ana sayfa / editorial / içindekiler / h@vuz'dakiler (biyografi)
 iletişim-erişim/  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 

“UYKULARIN DOĞUSU”


-YAHUT DOĞUNUN DERİN UYKUSU-

-Kurgu, metinlerarasılık ve dil açısından bir inceleme-


 

  Italo Calvino, kuramsal bir yapıtında, en başından beri yazarlık uğraşını belirleyenin, ‘mekân ve zamanda birbirinden uzak noktaları yakalayıp birleştiren zihinsel devrelerin yıldırım hızındaki güzergâhını izlemek olduğunu’ dile getirir. Serüvene ve masala duyduğu eğilimi ortaya koyan yazar, imgeleri ve imgelerin kendiliğinden ortaya çıkardığı hareketleri hedef aldığını belirterek, ‘imgeler akışının söze dönüştürülmediği sürece bir yazınsal sonuçtan söz edilemeyeceğini’ anlatır. Sonra devam eder: “Başarı, sözel anlatımın tam yerini bulmuş olmasında yatar, bazen bu anlatım şimşek gibi çakan bir esin anının sonucu olarak çıkar ortaya, ancak çoğunlukla doğru sözcüğü, hiçbir sözcüğün bir başkasının yerine geçemeyeceği cümleyi, sesler ile kavramların en etkili ve en yoğun anlamı iletecek biçimde bir araya getirilişini bulma yolundaki sabırlı bir arayışı gerektirir. Düzyazı yazmanın şiir yazmaktan farklı olmaması gerektiği kanısındayım; her iki durumda da söz konusu olan gerekli, eşsiz, yoğun, kısa, akılda kalacak bir anlatım arayışıdır.” (*)

  Hasan Ali Toptaş’ın yeni kitabı Uykuların Doğusu’nu okurken, Calvino’nun yukarıdaki satırlarını anımsadım. Hasan Ali Toptaş, şiirle dolu, yoğun, damıtılmış roman dilini, yeni yapıtının derinliklerine, onun özündeki sonsuzluğa sindirmeyi başarıyor. Romanı okurken aynı anda şiir tadı alınması bu başarıdan kaynaklanıyor. Esin ile aklı buluşturan kitabın sayfaları arasında, giderek derinleşen duygu ve imgeler okyanusuna açılıyor okur.

  Roman, her şeyden önce adıyla okurun çağrışımlarını harekete geçirmekte. Uykuların Doğusu; aslında Doğu’nun uykularını dile getiren bir imge. Esrarlı, gizemli, dumanlı, sisli, bulanık, örtük, rüya ve masalla dolu bir Doğu kavramı… Hasan Ali Toptaş, çağrışımlar yaratarak Doğu toplumlarının derin uykusuna göndermeler yapmakta.

