ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Raşel Rakella Asal ile Söyleşi




Yazın dünyamıza üç kitapla girdiniz. Bu, belli bir birikiminiz olduğunu gösteriyor bize. Yazın serüveni herkes için farklı ilerler. Sizin serüveniniz nasıl başladı?

Kafanızda hiçbir kitap kurgusu, kitap düşüncesi yoksa ve bir şeyler karalayayım, bakayım ne çıkacak diye yazmaya girişmişseniz bu sonsuz bir boşluktur her şeyden önce. Hiçlik gibi. Bembeyaz, çıplak bir kağıt parçasının karşısına geçmek ilk önce ürkütücüdür. Tüm çelişkilerinizin, korkularınızın karşı konulmaz hücumuna uğrarsınız. O size, siz ona direnirsiniz, ilk başta. Aşılması zor bir şeydir. Ve bu yazma macerası kuru, çıplak, yankısız, uzak ve geleceksizdir. Böyle bir yazının karşısına oturabilmek için yazdığınızdan daha güçlü olmanız gerekir. Bir bilinmeze doğru yol alırsınız. Yazma edimi ilerledikçe kitap gelişir, kendi yazgısını, kendi yönünü çize çize ilerler. İlk kitabım “Volga Hüznü” böyle oluştu. Rusya seyahatim boyunca tuttuğum notlardan, günlüğümden yola çıkarak... Hadi bakalım, yaz da görelim neler yaptığını dercesine, adeta kendimi tehdit edercesine yazmaya giriştim. O dönemde hiç güvenim yoktu kendime. Birden kendimi topladım. Bugün yazmıyor olmaktansa, bugün cesurum diyebilmek için diye kendime komut verdim. Yazdığım ilk cümlenin peşinden koştum.

“Duyuyor musun Kalbim?” adlı kitabınız İspanya’da bir gezi sırasında... Bizi alıp İspanya iç savaşının ortasına bırakıveriyor. Çok etkileyici bir anlatımınız var. Neden İspanya ve neden iç savaş?

İspanya’da aldığım dil eğitimi boyunca, İspanya iç savaşının o ülkede açmış olduğu yaraya yakından tanıklık etmiştim. O devrin toplum üzerindeki etkisini hem derslerde işliyorduk, hem de toplumun içine karışınca hissedebiliyordunuz. Ders aralarında, kafelerde yaşlı savaş mağdurları ile karşılaşıp konuşuyorduk. O konu üzerinde iyice yoğlaşmak istedim. Kitaplara sarıldım. Böylece “Duyuyor musun Kalbim?” kitabım oluştu.
Sanat tarihinde belirli bir yeri olan Picasso’nun, ünlü ‘Guernica’ tablosundan yola çıkarak İspanya iç savaşını anlatmak istedim. Bu tablonun parçalanmışlığını kavramaya, ana izleklerini yakalamaya çalıştım. Gerek ‘Guernıca’ tablosunun bütününde, gerekse bölük pörçük parçalarında işime yarayacak her türlü malzemeyi toplamaya giriştim. Bunu yaparken İspanyol halkının iç savaşta yaşadığı acıları, savaşın kendisini, savaşın yarattığı dehşeti, bir halkın direnişini anlamak ve anlatmak istedim.

Görkemli görünümünü ardında ayrıntılı, belirleyiciliğinin yanında karmaşık, ilk izlenimde kolay kolay kendini ele vermeyen ‘Guernıca’, beni kendinin tutsak seyircisi yapmıştı sonunda. Karşımda ölçülebilen boyutlu, işlenmiş, sonsuza dek bölünebilir bir resim vardı. Ben ise ölçülmeyen, boyutsuz, bölünmez duygu yoğunluğum ve hüznümle baş başaydım.

“Volga Hüznü” adlı kitabınız, St. Petersburg’dan başlayıp Volga üzerinden Moskova’ya doğru bir geziyi anlatır gibi; ancak sıradan bir gezi kitabı değil bu. Bir yandan gezilen yerler anlatılırken, bir yandan da Tolstoy’a , Gogol’a, Puşkin’e de uzanıyor. Zamanın ve edebiyatın içinde gezinir gibisiniz. Bu kitabın oluşumunu bir de sizin ağzınızdan dinleyelim.

Malraux her kitap bir otobiyografidir der. Her yazar kendi hayat deneyiminden yola çıkmadan yazamayacağına göre, her yazar yapıtına kendi kişisel izlenimlerini yansıtacaktır. Romanın çıkışındaki temel metaforun yolculuk olduğunu roman kuramcılarının hemen hepsi şu ya da bu şekilde dile getirmişlerdir. Yeni çağın bireyi gelişen, değişen, büyüyen, olgunlaşan birey olarak görülmektedir; o artık temel bir özellikle belirlenmiş tek boyutlu, değişmez bir kişilik değildir. Kısaca yaşam ve yaşamla gelen her şey bir kişisel yolculuktur. Buna okumak da dahildir. Okur kitabı bitirdiğinde değişmiş sayılır. Okumak ta her türlü değerlendirmeyi, hatta hesaplaşmayı içeren bir değişim süreci, bir yolculuktur. Bu yolculukta yazar ve okur tam anlamıyla birer yoldaştır. Her yapıtta yazarın yaratıcılık serüveni ile okurun okuma yolculuğu birbirini takip eder.

