ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Komiser Şefik
  
 
Küt!
“Ah, çarptım galiba…”
Uzayıp giden kuyrukta, öndeki arabadan inen göbekli genç adam, önce hışımla arka
tamponuna eğilip hasarını kolaçan ettikten sonra, sağ elini ona doğru sallayarak sertçe çıkıştı :
“Uyuyor musun ya!”
“Özür dilerim evladım… Dalmışım… Bir şey yok ya?”
Göbekli adam arabasına dönerken onun bu günah çıkarmasına aldırmayarak yüksek sesle söylendi.
“Bu yaşta ehliyetleri toplamalılar… Hatta refakatçisiz salmamalı bunları sokağa!”
    Keşke Şefik yanında olsaydı, adamın ağzının payını hemen verirdi; ama nerde… Tampon tampona düşük bir hızla ilerledikleri için ucuz atlatmıştı. Belki de göbekli haklıydı; artık hiç araba kullanmamalı, gözlerine de bacakları gibi fazla güvenmemeliydi. Otobandaki  kırmızı ışık seli yavaş yavaş akıyordu. Arabanın silecekleri iç parçalayıcı sesler çıkararak sağa sola savruluyordu. Yan arabadaki adamla göz göze geldiğinde kendine acıyarak baktığını  hissetti. Ne zaman kesildiğini bilemediği bir yağmuru camından boş yere kovmaya çabalıyordu. Hemen direksiyonun yanındaki küçük kola dokundu; ses kesildi.
    Bu böyle devam edemezdi; bir şeyler yapmalıydı! Artık her şeye razıydı; yeter ki  bu paslı kilit açılsın!... Daha önce de olmuştu; ama bu kez hem uzun sürmüş hem de başka bir şey düşünemez, gündelik işlerini bile yapamaz duruma gelmişti.
    Şu emniyet şeridinden tam gaz gidenlere ne demeli? Onun gibileri, artık bir ayağı   çukurda mezbaha kapısındaki koyun olarak görüyor olmalıydılar; hakkını aramaktan âciz, üretkenlikleri ve cesaretleri burulmuş safralar topluluğu! Bazen bu memlekette yaşamak gerçekten bir sıkıntı diye iç geçirdi. Ama şu an, asıl önemli olan, kendi içindeki sıkıntıydı! Bu  düğümü, tek darbede çözecek imgesel bir kılıca ihtiyacı vardı. Belki de teslim olmalıydı. Kendini son günlerde fazlasıyla yorgun hissediyordu. Geçmişinde bu konuda ne kadar başarılı    olduğunu zaten yeterince ispatlamıştı. Hem sonra, verilen o ödüller... Bunun kanıtı değil   miydi?... Alkışlar arasında alırken ne kadar belli etmemeye çalışsa da içini köpürten o ucuz  metal döküntüler, yazdığı onca kitap, belki de şimdi ayak bağı oluyordu… Belki de yolunun  üstüne aşılmaz bir engel olarak dikildikleri için, bu kilitlenmişliğinin gerçek nedeni onlardı… Bunca zaman gururunun çöplendiği bu anıları, şimdi bir hurda yığını gibi nasıl çöpe  dökebilirdi ki? Üstelik bunun için artık çok geçti.