  Roman, adına uygun bir dünyayı somutlaştırıyor. Olaylar, ister modern, ister geçmiş zamanlarda gerçekleşsin, Doğu’nun büyülü, gizemli atmosferinde yaşam buluyor. Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ının anlattığı, birbiri içinde geçen hikâyelere benzeyen kurgusal yapılanma, bu romanın ana eksenini oluşturuyor. Kurguda farklı tekniklere, inceliklere ve buluşlara açılan roman; şiir, efsane, masal, destan… gibi farklı türlerin de kapısını aralıyor. Masal söylemi, aynı zamanda romandaki anlatıcının söylemini oluşturmakta. Anlatıcı, “miş’li geçmiş”le konuşarak (anlatarak) masalların sisli gerçekliği içine çekiyor okuru. Bir yandan da “derken efendime söyleyeyim.”, “sonra efendime söyleyeyim.” şeklindeki sürekli yinelemelerle, bir “hikâye anlatıcısı” olduğu, bir “meddah” gibi konuşarak karşısındaki belirsiz kişiye bu hikâyeleri aktardığı izlenimini yaratıyor. Yinelemeler; anlatılanları, yaşamı ve zamanı yavaşlatma işlevini de görmekte. Arasözlerin yanı sıra “ve, ki, de” gibi bağlaçlar, anlatıda yansıyan yaşamı yavaşlatırken, virgüllerle uzatılan tümceler bu yavaşlatmaya önemli katkıda bulunuyor. İç içe geçip sarmallanan, birbiri içinde devam eden masalsı hikâyeler karşısında bir sele kapılır gibi oluyor, sürükleniyoruz. “Anlatıcının anlatma anı” diyebileceğimiz romanın öyküleme zamanında ‘farklı bir pencereden’ bakıyoruz yaşama. Demir parmaklıklı pencereden bakan, rutubet kokuları içinde yaşayan anlatıcı, muhtemelen hapiste… veya kendi iç hapishanesinde. Belirsizlikte kalan bu durumu, okurun kendi imgeleminde biçimlendirip anlamlandırması gerekiyor. İlk sayfada anlatıcı, bir öyküye başlamak üzere masanın başına geçiyor. Romanın sonunda, anlatıcının kendi dayısının öyküsünü yazmaya karar vererek masa başına geçtiğini okuyoruz. Romanın bitmeyen son tümcesi, romanın eksik bırakılmış ilk tümcesiyle birleştirilerek okunduğunda bu sonuca ulaşılıyor. Ana kurgunun çemberlenerek döngüsel nitelik kazanması karşısında imkânsızlık duygusu yaşıyor insan. Bu noktada, ünlü bir filozofun “Bu da dahil bütün genellemeler yanlıştır.” sözünü ilk okuduğumda yaşadığım paradoksal düşünce-duygu karmaşası yeniden oluştu zihnimde. Uykuların Doğusu, kurgu oyunlarıyla, farklı ve özgün dil yapısıyla, fantastik-gerçeküstücü öğeleriyle okuru sık sık hayrete düşüren, özgün bir roman.

  Anlatıcı, romanın öyküleme zamanında sık sık Haydar’la söyleşiyor. Haydar’ın uçuşan, hafiflemiş varlığı, onun nasıl biri olduğu konusunda okuru roman boyunca düşündürüyor. Haydar’ın, anlatıcıya eşlik eden imgesel bir varlık, sanal görüntü, ses, esin perisi vb... olduğu düşünülürken, romanın sonlarına doğru anlatıcının parçalanmış kişiliğinin öteki yarısı olduğu alımlanabiliyor. Belki en doğru yorumla, anlatıcının zihninin yarattığı bir sanrıdır Haydar. Bu noktada Leyla Erbil’in öykülerinde sık sık karşımıza çıkan, anlatıcının sanrısı durumundaki öykü kişilerini anımsadım. Anlatıcının adının, dayısının söylemiyle “Hasanım Ali” olması ilginç. Romanda birkaç yerde, yazarın kendi varlığı olmasa da gölgesi, anlatıcının üzerine düşmüş görünüyor. Kitaptaki bir tümce, romanın gerçek yazarıyla romanın anlatıcısının birbirine dönüştüğü bir geçiş noktasını imliyor: “Sonra, tuttum, büyük bir hevesle yıllar önce yazdığım Bin Hüzünlü Haz adlı hikâyemin içinde yokluğuyla var olan Alaaddin’e benzettim.” (s.132) Bu noktada kurgusal gerçeklikle yaşam gerçekliği buluşuyor ve birbiri içine sızıyor.

