ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

*Gülbiye

-
-
-

Gülbiye’ nin savrulan saçlarından gelen sabun kokusu yaşama sevincimi artırıyor.
Soğuk rüzgar yakıyor yanaklarını.
Dudaklarında ürkek tebessüm. Desenli divitin elbisesinin üzerine, kendi ördüğü pembe yeleği giymiş. Vücudu küçülüvermiş. Kamburunu çıkartarak duruyor öylece. Yaramazlık yapınca, yazı tahtası önünde bekletilen suçlu çocuklara benziyor.
Geldiğini duyar duymaz elime bir fincan alarak, koşup gittim. Soran olursa, bir pişirimlik kahve isteyeceğim. Annem, Gülbiye ile asla konuşmayacaksın, diye tembihlediydi.
Gecenin karanlığında getirmişler. Böyle diyorlar.  Bütün mahalle biliyor. Bir gören olmamış ama biliyorlar işte. Duvar diplerinde, koltuğunun altına örgüsünü kıstırıp sakız çiğneyen; kaşları bir tel, ayak topukları nasırdan parçalanmış, tırnak uçları kınalı kadınlar söylüyorlar.
“Dün gece uykumun bir yerinde, tor tor bir araba sesi.  Hayırdır inşallah, dedim, bu saatte... İçime de doğdu, Gülbiye gelmiş olmasın? O’ymuş meğer!”
“Bak sen şu orospuya, mahallemizin namusuyla oynadı.”
“Evlerden ırak, daha on beşinde. Elimizde büyüdü. Asıl suç adamda.”
“Kime güvenmeli, ne etmeli bilmem ki? Bizim de kocalarımız var. Allah korusun, tövbe tövbe.”
“Halide de kocasına sahip çıkaydı. Akşama kadar o kapı senin, bu kapı benim. Bir tas sıcak çorba koymadı adamın önüne ne olacak!”
Her öfke dolu sözde, biraz daha hırsla atıyorlar örgülerinin ilmeklerini. Ne kadar evcimen olduklarını gösterecekler. Elleri yara bere içinde çocuklar geliyor arada bir, eteklerinden çekiştiriyorlar annelerini. Kan sızıyor kiminin yarasından. Annelerinin şiddet içeren bakışlarından, korkuyla uzaklaşıyor çocuklar. Gülbiye Ablanın başına gelen anlayamadıkları felaketin, içlerinde yaratığı gizli korku ve tehdidin farkında olmadan oyunlarına dönüyorlar.
Gülbiye’nin annesi çıktı kapıdan. Bir iki kadın usulca evlerine yürüdüler. Kapı komşusu Meryem, “Nasılsın?” dedi, ”Gülbiye gelmiş ha, hadi gözün aydın!”
Demek ki bir tek Meryem dostmuş. Gerçekten dost mu, yoksa ağzından lâf almak için mi soruyor? Kestiremedi Gülbiye’nin annesi.
“Sağol Meryem.  Geldi, Allahıma şükür.”
Ufak tefek çelimsiz birisiydi Gülbiye’nin annesi. Öyle tetikti ki, ayaklarını kaldırmaya bile fırsat vermeden, sürüyerek yürürdü. “R”leri bastırarak, kıvrak kıvrak konuşurdu. Karayağız, zeytin bakışları vardı. Gülümsediğinde yanaklarında ufak çukurlar oluşurdu. Bembeyaz tülbendi çenesinin altından sarar, yanaklarında birleştirir, tuttururdu.
Bütün mahallenin dikişçisi Gülbiye’nin annesi. Yıllardır bir başına büyüttü, kızını.  
Kışın, Balıkçı Rüstem’lere her hafta balık kasalarını kırmaya giderdi Gülbiye. Ertesi gün ellerindeki çatlakları sıcak su içinde tutar, zeytin yağıyla ovardı. Susuz toprak gibi çatlardı elleri.
Bir gün birlikte gitmiştik.
Evdeki keseri bir poşete koyup, sıkıca giyinerek sabah erkenden çıkmıştım evden. Gülbiye çoktan hazırlanmış, elinde tuttuğu keserle  beni bekliyordu. O da kalın giyinmiş, ancak benimkiler kadar eski değildi. Saçını da çok düzgün taramıştı. Bu işi biraz abarttığımı düşünerek utandım. Pek üstünde durmadım yine de.
Çok heyecanlıydım, hemen iki sokak ötedeki Balıkçı Rüstem’in evine doğru koşar adım gittik.
Balıkçı Rüstem, ağzına giren pala bıyıkları, kanlanmış gözleriyle güldü Gülbiye’yi görünce. Sararmış uzun dişlerinin bir kısmı göründü. Arkası açık Anadol’la işe çıkmak üzereydi. Beni Gülbiye’nin yanında görünce, biraz bozuldu. Yine de, Gülbiye’nin yanağından bir makas alarak, “Nasılsın?” dedi. Benim yüzüme bile bakmadı.
Yüzü kızardı Gülbiye’nin. O evde Hayriye ile tüm yaptıklarını anlatırdı da, Rüstem’in yakınlığından hiç bahsetmezdi.
Hayriye, saçı başı dağınık, geceliğinin üzerine geçirdiği, kocasının eski ceketiyle, yalınayak kapıda belirdi az sonra. Kalın sesiyle, her şeye küfredermiş gibi homurdandı. Ne dediğini anlayamadım.
Biz, bir an önce işimize başlamak istedik. Alçak kapı sövesine çarpmamak için başımızı eğip, briketten yapılmış iki merdiveni inerek girdik bahçeye.
Hemen önümüzde, balık kasalarının gelişi güzel atılmış yığınıyla karşılaştık. Duvar dibine yapılmış bir korunağın altındaydı kasalar. Küçük bahçenin tam ortasında duran ceviz ağacı, yapraklarını dökmüş olmasına rağmen, her şeye hükmedercesine duruyordu.
Alçak bir set üzerinde bahçeye açılan iki kapı vardı. Birisinin aralık tahtaları bordo ve maviyle acemice boyanmıştı. Diğerinde, boydan boya eski bir kilim, soğuktan korunmak için asılmış, kapı kolunun olduğu yer, kir ve yağdan parlıyordu.
Balıkçı Rüstem’in kamyonetinin  büyük gürültüyle uzaklaştığını duyunca Gülbiye ile göz göze geldik. Yine al bastı yüzünü. Aceleyle kasaların olduğu yere doğru gitti. Ben de poşetimden çıkardığım keserle, onu takip ettim.
Hayriye, tam kapanmayan bahçe kapısını hızla çarparak girdi içeri. Yine bir şeyler homurdandı, anlaşılmadı.  Yanımızdan geçti. Bizimle hiç ilgilenmeden, kirli kilimi kaldırarak açtığı kapıdan, tozlu ayaklarıyla girdi içeri.
Gülbiye’den hep duyardım. Ona da Hayriye anlatırmış. Her akşam balık yerlermiş. Balık yemekten bıkkınlık gelmiş Hayriye’ye. Gizliden ayırdığı balıklardan verirmiş Gülbiye’ye, Gülbiye de evde pişen yemekten bir kap götürürmüş.
Babama, “Sen de balıkçı olsaydın ya,” demiştim. “Biz de her akşam balık yerdik!” Babam yüzüme ters ters bakmıştı. “İyi, seni balıkçıya veririz, o zaman!”
Hayriye’nin bugünkü tersliğini görünce, Gülbiye’yle konuştukları aklıma geldi. Bu kadınla normal olarak insan nasıl konuşup anlaşabilirdi ki?
Kasaları, yığından  birer birer çekerek, çivilerinden ayırıp,  sobaya girecek büyüklükte parçalıyor; çıkan yamuk çivileri de ufak, tahta bir kutuya koyuyorduk.
Gülbiye’nin eli alışkın olduğundan, aldığı kasayı birkaç darbede çivilerinden ayırıyor, zaten incecik olan tahtalar birer tak-tuk’la bölünüveriyordu. Tahtaları parçalama işini bitirince çivileri düzeltecektik. Çivileri benim doğrultabileceğimi söyledi Gülbiye. Buna aklım yattı. Birkaç çividen  sonra sıkıldım. “Ben de tahta kıracağım,” dedim.
Kasanın yanlarını önce çökertip çivileri keserle kanırtarak çıkarıyor, kutuya atıyordum.
Balık pisliğiydi üstümüz başımız.
Bir de avucuma  kıymık batınca, akşam annemin söylediklerini anımsadım.
“Kızım, hadi Gülbiye’nin babası yok, haftada bir gün yakacaklarını olsun Balıkçı Rüstem’in pis balık kasalarından karşılıyorlar. Bir gün sabahtan akşama kadar pislik içinde çalışmasının karşılığı, bir geceliğine, iliklerine kadar ısınmak. Yanan sobada kaynayan suyla hem kendilerini hem de çamaşırlarını yıkarlar.” 
İşin burasını bilmiyordum. Hiç düşünmemiştim de. Gülbiye, ne karşılığında oraya gidiyor, hiç sormamıştım. O da söylememişti.
Üşümüştüm. Ellerim kasaları zor tutuyordu. Çiviler ise, parmaklarımın süngerleşmiş, hissetmeyen uçlarından kayarak yere düşüyordu. Elimin içindeki kıymık, gittikçe dibe batıyordu. Canım yandıkça pişmanlığım artmıştı.
Gülbiye ha bire çalışıyor, her kasa parçalanışında nefesini,  içindeki hıncı dışarı atıyormuşçasına verip, yeniden derin nefes alıyordu.
“Gülbiye, çok üşüdüm. Şu kıymık da gittikçe acıtıyor. Ne yapsak acaba?” dedim.
“Biraz sabret. Az sonra Hayriye Abla bize birer bardak ıhlamur  getirir. Bir iğne ister, çıkartırız kıymığı. Benim elime de çok batıyordu. Şimdi alıştım artık,”diyerek önündeki işe döndü, “ Ne kadar çabuk bitirirsek bu işi, o kadar iyi.”
Ortada elimi yıkayabileceğim su bile göremiyordum. Geceleri kuru ayaz olduğundan, bahçedeki çeşme donmasın, diye çuval ve eski giysilerle sarılmıştı.
Gülbiye de istemeden yavaşlamaya başlamıştı. Yorulmuştu anlaşılan.
“Sen her hafta bu kadar kasayı tek başına mı parçalıyorsun?” dedim.
Dağılan saçlarını elinin tersiyle toplayarak başını kaldırıp baktı. Şaşırdı ne diyeceğini, “Yok, her hafta böyle değil, bu gün biraz fazla.” Sanırım utandı. Çünkü bu hafta birlikte gelmek için ısrar etmişti. Annemi bile o kandırdı denebilir.
Bana anlatırken, burada yaşadıklarını bir oyun gibi gösteriyordu. Belki de böyle düşünerek rahatlıyordu. Hayriye’yi bile ne kadar sevimli anlatmıştı. Suratsızın tekiymiş işte. Yüzümüze bile bakmadan gitti, vurdu kafayı yattı.
Tam bunları düşünürken, kirli kilimin ardındaki kapı, gıcırtıyla açıldı. Hayriye, elinde çay tepsisiyle göründü. Saçlarını arkaya toplamış, sabahtan vücuduna hantallık veren şişmanlığı, onu sevimli bile yapmıştı. Kalın, siyah bir etek üzerine tiftikten el örgüsü bir kazak giymiş, sabahki halinden eser kalmamıştı.
 Gülbiye, “Hayriye Abla, gelirken biraz da ılık su  getirebilir misin?” diye seslendi.
Uysal bir çocuk gibi sözünü dinledi Gülbiye’nin. Tekrar içeriye girdi. Az sonra naylon bir ibrik içinde ağzından dumanlar çıkan su vardı bir elinde.
Hayriye Abla su döktü, bahçedeki çeşmenin başında duran sabunla yıkadım elimi. Kıymık batan yer morarmıştı. 
Hemen içeriye koştu Hayriye Abla. Temiz bir havluyla kolonya, pamuk, bir de ucunda iplik sallanan dikiş iğnesi getirdi. Elimi ellerine alarak kucağına koydu. Avcumu açtırdı. Feryatlarıma aldırmadan kıymığı çıkardı. Ağrı  kesiliverdi. Kolonyalı pamukla sildi sonra.
“Kızlar, siz ıhlamurlarınızı içe durun da, benim içerde biraz işim var.Şuradan, kırdığınız odunlardan alayım da sobayı tutuşturuvereyim, ısınalım hep birlikte.”
Demek ki içerisi de soğuk. Hayriye sıcacık odasında keyif çatıyor sanıyorum. Bir kasayı alsa, elleriyle bile kırıp, sobaya atıverir. Çok mu zor? Yapmıyor işte. Balıkçı Rüstem’in karısı o. Şu an patron. Sorgulayamam ki!
Kocası ağır işler yapmasına izin vermiyordur, ne bileyim ben. Gülbiye, birkaç yıldan bu yana geliyor kışları. Balıkçı Rüstem’in Hayriye’yle evlendiğinden beri.
İbrikteki artan suyla Gülbiye de yıkadı ellerini. Ihlamurlarımızı içmiştik ki, “Hadi gelin artık, odanın soğuğu kırıldı, dışarıdan iyidir ne de olsa,” diyerek, daha da sevecenleşen sesiyle bizi içeriye davet etti.
Bu kez kirli, kalın kilimden süzülerek biz geçtik, Hayriye Abla da bahçedeki tuvalete...
Radyoda dinleyici istekleriyle çalınan türküler vardı.
Gülbiye alışkanlıkla, karşıdaki sedirin üzerine geçip oturdu. Sobaya da yakındı burası, “Gel,” dedi, bana da, “Otur, bak burası sıcacık.”
Hemen yanına oturdum. Ellerimizi ovuşturarak ısıttık.
Hayriye Abla içeri bir torba tahta kırıntısıyla girdi. Onları da  sobaya atınca yan odadan, bir  tepsi getirdi.
Acıkmış olduğumu hissettim.
Bir tabak dolusu balık, iki kuru soğan ve bir ekmek öyle güzel göründü ki, Hayriye Abla’nın koltuğunun altındaki sofra bezini bir sekişte kalkarak aldığım gibi yere serdim.
Hayriye Abla, gelin geldiği köyün şivesiyle o kadar doğal konuşuyordu ki, ne konuştuğu aklımda pek kalmadı ama çok güldüğümüzü hatırlıyorum.
Karnımızı doyurduktan sonra, Gülbiye, “Hayriye Abla, biz şu tahtaları kırıverelim de işimizi bitirelim,” dedi.
İkimiz dışarı çıktık.
Gülbiye kırıyor, ben çivi düzeltiyordum. Tam son kasaya geldiğimizde, Gülbiye’nin elindeki keser, sapından çıkıp fırladı. Benim elimdekiyle devam etti. O kasanın çivilerini de göstermeden cebine koydu Gülbiye. Fısıltıyla, “Bunları da çöpe atıveririz,” dedi.
Gülbiye’de artan bir telaş gördüm. Eve gitmek için acele ediyordu. Hayriye Abla da birkaç kez  içeriye girdi çıktı, onun da sinirlendiğini fark ettim.
Kapıdan çıkacakken, Balıkçı Rüstem’in arabasının sesini duyduk. Hayriye içeriden çıkmadı. Rüstem, arabadan inmeden gitmiş olacaktık ki kapı da karşılaştık.
“Ne o gidiyor musunuz?” dedi. Gülbiye başını salladı. “Hani odun almadın mı bu gün?”  Yutkunan Gülbiye’nin başını ellerinin arasına alarak alçak kapıdan  içeriye soktu.
 Ben bekledim.
Gülbiye elinde bir torba odunla çıktığında yanakları kıpkırmızıydı. Hızlı adımlarla evlerimize gittik.
Birkaç ay önce Gülbiye benden uzaklaşmaya başladı. Nedenini anlayamadım. Balıkçı Rüstem’le ilgili olduğu hiç aklıma gelmemişti. Geçen yıl kasa kırdığımız günü hep unutmak istemiştim.
Mahalledeki kadınların konuşmaları arasında, Gülbiye’nin bu işte ne gibi bir suçu olduğunu düşündüm. Hayriye kocasına neden öyle ters davranmıştı? Aslında ne kadar iyi, hatırnaz birisiydi. Kocasının Gülbiye’ye karşı olan davranışının farkında mıydı?
Kahve fincanı elimde, çaldığım kapıyı Gülbiye açtı. Fincanı bir tarafa bırakarak sarıldım boynuna. Konuşmadan bakıştık bir süre. Karnını yokladım, elimle. “Üzülme artık,” dedim. Balıkçı Rüstem’in çocuğunu aldırmıştı. Evleri soğuktu. Ortada buz gibi duran demir yığını soba, iyice soğutmuştu odayı.
Annemin kızacağına aldırmadan, “Hadi, bize gidelim,”dedim. Gelmek istemedi. Ellerinden tutup zorla çektim.
Mahalledeki dedikoducu kadınların arasında annem de vardı. O bizi görmedi.
Annem, “Aman komşular, Gülbiye’nin annesi iyi kadındır ama, baksanız ya olanlara, kızına sahip çıkamadı. Bizim de kocalarımız var. Ne kızmış bu böyle. Benim de kızın arkadaşıydı. Allah’tan son zamanda kesilmişti bizim evden ayağı,” dediğini duydum. Gülbiye de duydu mu bilmiyorum.
Kasa kırdığımız günün akşamı Gülbiye, keserini sağlamlaştırmak için babama gelmişti.
Babam, Gülbiye’nin  ardından iç geçirerek bakmıştı.
Babamın bakışlarındaki tuhaflığa anlam verememiştim.
Çamaşır için babamın ceplerini boşaltırken, Gülbiye’ye yazılmış bir not buldum.
Yaktım okur okumaz.
 
*2004 yılı Beşparmak Dergisi, Samim Kocagöz Öykü Yarışmasında ödül.  

                                                                                                            

   
 

Vicdan Efe


---- 2005 © Dergi H@vuz

2001 © H@vuz Bilgi Bankası