ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Sevgililer Gününde Sen Yoktun



    14 Şubat Sevgililer Günü’nde bir kez daha şansımı deneyecektim. O günü iple çektim. Zaman durmuştu sanki, ya da bana karşı çalışıyordu. Yaşamın beni sürüklediği son nokta, taksicilikti. Sebahaddin Ali’nin nakliyeciliğini, Orhan Kemal’in kamyon şoförlüğünü anımsayarak kendimi teselli etmeye çalışıyordum. Aydın Engin de 12 yıl Frankfurt’ta aynı işi yapmamış mıydı sanki? Son yolcumu da Woringer alanından alıp, Schiller sokağına bıraktıktan sonra, paydos ettim. Sana en uygun telefon etme zamanı, iş dönüşündü. O saatte mutlaka evde olurdun. Anacığını rahatsız etmemeye, telefonlarda onunla karşılaşmamaya özen gösteriyordum. Senin “hayır!”ların sonucu aramızın açılmasından nedense annene karşı hep kendimi sorumlu tutuyordum. Son gecemizde seni dedenin evine bıraktığında ne demişti hatırlıyor musun? “Bak oğlum, büyük kızım Almanyalara gittiğinde çok üzülmüştüm, ama şu kızı götürürsen inan çok sevineceğim; yeter artık, o da bir yuva kursun!” Ben de, senin çocuk olmadığını ve kararı kendinin vereceğini, söylemiştim. Ne yazık ki, senin kararın ikimizin de dünyasını kararttı. Hayır hayır, sadece benim, seninle ilgili kurduğum o renkli, aydınlık düşlerimi yerle bir etti. Ne istiyordun, neyi istiyordun, kimi bekliyordun, bilemiyorum. Oysa o kadar da güzel tamamlıyorduk birbirimizi. Çünkü ikimizin de geçmişte bizi olgunlaştıran acıları, yaşam deneyimlerimiz vardı. Artık yanılgılara yer yok sanıyordum. Ne ki, senin gitgellerin, zaman zaman içine kapanmaların ilişkimizi öyle bir noktaya getirdi ki, hiç yoktan birbirimizi suçlayacak şeyler aradık. Daha çok ta sen ısrar ettin bu tavrında. Kırılansa benim yüreğimdi kuşkusuz. Aslında hiç kimse aramıza girmemişti; her şeyi sen yaratmıştın kafanda. Ancak ben bunların geçici olduğuna inandırıyordum kendimi. İlerde daha sağlıklı düşündüğünde, her şeyi anlayacak ve yeniden başlayabilecektik. Seni anlattığım yakınlarım hala soruyorlar, “ne oldu, ne zaman bir araya geleceksiniz?” diye. Kafamın içinden, “belki de 14 Şubat Sevgililer Günü’nde” diyordum. İşte o gün gelmişti. Akşam telefon açacak ve sana yeniden yüreğimi sunacaktım. Senin için her zaman güzel şeyler düşlediğimi, kurduğum geleceğin temellerini senin sıcaklığınla oluşturduğumu, paylaşmanın, sevgiyi yeniden üretmenin, yaşamı yeniden keşfetmenin ancak seninle olanaklı olduğunu, bir kere daha anlatmak istiyordum telefonda.        

Geçen yıl, izinde şehrin ana caddesinde seninle karşılaşmamız, belki de her şeye yeniden başlamamızın önemli bir nedeni olabilir, diye düşünmüştüm hep. Biz kanlı bıçaklı değildik ki! Ne sen, ne de ben, birbirimizi kıracak, incitecek şeyler söylemedik. Aksine, geride, anımsanabilecek güzel günlerimiz oldu. Zaten, karşılaştığımızda, senin yüzündeki o aydınlık gülümseme bunu anlatmıyor muydu? Kahvelerimizi içerken, bir iki iğnelemeye çalıştıysan da, her şey pozitifti. Gerçi dönüşten sonra, bayramlarda ve yılbaşında attığım kartlara yanıt vermemiştin ama, olsun; sevenler daima bağışlayıcıdır bilirsin. Ve ben senin o tatlı kusurlarını çoktan bağışladım. Sen de benimkileri bağışlamışsındır sanırım?
    