  Anlatıcı, dayısının hikâyesini anlatmak üzere yola çıkıyor ama hikâyenin başına buyruk ve anlatıcıdan bağımsız olduğu görülüyor; sanki kendi kendini yazdırıyor. Anlatıcının masallarındaki o sisli, bulanık gerçekliğe; o gerçeküstücü dünyaya girildiğinde, birçok toplumsal olaya, 12 Eylül gibi toplumsal kırılma noktalarına göndermeler yapıldığı, metnin bilinçli bir şekilde yaşanan gerçekliğe temas ettirildiği ayrımsanabiliyor. Radyodan bildiriler okuyan susturulmuş adam, ortaya çıkan ışık adamlar, sonra onların bir bir yok edilmesi… Toplumun yeniden karanlığa gömülmesi…

  Roman, okuru “anlatı ormanları”nda oldukça zorlu bir gezintiye çıkarıyor. Uykuların Doğusu, karmaşık, çok öğeli, çok türün yer aldığı bir orman. Okurken yolunuzu kaybettiğiniz duygusunu yaşayabiliyorsunuz. Sürekli şaşırarak, deneyip yanılarak yol alıyorsunuz anlatı katmanları arasında. Okur olmanın, yazmak kadar zorlu bir serüveni gerektirdiğini görüyorsunuz bir kez daha. “Yanlış okumalara mı açıldım? Yanlış anlamalar içinde miyim?” gibi sorularla kendinizi sorgulayarak katmanları aralamaya, “anlatı ormanı”nın gizemini çözmeye çalışıyorsunuz.

  Romanın başka bir boyutu metinlerarası nitelik taşımasıdır. ‘İnsanın, yaşadıklarının ve okuduklarının toplamı olduğu’ düşüncesini dile getiren bir yazardır Hasan Ali Toptaş. Gerçekten de yazdıklarımız, yaşadıklarımız kadar okuduklarımızdan da yansımalar taşır. Romanın bir sayfasında metinlerarası ilişkilere gönderme yapılarak “İnsan, birkaç hikâyeyi bir arada görünce ister istemez kafasında bu hikâyelerden oluşan başka bir hikâye yaratıyor.” (s.157) düşüncesine yer verilmekte. Bu açıdan bakıldığında birtakım işaretler taşıyor Uykuların Doğusu. Bir okur olarak bu işaretler yoluyla açıldığım metinlerin başında Bilge Karasu’nun masalları geldi. Özellikle Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki masallar... Karanlık, kara bir su gibi yaşamı, zamanı, insan gerçeğini kaplayan masallardır bu kitaptakiler. Uykuların Doğusu’nda da karanlık bir sel felaketi anlatılır. “Caddeleri karanlık masalların karanlık köşelerinden çıkıp gelmişe benzeyen korkunç bir sel kaplamış sözgelimi ve bu sel yere göğe sığmayan o ak köpüklü gürültüsüyle birlikte kendisine yönelen bakışları da sürükleyerek tıpkı açlıktan ne yapacağını bilemeyen çok ağızlı bir yaratık gibi kapı önlerinde kükremiş durmuş.” (s.9) Bu romanın içinde, Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki bazı masallarda öne çıkan su, yağmur unsurlarıyla karşılaşmak, etkileyici. Selin, nesneleri sürükleyip yutmasındaki korkunçluğunu ve insanın bu durum karşısındaki umarsızlığını, okurun yüreğini üşüten, ürperten bir dille anlatıyor Hasan Ali Toptaş. Göçmüş Kediler Bahçesi’nin kurgusal açıdan ilginç yönlerinden biri de birbiri içinde devam eden metinlere yer verilmesidir. Uykuların Doğusu’nda da bu tekniğe önem verildiği görülüyor. Yarıda kalıp kesilen bir metin parçasına birkaç satır veya paragrafın sonrasında devam edebiliyoruz. Arada ayrı bir anlatı metni yer alıyor. Her iki düzlemdeki metinleri ayrı ayrı takip etmek ve anlamlandırmak mümkün oluyor. Daha sonraki bir noktada metinler kesişiyor ya da birbirine dönüşüyor. Bilge Karasu’daki masal atmosferi oldukça vahşi, rahatsız edici ve yırtıcı iken, Hasan Ali Toptaş’ın Uykuların Doğusu’nda büyülü, gizemli, sisli, örtük bir masal dünyası, yavaşlığı, sessizliği ve yumuşaklığı ile yer alıyor. Arada arkaik sözcükler kullanarak, okuru eski metinlere yönlendiren ses ve söylemlerle yazma stiliyle Uykuların Doğusu’nda da karşılaşılıyor. “İbikler bu çarpmanın da etkisiyle güneşin altında yaldır yaldır yanıyormuş o sırada.” (s. 108) “Gelimli gidimli dünya.” (s. 162) Dede Korkut Hikâyeleri’nin Oğuzca söylemi ve sesi duyuluyor bu örneklerde. Başka bir örnekte Yunus Emre şiirinden bir imgenin masal metnine özümsetildiği görülüyor: “Bu rüyalardan birinde babaannemi saçları çözülmüş pembe bir bulut gibi çığlık çığlığa sel sularına dalıp çıkarken görmüş sözgelimi.” (s.137) Anlatıcının insanlara küstüğü, eve kapandığı dönemde okuduklarının çoğu Doğu’ya özgü metinler ve kitaplardır. “İlkin, mucitlerin hayatlarını, ciltlenmiş cönkleri, meselleri ve nefes kesici cenk hikâyelerini okudum sözgelimi. Sonra onları bırakıp menkıbeleri, onları bitirip hatıratları, onlardan geçip mektupları ve sırtları yaldızlı tefsirleri okudum.” (s. 151) Aynı sayfada açık bir gönderme yer alıyor. Anlatıcı, söz ettiği kitapları bitirdikten sonra Evliya Çelebi Seyahatnâmesi’ni açıp okuyor. Seyahatnâme’nin içindeki bir hikâyenin kahramanı olan Horoz Dede, anlatıcının imgeleminde günümüze taşınıyor, gerçeğe dönüşüyor; ete kemiğe bürünüyor. “ Kalkın ey gafiller!” diye seslenen Horoz Dede, geçmişte olduğu gibi günümüzde de insanları uykudan uyandırmaya çalışıyor. Uykuların Doğusu’ndaki başka bir sayfada ise Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabı anılıyor. Borges’in yapıtlarının kendisine esin verdiğini dile getiren Hasan Ali Toptaş, anlatıcı- kahramanı aracılığıyla ona bir yazar selamı gönderiyor.

  Anlatıcı, eski öykülere sığınıp huzur bulmaya çalışıyor. O, şimdiki zamanı tam olarak yaşayamayan biridir. Bu durum, roman metnine farklı bir nitelik kazandırmaktadır. Metinlerdeki anakronik zamanlar, okura çarpıcı geliyor. Öyküleme zamanı, sık sık birbirine dönüşen farklı zamanlardan oluşuyor. Anlatı, katmanlara ayrılıyor bu zaman atlamaları nedeniyle. Bir bölümde, anlatıcı ile kahramanlardan biri olan “Badem bıyıklı adam” birlikte bir olayı anlatıyorlar. Her ikisinin anlattıkları, zaman açısından birbirini tamamlıyor. “Badem bıyıklı adam” konuşuyorken, aynı anda onun geleceğini, yazgısını anlatıcının dilinden okuyor, görüyoruz. Birbiri içinde devam eden öykülerde olay sürerken bir taraftan da olayın epey sonraki aşamalarını okuyoruz. En sonunda, masalların içinden geçip roman zamanına dönüyor; anlatıcının Haydar’la ilgili anlatımlarını okumaya devam ediyoruz.

  Zaman kavramıyla başarılı bir illüzyonist gibi oynuyor; okuru irkiltiyor Hasan Ali Toptaş. O da bu şekilde okuru uyandırmaya çalışıyor sanırım. Uykuların Doğusu gerçekten “Kalkın ey gafiller!” diyen bir roman. Okur, masal anlatılarının büyüsüne kapılıp gidiyor; kurgusal bağları şekillendirmeyi daha sonraya bırakıyor; erteliyor, neredeyse unutuyor. Bu durumda tam bir Doğulu gibi davranıyor. Anlatının içindeki büyüye kaptırıyor kendini, akıp gidiyor satırların içinde. Arada bir; özellikle zamansal kırılmalarda durup anlatının kurgusunu, katmanlar arasındaki mantıksal ilgileri görmeye çalışıyor; aklı devreye giriyor. Bu noktada okur, Doğulu zihniyeti bırakıp Batı’nın rasyonalist bakışıyla anlamlandırmaya çalışıyor romanı. Bu zamansal geçiş noktaları, aynı zamanda okurun büyüden gerçeğe döndürüldüğü, uykudan uyandırıldığı noktalar oluyor. Metinlerin içinde arada bir ortaya çıkan mızıka, parlak varlığıyla, “sessiz” sesiyle bu uyandırma işlemine yardım ediyor.

  Romandaki gerçeküstücü-fantastik unsurlar rüya ve onun mekânı olan “uyku”dan gelmektedir. Beni okur olarak etkileyen birkaç sahneye değinmek istiyorum. Bunlardan biri, yetenekli ve yaratıcı insanlara kapılarını kapatan toplumsal üstyapı kurumlarını, devleti, memur zihniyetini sergileyen “radyoevine tayin edilen uzun boylu adam”ın öyküsü. Yaratıp üretmesi için fırsat verilmeyen, budanan bir adamın yaşadıklarına tanık oluyoruz bu öyküde. Üstlerine ricacı olduğu için arkasında kuyruğunun oluşması, onu gizleyememesi, Kafkaesk bir sahne. Onursuzluğa mahkum edilen bir insanın dramıdır anlatılan. Romanda dile getirilen sel felaketinde, kentin korkunç durumu öylesine canlı betimlemelerle anlatılıyor ki insanı ürpertiyor. Sele kapılıp giden varlıklar arasında, ellerinde sımsıkı tuttukları şemsiyelerle akıp giden ölü insanların anlatıldığı satırlar çok çarpıcı. Bir de anlatıcının dayısının, bozulan ruh haliyle birlikte ellerine, ayaklarına, bedeninde belirli yerlere sürekli bakması; buralarda birikip yoğunlaşan karamsarlık nedeniyle organlarının kararıp kangren olması, çürümesi ve bunların kesilmesi… Dayının yavaş yavaş ölüme gitmesi, kangren metaforuyla anlatılıyor. Dayı, giderek, çocukların top gibi oynadıkları bir silindire dönüşüyor. Budanan bir adam o da. “Kahveci olmaya mahkum edilmiş bir öykücü” olan Dayı, romanda canlı, sevimli, farklı bir karakter oluşuyla okuru etkiliyor. Bir gün, ne yazık ki Dayı, belli bir noktaya bakışları takılıp kalan, ruh hali bütünüyle bozulmuş bir insana dönüşüyor. “Gözlerini aklına bağlayan ip kopuyor”; anlatıcının sorularını yanıtsız bırakıyor; hiç konuşmuyor. Sonra “…giderek kalınlaşan bir sessizliğin içine çekiliyor ve orada bir çeşit sessizlik çekirdeği olarak kalıyor.” (s. 219) “Yedinci katın doğusunda” yatıyor hastanede. Sonrasıysa o korkunç kangren, budanmalar…ve ölüm… Dayıdaki bu ruhsal- bedensel çürümenin, metaforik anlamının dışında, işkence gibi ağır baskı ve şiddet sonrası travmadan kaynaklanabileceği de düşünülebilir. O zaman ”yedinci katın doğusu” farklı bir mekâna dönüşür alımlamalarımızda.

  Roman kişileri, başta anlatıcı olmak üzere, Cebrail Dede, anlatıcının babası ve dayısı, gerçeklikle sorunu olan, parçalanmış karakterler. Anlatıcı, Haydar’la ilişkisini anlatırken kendi psikolojisini ele veriyor: “ Bakarken cama yansıyan yüzümün görüntüsü gitti, bir an için Haydar’ın yüzüne karıştı tabiî. Karışınca da, ben kendime dışarıdan bakıyormuş gibi oldum.” (s.130) Sanrısal varlığıyla Haydar, anlatıcının şimdiki zamanını kuşatmış gibidir. Anlatıcı, parçalara bölünen kişiliğini (varlığını) öteki kişilere aktarıyor. Anlattıkları, “badem bıyıklı adam”da olduğu gibi, zaman zaman öteki kişilerin anlattıklarının içine giriyor. Cebrail Dede, sel felaketindeki korkularını bütün yaşamına taşıyan, sarı sarı titreyen, sarı yüzlü, sarı sesli, sel suyu gibi sarı, bulanık bakışlı bir adamdır. Kendi bunalımını oğluna da yansıtmış ve aktarmıştır. Anlatıcının babası (Cebrail’in oğlu) derin sessizlikler içinde yaşamaktadır. Çevresine varlığıyla sessizlik yayar. Cebrail Dede, nerede olduğunu bilemediği düşsel bir masal kuşunun yakıcı özlemiyle, bütün ruhunu bu kuşun ardına düşürmüştür. “İnsan denen yaratığın akıl almaz labirentler, ürkütücü dehlizler zifiri karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi bir eğilim varmış çünkü.” (s.171) Hayatını masala dönüştürmek! Anlatıyı, romanı, romanda yansıyan yaşamı masala dönüştürmek… Hasan Ali Toptaş’ın başardığı da bu…

  Romanda anlatıcının dayısının özel bir önemi var. Hikâyeler anlatmayı seven, sürekli hikâyeler kuran Dayı, yazınla ilgili çok önemli sözleriyle âdeta romanın gerçek yazarının düşüncelerine aracılık ediyor: “…hikâye anlatırken kelimeleri ha bire kusmayacaksın Hasanım Ali, birçoğunu yutacak ve kâğıdın üzerine de yuttuğun kelimelerin boşluğunu bırakacaksın, derdi. Sonra bana dönerek, bazı hikâyeler kendilerini bir çeşit hikâyeler topluluğu olarak gösterirler, onları tutup herhangi bir yöne doğru yürümeye zorlama, nemelâzım, takıl peşlerine git, derdi. Sonra, zaten gerçeklerin birazı gerçek değildir Hasanım Ali, bu nedenle söyleyeceğin yalanlardan bazılarını tamamlama, bırak kubbeleri eksik olsun, derdi.” (s. 214) Dayının sözleriyle dile getirilen yazınsal yaratıcılık nitelikleri, romana da damgasını vurmuştur bence.

  Romanda derin izler bırakan iki kavramdan da söz etmek gerektiği kanısındayım. Bunlardan biri, zaman; diğeri de hız. Zaman kavramı, yazar tarafından, roman boyunca anlatıların içindeki etkileyici somutlaştırmalar, benzetmeler ve metaforlar yardımıyla yaşamla buluşturuluyor. İlk sayfada, duvarların rengini alan zaman, hafif hafif titreşiyor. Masanın üzerindeki kâğıtların şeklini alıp canlı bir varlıkmış gibi kımıldanıyor. (s.7) Romanda anlatılan mekanlarda, özellikle eski eşyaların bulunduğu ortamlarda zaman daha farklı akıyor sanki. Eski eşya satanlar da “ zamanın ücra noktalarında oturuyor.” (s.87) Bir anlatı katmanında öyküler şöyle deviniyor: “İşte böyle kaybolup gidince de zamanın derinliklerinde titrek bir el feneri gibi gezinip duran çeşitli hikâyelerin içinde bulurmuş kendini.” (s.87) Sel felâketi sırasında zamanın ağır akışının betimi olağanüstü: “ Zaman dediğimiz şey de, tıpkı oradan oraya savrulan bir duman kütlesi gibi, işte bu seslerle sessizlikler arasına sıkışıp kalıyormuş o sırada. Sıkışıp kaldığı için bir türlü geçmek bilmiyormuş tabiî ve geçmek bilmediği için de ağırlığı gittikçe artıyormuş. Kendi sınırlarının dışına taşarak, daha sonra, otobüsün tepesinde bekleyen insanların çevresinde de yankılanıyormuş bu ağırlık. Gövdelerinde de yankılanıyormuş hatta, takırdayan dişlerinde, nefes alıp verişlerinde, bakışlarında ve ruhlarında da yankılanıyormuş.” (s.113-114) Zamanın genişliği üzerine bir cümle: “ Zamanlar hem senin hem de benim aklımın alamayacağı kadar genişmiş tabii o zamanlar ve öfkeden çılgına dönen babaannemin haykırışları işte gidip bu zamanların genişliğini dolanıyor, dolanırken ne bulursa içine alıyor, alınca da evle birlikte dedemin beyninde her şeyi birbirine katan korkunç bir gürültüyle güm güm patlıyormuş.” (s183)

  Hız ve yavaşlıkla ilgili şöyle bir örnek verilebilir: “ Oluşturacağımız rüzgâr onun gövdesindeki eksikliği örtecekmiş gibi, hatırlıyorum, oldukça hızlı hareket ediyorduk o sırada. Evet, oldukça hızlı hareket ediyor, bir yandan da bu hızı dayımın gözüne batmasın diye elimizden geldiğince saklamaya çalışıyorduk.” (s.222 ve devamı)

  Hasan Ali Toptaş’ın roman ve öykülerinde en önemli öğelerden biri de sessizliktir. Bu romanında da insanların ortak özelliklerinden biri oluyor sessizlik. Kişilerden çevreye yayılan sessizlik, sanki onların ruhlarından yankılanmaktadır. Bu sessizlik bazen nesneleri kuşatır; bazen nesnelerin içinden geçer, bazen de anlatılanların soluk aldığı atmosferde yankılanır, yaşamı ses olarak dönüştürür. Bunda dilin önemli payı var elbette. Titreşimin, gölgenin, boşluğun, sessizliğin somutlaşmasını anlatabilen bir dildir, Hasan Ali Toptaş’ınki. Bu dilin iç yapısında, benzetmelerin, kişileştirme ve metaforların büyük önemi var. Somutluk kazanan soyut kavram ve varlıklar yazarın dili aracılığıyla yaşamı dönüştüren süreçlerin içinde yer alıyorlar. Anlam, nesnelerin içine girip gizleniyor, oradan insan ruhuna bakıyor sanki. Bu yolla algı kapılarımızı genişletiyor Hasan Ali Toptaş; onun anlattıkları sayesinde nesneler bambaşka bir gerçeklik kazanıyorlar. Dünyayı, nesnelerden bakarak anlatan bir dil şamanının anlattıklarıdır okuduklarımız. Böylesine farklı bir biçem, başka dillere çevrilebilir mi? Bir şiir metni başka bir dile ne kadar çevrilebilirse, o kadar. Seslere de iyi kulak veriyor Hasan Ali Toptaş. Roman yüksek sesle okunduğunda dile takılan hiçbir pürüzün ve kulağa aykırı hiçbir sesin olmadığı dikkati çekiyor. Dilin seslerini, sihirli bir flütün melodileri gibi yüreğimizden geçiriyor yazar. Romandaki metaforlar yaşama farklı bakmamızda önemli rol üstleniyorlar. Ruhsuz, düşsüz, düz bir anlatımdan kaçınan yazar, dolaylı anlatımlar, imgeler ve ses yoluyla dili güzelleştiren bir yapıt sunuyor. Böylelikle, yaşamı da güzelleştiriyor.

  Uykuların Doğusu son yıllarda yayımlanan en farklı, en sıradışı romanlardan biri. Masala dönüştürülen gerçeklerin yeni bir bakışla anlatımı... Ve biz insanlar için sessiz, gürültüsüz bir “uyanın!” çağrısı.

(*)İtalo Calvino “Amerika Dersleri” Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri, Çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, İstanbul, 2000, s.74-75.
 

   
 

Hülya Soyşekerci


2005 © Dergi H@vuz 

2001 © H@vuz Bilgi Bankası