Bazen hiçbir uğraşının, hiçbir eylemin huzur vermediği
anlar gelir insana. Bazen her şey korkunç bir kâbusa dönüşüverir. Nereye kaçsak,
hangi yöne koşsak, müthiş bir can sıkıntısı kaplar içimizi. Dilimizde kelimeler
ne hissettiğimizi betimleyebilmek için kifayetsiz kalır. Tümceler
parmaklarımızın ucundadır, ama anlatamıyoruzdur. Belki elimizde mutlu olabilmek
için sebebler vardır. Yada çok acı çekiyor, küf kokulu ıstırap duvarlarına
yaslanıyoruzdur. Ama bir türlü bizi içinden çıkılamaz hale sokan o can
sıkıntısına neyin sürüklediğini bulamayız.
İşte böyle anlarda
umulmadık bir şifaya benzer yazmak. Evet yazmak. Sizi belki o bunalımlı
halinizle kimseler dinlemeyecektir. Belki içinizi rahatça dökebileceğiniz hiç
kimseniz yoktur. Öyle biri olduğunu düşünseniz bile, inanın sizi o halinizle
kimseler dinlemek istemeyecektir. Bakmayın dinler gibi gözüküp, size
gülümsediklerine. “Üzüm, üzüme baka baka kararır”da olduğu gibi, siz
dertlerinizi gün yüzüne vurdukça, karşınızdaki, kararan bir ayna olmak
istemeyecektir.
İşte bu anlarda, karalayın defterleri, kırışmış
sayfaları, kitaplarınızın boş köşelerini. Yazdıkça ferahlar insan. İlk başlarda
acemiliktendir, insanın eli titrer yazmakta. İçindeki her şeyi bir türlü dökemez
kâğıtlara. Sanır ki bir gün birisi bu gizli defterleri ele geçirecek ve
öğrenecek bütün sırlarını. Boş verin böyle şeyleri. Keskin sirke küpüne
zarardır. Bırakalım sirke taşsın.
Yazdıkça bilinmez anlarda, bilinmez
mesafelerden ilham aldığına inanmaya da başlayabilir insan. Sanki birileri sizi
duyuyor, birileri sizi görüyordur. Sanki kelimeleri çiziktirdiğiniz yapraklar
canlıdır. Sizi hissediyordur. Böylece yazdıkça ve yazıldıkça içimizdeki
depremler, can sıkıntısı, bunalım, ihtiras, çılgın arzu, parçalanıverir
satırlara. Kimbilir günün birinde yazarak meşhur bile olabilirsiniz. Kimbilir...
Neden olmasın ki! Böylece sizi hatırlayacak birileri olur geride...
26
Ekim 2005/Pakistan
|