    Yağmur ne zaman başlamış, yine fark edememişti. Ön camdan süzülen damlalar, dış dünyayı buğulu bir perdenin ardına ötelemiş, onu korumaya almıştı. Keşke hep böyle kalsaydı, hiç görünmeseydi… Varlığından bihaber yaşasaydı herkes; kimse ondan bir şey istemese, kasım ayına kadar yetiştirmeye zorunlu olmasaydı bu kitabı. Önünde ne kadar kırmızı ışık varsa, arkasında da o kadar sarı ışık vardı. İki renkli bir nehrin tam ortasındaydı... Sadece kendi rengini göremiyordu; bu ışık zincirinde renksiz, silik bir Milattı… Son işi, bu  bezgin nehri sarıdan kırmızıya dönüştürmek olan, mucize yetisini yitirmiş emekli bir peygamber… Oysa, eskiden her şey ne kadar kolaydı; böyle sıkıntıları asla olmazdı. Şimdi zamanın giyotin sarkacı altında kendini kurban gibi hisseden bu adam, aslında kuran, yaratan  ve zihinlere hükmeden bir efendiydi. İstediği zaman yatar, istediği zaman üretirdi. Kendine  özgü kurmaca âlemini zenginleştirmek adına doğru dürüst okumaz, araştırmaz, sadece kendine âşık ettiği o kriminolog sevgilisiyle ara sıra yemeğe çıkardı. Buna karşılık basılan onca aşk romanı arasında sadece polisiye yazarak en çok satanlar arasına her zaman girerdi. Yaşı ilerledikçe kitaplarının baskı adetleri azalmaya  başlamıştı.‘Yazınsal  Kudret’ denen şey de, bedensel hasletler gibi yaşlandıkça yitiriliyor muydu yoksa? Böyle olmasa bile,  zamanla, cılız bir üne ve buruk bir vefaya dönüştüğü kuşkusuzdu. 
                                                           *** 
    Arabayı evin önüne, her zamanki yerine park etti. Sokağa çınar yapraklarından  ıslak, sarı bir halı serilmişti. Boris, havlamaya başladı. Son aylarda belki de onunla bıyık  altından alay etmeyen, arkasından dedikodu yapmayan yegâne dostu o kalmıştı. Boynu  ağrıyordu, ama bir saat önce yaptığı o küçük kazayla ilgisi olamazdı. Beli de yine zorlamaya  başladığından bastonuna dayanarak ağır ağır ilerledi. Anahtar delikte döndü; kapı açıldı, ama  yuvasından çıkarmaya çalışırken elini kapının çelik kasasına çarptı. Çok canı yanmıştı; sol el  tarağının derisi yüzülmüştü. Eli, sol eli her şeyi idi. En azından bir zamanlar… Neyse ki, evin  sarıp sarmalayan o bilindik kokusu sızıyı da dindirmişti. Dışarıdaki hışırtıdan yağmurun  yeniden başladığını anladı. Çalışma odasına girmek, mezara kapanmak istemiyordu. Bir  zamanlar yatağından çok daha fazla zaman ayırdığı o ceviz çalışma masası, şimdi musalla taşı  gibiydi: ürpertici ve soğuk! Salondaki ikili koltuğa uzanmayı yeğledi. Televizyonu açtı. Balkan’lardan gelen soğuk ve yağmurlu hava hafta sonuna kadar etkisini sürdürecekti. Avustralya’da yaşlı balinalar toplu halde kıyıya vurmuştu. Özellikle çocuklar, kumsalda zincir   yapmış, kovalarla su taşıyarak ve ıslak bezlerle üzerlerini örterek onları yaşatmaya çalışıyorlardı.                           Editör bugün ne demişti: Kasım ayına kadar bitiremezse önümüzdeki senenin  yayın portföyünden kaldırılıyordu. Bu değildi önemli olan; bir zamanlar karşısında el pençe  divan duran o adamın küstah tutumu, onu, çok daha fazla rencide etmişti. Üstat güzel söylemişti; ‘Yazmasam çıldıracaktım…’ diye; ama çıldırdığı için yazamayanlara açıklık  getirmemişti. Gerçekten bunuyor muydu acaba? Kalktı; lavaboda bol suyla yüzünü yıkadı. İmge-bilinç akışının kırmızı-mavi muslukları esrarengiz bir el tarafından sımsıkı kapanmıştı. Aynadaki adam da dünden daha yaşlıydı. Bakışlarındaki umutsuzluktan bıkmıştı; zorunlu  olmadıkça onunla asla yüz yüze gelmemeliydi. Geceleri alelacele kalkıp defterine not ettiği,   tüm çağrışımlarını yitirmişti. Oysa, bildiği her şeyi denemişti. Masaya oturmadan önce  Bertrand Russell gibi uzun yürüyüşlere çıkmış, Hemingway gibi ayakta yazmaya çabalamıştı. Ama boşuna! Voltaire’ in yaptığına ise artık cesaret edemezdi; sevgilinin  çıplak sırtını, yazı masası olarak kullanmak için yaşı oldukça ilerlemişti.