Son telefonlaşmamızda, “saat 21:00’de işi bırakıyorum, 5-10 dakika sonra da evde oluyorum.” demiştin. İşte o saatlerdi aradığımda. Yüreğim hızlı hızlı çarpıyordu. Gün boyu en güzel sözcüklerden dünyanın en güzel tümcelerini oluşturmuştum senin için. Sen her şeyin en iyisine, en güzeline layıktın çünkü. Her sözcük, ilkyazları getiren bir tomurcuk, her susku, lacivertten mora çalan bir akşam, ya da yağmurların o serin ıslaklığıyla seni çoğaltan bir giz olmalıydı şimdi. Sana dokunur gibi bir elektriklenmeyle ürperdi bedenim. Yanı başımdaymışsın gibi, seni soyup, çıkardığım bulizini katlayıp başucuna koyuşum sırasındaki gülüşünle, sarılıveriyorsun boynuma. “Ay vallahi bu kadarı da fazla! Ne bu düzen!” deyip, basıyorsun kahkahayı. Sonra tenim dondu. Hayır, sen yoktun ve biz hala yüreğimizi kemiren anlamsız çekincelerin burgacında kıyım kıyımdık. Acıyan yanımızı duymazlıktan gelerek, ilk adımı kim atsın’ın hesabını yapıyorduk anlaşılan. Evet, o an gelmişti işte; aramalıydım. Sen de, inatçı, anlamsız bir gururun esiri olup yanıtsız bırakmazdın beni herhalde. Hem ne kazandırırdı ki, böyle bir yaklaşım sana. Seni sevmenin ötesinde hiçbir suçu olmayan bu adamı itmekle neyi elde edebilirdin? Kim bilir, yeni bir başlangıç, bizim için yeniden bir varoluş da sayılabilirdi, neden olmasın?     

Telefonun numaralarını yüreğim titreyerek çevirdim: Bir kere çaldı... iki kere çaldı... üç kere çaldı, kapattım. Bir soluk aldım. Bu gün cumartesiydi, belki de İzmir’e gitmiş olabilirdin. Tekrar çevirdim, bu kez daha uzun çaldırdım. Yine kapattım. Çünkü annenin açmasını istemiyordum. O an ona uydurabileceğim hiç bir şey gelmedi aklıma. Daha yeni kocası ölmüş altmış beş yaşındaki bir kadının sevgililer gününü kutlayamazdım herhalde. Ama sana ulaşmak istiyordum. Yeniden çevirdim numaraları. Telefon çalıyordu, çalıyordu... çalıyordu... çalıyordu... çalıyordu... ne ki, yanıt veren yoktu.
Her şey bitmiş miydi şimdi? Senin üzerine kurduğum düşlerim, o, beraberliğinle gökkuşağı renklerine boyanmış ilkyazlarım, size yürüyerek beş dakika olan evimin içinde gezinişlerin, balkonda çay sohbetlerimiz, edebiyat tartışmalarımız, hepsi hepsi, bitmiş miydi gerçekten. Mesafeler bu kadar insafsız olabilir mi dersin? Onca güzellikler, yaşanmaya hazır onca an, telefonun bir sinyaline mi bağlıydı?
        

        Sahi, neden yoktun o akşam? Neden yanıtlamadın beni?
        Şu an yaşamım yanıtsız kaldı, biliyor musun?
        Yeni bir telefon yeni bir başlangıç olabilirdi oysa!

        -Şimdi, şansımı denemek için bir dahaki yılı mı beklemeliyim sence?...


   
 

Ali Özenç Çağlar


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi