahsettiği şey bir çeşit “yabancı dil eğitimi” gibi bir şeydir. Öne sürdükleri koşul halklardan yana bilimsel bir çözüm değil, göstermelik “burjuva demokratik” bir “çözüm”dür. Çünkü doğru ve bilimsel çözüm olan “çok dilli eğitim” (5) Avrupa Birliği’ndeki ülkelerde bazı deneyler dışında gelişmemiş ve uygulan(a)mamıştır. Hollanda’da Anadili Eğitimi’nin kaldırılmasından önceki yıllarda yapılan çalışmalar ve araştırmalar “çok dilli eğitim”in başarılı olabileceğini, kendi anadilini iyi öğrenen öğrencilerin ikinci dili daha iyi ve daha çabuk öğrendiklerini kanıtlamıştır. (6)

Lisan ve Kapitalizm

Her dil (lisan) ait olduğu kültürün temel öğesidir. Biz sosyalistler ırkçıların tersine kültürleri dünyamızda insanlığın sahip olduğu zenginlik olarak algılar ve onlara, onların dillerine eşit değerler veririz. Kapitalizm ulusların eşitsizliğini (hatta ulus içerisinde de sınıflar yaratarak sınıflar arası eşitsizliği), sınıfsız toplum ise toplumların, insanların eşitliğini esas alır. “Dilin, her zaman bir sınıf niteliği bulunduğu ve bunu koruduğu ... doğru mudur?” (7) sorusuna Stalin; “Hayır, yanlıştır.” diye yanıt verirken bahsettiği şey dilin sınıfsal ayrıma bakmaksızın bütün ulus
a ait olduğudur. Toplumla doğan gelişen, yine toplumun yok olmasıyla yok olan bir olgudur. Ama bu tespit eşit olmayan ulusların dillerinin de eşit olmadığı, hatta emperyalizmin kendi dilini yayarak başka ülkelerde yayılma aracı haline getirdiği gerçeğini yadsımaz.

“... Stalin’in yazısındaki formül, sosyalizmin dünya çapındaki zaferinden önceki dönemi göz önüne almaktadır, bu dönemde sömürücü sınıflar, dünyadaki egemen güçtür, ulusal ve sömürgesel baskı yürürlükte bulunmaktadır, ulusal ayrılıklar ve baskı yürürlükte bulunmaktadır, ulusal ayrılıklar ve ulusların karşılıklı olarak birbirinden kuşku duyması, devlet çapında farklar tarafından koşullandırılmıştır, ulusların arasındaki hak eşitliği daha kurulmamıştır, dillerin karışımı dillerin birbirine egemen olması için verilen savaşım sırasında oluşmaktadır, ulusların ve dillerin barış içinde beraberce işbirliği için gerekli koşullar henüz bulunmamaktadır; gündemde olan dillerin karşılıklı işbirliği ve zenginleşmesi değil, bazı dillerin özümlenişi ve ötekilerin zaferidir.” (8)

Günümüz dünyası bundan daha güzel anlatılamaz. Kapitalizmin sözüm ona yasası “büyük balık küçük balığı yutar” dillerin çatışmasında da yaşanmakta, emperyalizmin ekonomik ilhakı “kültürel ilhak”a da dönüşmekte, emperyalizm girdiği yerlerde kendi dilini de “egemen dil” olarak lanse etmekte ve egemen kılmaya çalışmaktadır. Bu yüzden Türkiye’de de çıkarları dolayısı ile işbirlikçi burjuvazi buna göz yummakta, hatta İngilizcenin Türkçeyi çürütme sürecine yardımcı olmaktadır. Türkiye’deki medyanın bu çürümüşlüğe olan katkısınını her gün televizyonları izleyerek, gazete ve dergileri okuyarak görmek mümkündür.

Kısacası yabancı sözcüklerin (özellikle İngilizce) günlük Türkçe kullanımında özendirilir hale getirilmesinin altında emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarları yatmaktadır.

Türkçe ve Sosyalistler

Yukarıd
a açıkladığım nedenlerle emperyalizmin ekonomik olarak ezdiği her ulusun lisanı da darbe yemektedir ve ezilen ulusta “dil sorunu” ulusal sorunun temelinde yer almaktadır. Türkiye’de diğer küçük lisanları saymazsak esas itibariyle Türkçe ve Kürtçe ilhak altındadır. (Kürtçenin durumu daha da kritiktir; bu durum, bu yazıyı aşan ayrı bir yazı konusudur.)

Türkçenin giderek yozlaşması sadece Türkiye’de (hangi kesimden olursa olsun) “ulusalcılar”ın sorunu değildir, olmamalıdır da. Çünkü yarı sömürge ülkelerde “ulusal sorun”, “demokrasi sorunu” ile iç içedir, biri çözülmeden diğeri çözülemez. Son tahlilde bu sorunları sosyalist devrim çözse de, içinde bulunulan koşullarda ülkemizin devrimcilerine, sosyalistlerine ve aydınlarına görevler düşmektedir. Oysa yıllardan beri sosyalistler ve aydınlar bu konuda hata yapmakta, kendi üzerlerine düşen görevi görmezden gelmektedirler. Bunun sebebi ise; “Türkçenin savunulup, korunarak geliştirilmesinin” ırkçılığın bir uzantısı olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu anlayışla bu alan gerçekten ırkçılara, faşistlere bırakılmakta, onlar da gerçek anlamda emperyalizme karşı olmadıkları halde “Türkçeyi savunmanın kahramanları” haline dönüşmektedirler. Ve onlar Türkçeyi sözde savunarak, bu görüntüyü insanlık düşmanı faşist düşüncelere destek olarak kullanmaktadırlar.

Yabancı sözcüklerin sosyalist, aydın diye nitelendirilen yazar ya da şairlerde kullanımı şaşırtıcı düzeydedir.

Bir yazarın ya da şairin kullandığı sözcükler o kişinin aynı zamand
a aynasıdır, yazanın dünya görüşünü ve ruh halini de yansıtır. Örnekler verelim:

Soğuk Savaş tarzının ideolojik manipülasyonlarına değin, ... Bu eğilimin, yani propagandif biçimde kamuoyunun oluşturulmasının kuşkusuz en önemli momenti (a.b.ç) emperyalizm olmuştur; ancak... ... sosyolojik... belli bir konuda halkın (public) düşüncesini (opinion) ifade eder gibidir... ... Her rejimin ideologları… (9)

Hemen biz de sıralayalım, manipülasyon: manevra, hile dolap... propogandif: ? Yazarımız sözcük üretiyor... Orada cümle güzel bir şekilde “Bu eğilimin propaganda edilerek kamuoyu oluşturulmasının en önemli anı...” olabilirdi. Ayrıca yazarımız “an” yerine nedense İngilizce sözcük “moment”i seçmiş her nedense. Devamla sanki “Bakın ben İngilizce biliyorum!” dercesine “halk” ve “düşünce” sözcüklerinin karşısına İngilizce karşılıklarını da yazmayı ihmal etmemiş. Pes yani... Biz yine de dersimizi vermeye devam edelim: Kemal İnal Bey, “ideolog”un Türkçede “düşünür”, “ideoloji”nin de “düşünce akımı” diye güzel bir karşılığı vardır, hani kim bilir, bir gün güzel Türkçe ile yazmaya karar verirseniz, biz iletmiş olalım.

Everensel Kültür’ün diğer bazı yazarlarında da durum pek farklı değildir. Olay sadece “burjuvazi, proletarya” sözcüklerinin kullanılması değildir. Bazen Türkçede tam karşılığı bulunamayan ya da Türkçe karşılığının ilgili anlamı tam olarak vermemesi durumu dolayısıyla yabancı sözcüklerin olduğu gibi kullanılmasını anlamak mümkündür. Ama yine örneğin Evrensel Kültür’den Nuray Sancar’ın anlaşılması zor uzun cümleler kurarak bol bol “konsept”, “ideolog”, “reaksiyon”, “hijyen”, “mikro milliyetçilik” (milliyetçilik de ekonomik kavramlar gibi "makrolaşabiliyor" ya da "mikrolaşabiliyor" demek ki..) kullanmasının nedenlerini anlamak zordur. (10) Aşağıdaki pasaj sayın Sancar’dan:

Bu her fırsatta kendisini yenileyerek sağ ile birleştiği söylenen sol’a dair mistifikasyon son zamanlarda her siyasi eylemi açıklamada başat bir tutum oldu. Mistifikasyon sürecinde sol, o kadar şekilsiz bir büyüklük haline getirildi ki, yıllardır sosyal demokrasiden radikal solculara, liberalizmden komünistlere kadar pek çok siyasi kesimi kastetmek üzere her boşluğa uydurulabilen bir puzzle parçası niyetine kullanılabildi. (a.b.ç.) (11)

Yani yukarıdaki iki cümle bir şeyler anlatıyor ama sanki anlatımı zorlaştırmak için özel çaba sarf edilmiş gibi (cümleler resmen “mistifikasyon”laştırılmış!) bir izlenim veriyor. Kim bilir, belki de ülkemiz aydınlarının bazıları “entelektüelliği”, bol yabancı sözcük kullanımında ve olabildiğince zor anlaşılmaya çalışmakta buluyor.

Buna benzer özensizlik Evrensel gazetesinin sayfalarına da yansıyor, gazete sayın Faiz Cebiroğlu’nun Türkçe dilbilgisi açısından birçok hata içeren yazısını altında “pedagog” imzasıyla yayınlıyor. Buna nasıl tanık olduğumuzun kısa öyküsünü aktarmakta yarar var:

Sayın Cebiroğlu ilk yazısını “Evrensel’de yayınlandı diye -muhtemelen gurur duyarak- Şirince Paylaşım sitesine önerdiğinde, site yönetimi yazıyı incelemem için bana iletti. Yarım saat yazının hatalarını düzelttikten sonra (devrik cümleler, imla, yanlış yazılan sözcükler vb.) ismin yanındaki “pedagog” sözcüğünü de kaldırarak, (çünkü bozuk Türkçeli bir “pedagog” yazısı komik olacaktı) yayınlanmasını uygun buldum. Durumu da olduğu gibi sayın Cebiroğlu’na ilettik, gönderdiği yazı ile yayınlanan yazıyı karşılaştırmasının öğretici olacağını uygun bir dille belirttik.

İkinci yazısı birkaç hafta sonra yine “Evrensel’de yayınlanmış olduğu” önsözü ile önerildi. Biz de merak ederek aradık ve ilk yazıyı gerçekten Evrensel Gazetesi’nde bulduk. (12) İkinci yazısında d
a aynı işlemleri yapacağımızı kendisine bildirdiğimizde, kendisi bizden (Türkçe dilbilgisi açısından) değiştirilen, düzeltilen yerleri belirtmemizi istedi. Biz ise bunu yapamayacağımızı, (bir çeşit özel ders vermek gibi bir şeydi bu) ama düzeltmelerden sonra kendisinin yazıyı gönderdiği hali ile yayınlanan halini karşılaştırabileceğini ve hatta bunu tavsiye ettiğimizi söyledik.

Bize sinirlenen sayın Cebiroğlu önceki yazısının da siteden silinmesini talep etti, biz de bu talebi zevkle yerine getirdik. O, sözde kendince “haklıydı”, yazısı “koskoca bir gazetede” yayınlanmış ama biz “kusur” bulmuştuk. Fakat esas hata sayın Cebiroğlu’nda değil ama Evrensel Gazetesi yayın kurulundadır diye düşünüyorum. Çünkü gönderilen yazıda hoşlarına giden üç beş cümle var diye bir çok hatay
a aldırmadan, üstelik bir de isimin yanında “pedagog” imzasıyla yayınlamaları, olsa olsa insanları acı acı güldürür, böyle bir yazının küçük bir bölümüne de konu yapar.

Türkçe ve yazma eylemi üzerine

Bilindiği üzere herkes şu ya da bu nedenle yazmaktadır. Hata yapmak kadar olağan bir şey yoktur, ayrıca herkes şu ya da bu ölçüde hata yapmaktadır. “Hata yaparım, birileri benimle dalga geçer” düşüncesine kapılarak yazmamak hataların en büyüğüdür bence. Sorun hata yapmak değil, öğrenmemektir.

Eleştiriye açık olacağız, bizi eleştirenlere (yapıcı tabii ki) kızmak yerine teşekkür edeceğiz. Bilgiyi olduğu kadar, dilin yazım tekniklerini, dilbilgisi kurallarını da birbirimize aktaracağız, bir yandan öğrenirken diğer yandan öğreteceğiz. Yazdıklarımızın içeriği, karşıdakini bilimsel, mantıksal olarak ikna edebilir olacak, isimlerimizin yanına da (özellikle gerekmediği sürece) mesleki etiketler kullanma ihtiyacı duymayacağız.

Aydın alçakgönüllülüğü bunları gerektirir.

Ve “anadili hakkı”nı savunurken çıkış noktamız sosyalist, kültürlere ve dillerine eşit bakan bir yaklaşım olmalıdır. Bu yüzden diğer ezilen dilleri olduğu gibi Türkçemizi de korumalı, kollamalı ve gelişmesine olabildiğince destek olmalıyız.

Aydın sorumluluğu, gerçekten emekçilerden yana olmak da bunu gerektirir.

                                                                             

                                                                              Turgay Usanmaz
                                                                                 Şubat 2006

Metnin gri olarak renklendirildiği bu bölümde adı geçen Sayın Faiz Cebiroğlu dergimize yazarak, kendisine söz hakkı doğduğunu bildirmiştir. Sayın Turgay Usanmaz tarafından eleştirilen metin, İnternet'teki birçok dergi ya da portalde yayımlanmıştır. Sizlere bu adreslerden birkaç tanesini aşağıda sunuyoruz. Konu sizin ilgi alanınızsa, bu adreslerden Sayın Cebiroğlu'nun yazısını okuyabilirsiniz.

http://www.ucnokta.com/modules.php?name=bilgi&file=print&id=233
http://www.amatorceedebiyat.com/eser.asp?id=12087
http://www.citlembiksiirgrubu.net/modules.php?name=
Forums&file=viewtopic&t=330&view=previous
http://www.dersimliyiz.biz/index.php/modules.php?name=News&file=article&sid=54

  **

Dipnotlar:

(1) Feyza Hepçilingirler, “Türkçe ‘Off’ s. 85
(2) age s. 212
(3) Hollandaca: M. Robijns ve G. Ledouks, Curriculum OET Nieuwe Stijl, (Eğitimde Yeni Biçim Anadili,) s.55 Alıntı: Gipson en Levin (1975), Overmaat en Steinert (1994)
(4) Hollandaca: M. Robijns ve G. Ledouks, Curriculum OET Nieuwe Stijl, (Eğitimde Yeni Biçim Anadili,) s.56
(5) Çokdilli Eğitim’in okul içinde nasıl gerçekleştirildiği başka bir yazının konusudur.
(6) Hollandaca: René Appel ve Annie Vermeer, Tweede - taalverwerving en tweede - taalonderwijs
(7) Stalin, Son Yazılar, Sol Yayınları s. 15
(8) a.g.e. s. 56
(9) Kemal İnal, Kanlı Savaş İçin Hesapsız Propaganda, Evrensel Kültür, Sayı: 136
(10) Nuray Sancar, 'Maginot Hattı' Delindi, Evrensel Kültür, Sayı:126
(11) (a.g.e)
(12) Evrensel, 30-6-2005 http://www.evrensel.net/05/06/30/kose.html#8

         

*Bu metin, "Sanat Edebiyat Dergisi Güney"de (Nisan - Mayıs - Haziran 2006) yayınlandı.

  

   
 

   Turgay Usanmaz