    Göğsündeki sıkıntının tek nedeni olan bu kitabı, iki ay içinde teslim etmeliydi. Herkese hâlâ ölmediğini göstermek için bu son şansıydı.Verandaya çıkıp derin bir nefes aldı.  Toprağın nemli ve serin kokusunu ciğerlerine çekti. Kendi eliyle diktiği ortancalar, bu sene,  şimdiye dek hiç olmadığı kadar boy atmış, göğüs seviyesine gelmişti. Boris’ in yağmura  rağmen, eskisi gibi yürüyüşe çıkacaklarını sanarak paçalarından çekiştirip sevinç gösterileri  yapması, balinalarla başlayan zincirleme tetiklemenin son halkasıydı. Derinlerde bir yerde  unutmaya yüz tuttuğu o erinç kımıltısı, belli belirsiz de olsa kendini hissettirmişti.  Heyecanlandı; vakit geçirmeden üstüne gitmeli, zihninde ne varsa sağmalıydı. Eskiden yaptığı    gibi Norveç stili denizci piposunu özenle doldurup yaktı. Evin içini yine vişne aromalı, buruk  tütün kokusu sardı. Boynuna asılı gözlüğü, tüylenmiş kazağının eteği ile temizledi. Kalın tabanlı kristal bardağına doldurduğu yıllanmış malt viskiden iri bir yudum alarak, son bir  cesaretle çalışma odasının kapısını açtı.                                                           
                                                                *** 
“Kimsin sen?”
“Hıh… Tanımadın ha?  Haklısın; uzun zamandır yanıma uğramadın, ama tütün kokusunu  duyunca bu gece geleceğini anladım.” 
 “Bu yapmacık gülüş… Yoksa  sen?…”
“Evet, benim… Şefik! Komiser Şefik! Bu saatte çalışma masanda, dosyanın arasında benden  başka kimi bulacağını zannediyordun?”
“Şefik… Şefik! Sen misin gerçekten?”
“Benim Üstat, benim; yabancın değil! Öyle hayalet görmüş gibi bakma; gizlerin, düşlerin dünyasından çekip çıkardığın Şefik… Hiç yaşlanmamışım değil mi? Ee, varoluşumu sana borçlu olsam da yine de senin sahip olamayacağın bazı üstünlüklerim var… Mesela, zamana
kafa tutmak gibi!... Baba-oğulun zihninde aynı dirilikte hayat bulmak ne büyük keyif; bilemezsin… Kuşaklar boyu bahtiyarlık!”
Şaşkınlığın yerini, kıskançlığın bilediği bir öfke almıştı:
“Ne arıyorsun masamda? Ne karıştırıyorsun onları?”
“Hâlâ, şu müzelik daktiloyu mu kullanıyorsun Allah aşkına? Yazdıklarını, çakılıp kaldığın yere kadar bir kez daha baştan okudum; maalesef sen de biliyorsun ki…”
“Senin düşüncelerin sende kalsın!”
“Bana ihtiyacın var Üstat; bu kurguyla bu işin içinden çıkamazsın. Duvara çarpmış gibi  kalmışın; şunu kabul et, işimizi kolaylaştır; yaratıcılığın da bu deri sumenin gibi aşınmış! Eski  yazdıklarının bozuk kopyasını bile çıkaramayacak kadar yaşlandın artık…”
Şefik’in söyledikleri gerçekten doğru olabilir miydi? Yolun sonu böyle bir şey miydi? Kendisinin ünlediği baş karakteri karşısında, acınacak duruma düşmek ve aşağılanmak mıydı  her yaşlı yazarın kaderi?
“Kalk koltuğumdan! Elini sürme onlara!”
Şefik, ayaklarını dayamış olduğu masadan indirerek, kadife yastıkla desteklenmiş banker koltuğundan kalktı; masadaki antika abajuru ani bir hareketle çevirerek yazarın gözüne tuttu:
“Sen de biliyorsun ki, yazdıklarından, düşündüklerinden çok daha iyisini yapabilirim. Yapabileceklerimi artık düşünemiyor; düşündüklerimi yazamıyorsun! Beni yarattın ama, yönetemiyorsun… Oysa ben, Frankeştayn değilim; korkma benden! Bana zamanında o kadar  güzel bir hayat bağışladın, o denli bir devingen ruh verdin ki, belki senden daha zeki değil,   ama daha yaratıcı olabilirim… Senin yazdığından çok daha güzel konuşabilir, sonuca senin düşündüğünden çok daha çabuk ulaşabilirim. Benim adıma düşünemiyorsun artık; beni senin  gibi düşünmeye zorlarsan Komiser Şefik olamam ki… Bunu neden anlamıyorsun; o kâğıda  tek bir sözcük koyamamanın gerçek nedeni bu! Beni özgür bırak!...” 
    Onun, bu cüretkâr sözleri ve buna ümitsizce karşı koyan düşünceleri, beyninde yankılanıyor; çarpışan ses, görüntü ve düşünce haleleri yine Komiser Şefik’i tehdit ediyordu. Bu   titreşimlerden kendine özgü çevik hareketlerle sıyrılan Şefik, onun sessizliğinden güç alarak  suçlamalarının şiddetini iyice arttırdı:
    “Artık kurgulamaya çalıştığın o basit cinayetleri çözmekten zevk alamaz hale geldim; katiller  bile, işin farkında, ikimizle alay ediyor! Ortada ne dâhiyane işlenmiş cinayetler kaldı; ne de  cinayet mahallinde bulacağım zekice gizlenmiş ip uçları… Katili bulmak için bana ihtiyacın  yok; bu gidişle herkes daha ilk bölümde katilin kim olduğunu benden önce anlayacak.
    Anlayamazlarsa, bu, okuru bilerek yanlış yönlendiren o muhteşem tuzaklarından artık eser  kalmadığına göre, gözünden kaçan detaylardan olacak.”
“Yeter! Defol  git!”
“Gidecek bir yerim olmadığını biliyorsun. İkimiz aynı gemideyiz…” 
Ne yapacağını kestiremiyordu. Göğsündeki sızı, keskinliğini iyiden iyiye arttırmıştı. Bir- iki adım sendeleyip koltuğa yığıldı. Şu an hayatta, ne Şefik’ten başka yardım  isteyeceği biri vardı ne de onun kadar yakın bir dostu… Son dalga boyları iyice kısaldı; yavaş  yavaş uzaklaştı zihninin çeperinden.
Komiser, beklenmeyen bir hareketle Üstadının önünde diz çöküp usulca ayaklarına    kapandı ve bir süre onun gibi kımıltısız kaldı. Bu haliyle, zeki ve hamarat bir polis müfettişine  hiç benzemiyordu. Geçmişte yaptığı onca sorgulamanın deneyimiyle, yaşlı adamın o bitkin görünümünün altında, teslim olmak üzere olan o bakışları yakalayarak, ses kartelasından en şefkatli tonu seçti.    
“Sadece ben yardım edebilirim sana! Tanrı yazarlığını bir tarafa bırak… Yine sen yaz, ama  yaşadıklarımı, hiç olmazsa ben anlatayım. İnan bana; senin sayende yıllardır deneyim kazandım. Ayrıca zekâmın kıvraklığını kitaplarda sayfalarca sen anlatmadın mı?... Aramızdaki sessiz iletişimi, inkâr etmeyeceksin herhalde? İp uçlarını birbirine bağlayarak ortaya koyduğum delillerle, katillere itiraf etmekten başka bir seçenek bırakmadığım o eşsiz final sahnelerinde, benim de katkım olduğunu biliyorsun? O ödülleri, benim sayemde aldığını  söylemiyorum tabiî; ama ben olmasam masa başında çok daha fazla zaman harcayacağını, sahip olduğun her şeye daha geç ulaşacağını, izninle belirtmek zorundayım. Yapabilirim, güven bana! Üstelik, beni öldürmek için dahi, son bir kitap yazmaya mecbursun…”
Şefik, üzerindeki buruşuk pardösüyü kenara fırlatarak, gömleğinin kollarını sıvadı; koyduğu  Remy Martin’den iri bir yudum almadan önce, onun masada başıboş duran bardağına hafifçe  dokundurdu:
“Sağlığına ve yeni bir başlangıca! Her zaman vardır…”
    Ortada görünen bir cinayet olmasa da, bu onun sahnesiydi. Kelimelerin en doğru hecesine    vurgu yaparak hedefini on ikiden vurmak için, her defasında sesini kalibre ediyor, sözcüklerini özenle seçiyordu. Deliller ortadaydı; neden-sonuç ilişkilendirmesi kusursuzdu. Hâlâ eskisi gibi formunda olduğunu görüp sevindi. Yaşlı adamın, onu, oturduğu yerden hareketsiz, boş gözlerle izlemesine bakılırsa, diğerleri gibi gerçekleri itiraf etmekten başka   çaresi kalmadığını artık anlamış olmalıydı. 
    “Bırak, yardım edeyim Patron; bana kazandırdığın ünün karşılığını ödemem için bana fırsat  ver… Yoksa ikimiz de çıkamayacağız bu odadan. Hem ‘Yazar-Müfettiş’ ilginç bir karakter  olabilir. Sir Arthur gibi kıskançlık yapmayacaksın değil mi? Biliyorum; benim Sherlock Holmes gibi fanatik müritlerim asla olmayacak… Ne ‘Baker  Caddesi, 221B’ gibi yıllarca mektup yazacakları bir adresim, ne de İsviçre Alpleri’nde öldüğü o meşhur şelale gibi yas  tutacakları bir yer… Çoktan hak ettiğim halde, onun gibi, gerçekten yaşadığıma dair rivayetler de ortalıkta dolaşmayacak, olsun! Hiç olmazsa, Holmes gibi kokainman değilim;    ayrıca Dr. Watson gibi budala bir yardımcıyı da yanıma vermediğine çok müteşekkirim…”
    Şefik, artık güçlükle konuşuyordu. İstediği sözcükleri bulmakta zorluk çekmeye başlamıştı.
    Böyle bitmemeliydi. Hele şu anda… Yaşlı adam, teslim olmuş ve ilk kez onu dinlemekten  başka seçeneği kalmamışken… Bu haksızlıktı! Fısıldayarak güçlükle devam etti:
    “Birbirinden güzel kadınlarla tanıştım; ateşli sevgililerim oldu. Hangi külün hangi sigaradan  döküldüğünü, belki Holmes kadar iyi bilemem ama, sayende onun hiç tatmadığı şeyleri tattım. İmkânsızları elediğimde geriye düşlerimden başka bir şey kalmadı… Sırf  bunun için bile  değerdi Üstat…” 
    Ortalık ansızın karardı. Komiser Şefik’in yarım kalan son hikâyesi, yaşlı bir  polisiye yazarının beynindeki sessel ve düşsel titreşimlerle birlikte, bilinmeyen bir yöne uçtu. Maktulü olduğu için çözemediği tek vakanın, tüm ipuçları bu sonsuz sükûnetin içinde eridi  gitti. Yazarından farklı olarak bir başka zihinde dirilme bahtiyarlığına eriştiğinde, bu özgün  anıyı hatırlamayacaktı bile.   
            
   
 
Hakan İşcen
-

-- 2005 © Dergi H@vuz