Tüm yolculuklar kendi içimize yaptığımız yolculuklara dönüştüğünde daha anlamlı, bir o kadar da zenginleştirici ve öğretici olmazlar mı? Gezdiğim topraklardan yansıyan görüntüler eşliğinde, o coğrafyadan etkilenimlerim, ülkelerinin tarihini sorgulayan büyük ustaların, Puşkin’in, Tolstoy’un , Gogol’un ve Dostoveyski aracılığı ile o tarihi anlamaya çalıştım. Böylece zengin edebi göndermelerle yüklü bir edebi serüvene yol aldım.

“Her şey sanki bir eski zaman düşünde şimdi” adlı kitabınızda kendi öykünüzle anneannenizin yaşam öyküsü harmanlamışsınız. Alttan bir de aşk acısı görülmekte. Bu kitabı da biray açalım mı?

“Aşktan geriye hiçbir şey kalmıyor, anılar bile” diye düşünür Marguerıte Duras. Yaşamı yaşandığı biçimiyle yansıtmanın zorluğu beni düşsel bir sevgiliyi kurgulamaya itti. Bu düşsel sevgiliye anneannemin yaşam öyküsünü anlatıyorum. Bunu iki nedenle yaptım. Kaleme aldığım yaşam öyküsü 1950- 1960’ların yoksul İzmir Yahudi cemaatinden kesitler taşıyordu. Bu hüzünlü tabloyu araya bir aşk teması yerleştirerek hafifletmeye çalıştım. İkincisi bu düşsel sevgili ile hiçbir ilişki gerçekleşmez. Yaşanmayan, yalnızca düşlenen bir aşktır bu. Yaşanmamışlığı ile böylece aşk ta kutsallaşır. Oysa alt motifte, yaşanmış ve yıpranmış bir aşk vardır. Aşk yıpransa da , mutsuzluk verse de kaçınılmaz olandır. Gerekli olandır. Sevmek, kaçınılmaz olduğu kadar olanaksızdır da.

Bağımsızlığına düşkün, toplumun kendisine biçtiği kişiliği kabullenmeyen, kendine ait bir hayat parçasına sıkıca sarılmış, kısaca kendi olma savaşını veren bir kadın tipi canlandırılır. Ben –anlatıcı, kendini... ‘Tecavüz ediyorum düşlerimde sevgilime. Ne de olsa “taşaklı kadınım” ben, diye tanımlar. (S 87) Sayfa 88 de Sandra Gilbert ve Suzan Gubar’ın “The mad women in the Attic” adlı yapıtına değinilir.

Anneannenizin yaşamı gerçekten çok ilginç. Neden onu tek başına bir roman olarak düşünmediniz?

İnsan kalabalığından, uzun sürelerden, ayrıntılı mekan betimlemelerinden kurtarmakla bir metni en yalın biçimiyle bir yaşam kesitini vermeyi amaçladım. Her şeyi bilen ve gören anlatıcının yerine çocukluğundan başlayarak büyüyen, öğrenen, yaşayan ve yaralanan anlatıcıyı seçtim. Tüm yaşanmışlıklar hep insanlara dair. Ne kadar büyürsek büyüyelim o saf, biçare, habersiz çocuğun sesini yitirmemek bizleri zenginleştirendir diye düşünüyorum.
Geleneksel ve alışılagelmiş her şeyi bir yana bırakıp değişik bir kurguya yöneldim. Yazı kimi zaman bir sessizlik, kimi zaman bir yalnızlık, kimi zaman bir çığlık olur. Ama yazı her zaman bir gizemdir. Ben de böylesi bir kurguyla bu gizemi yakaladığıma inanıyorum.

Edebiyat dünyası da yaşam kadar sonsuzluğu ile bize sonsuz olanaklar sağlar. Barthes’a göre iyi edebiyat metinleri okuru kendinden geçiren metinlerdir. Bilinen kalıpları altüst ederek, şaşırtan, sarsan, kişiyi kuşatan zevk metinleridir, edebi metinler. St. Exupery’nin “Küçük Prens”i Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”i , Richard Bach’ın “Martı”sı cılız cüsseleriyle evrensel edebiyat tarihine geçtiklerine göre edebi bir yapıtın değerinin onun cüssesiyle orantılı olmadığı anlaşılır.

Son değindiğimiz kitabınız romana geçişi mi muştuluyor bize?

İlk üç kitabım yazarlığa uzanan dolambaçlı bir yoldan geçmem ve kendi çizgimi bulabilme girişimimdi diyebilirim. Zaman ne getir bilemiyorum.

Yazın dünyasında yeni bir sessiniz. Kitaplarınınız bir arayış içinde olduğunuz izlenimini veriyor. Bundan sonraki çalışmalarınız neler olacak?

Orhan Peker ‘Ressamın paleti kurumamalı’ dermiş. Bence bu söz tüm sanat dalları için geçerli. Bugün geldiğim çizgiyi yok sayarak, çıktığım yolda yeniden doğmak için yazıya sıkı sıkıya sarılmam gerektiğini biliyorum. Kitaplarımı oluştururken araştırmacı yazarlığın büyüsüne kapıldım. Bu çizgide ilerleyeceğimi söyleyebilirim. Bizim gibi as okuyan toplumlarda okuyucuya, yol açan bir bakış açısı kazandıran okuyucuya okurken bir şeyler ekleyen, Turgay Gönenç’in de savunduğu gibi ‘okuyucuyu yazının karşısında edilgen değil,
etken bir okur oluşturmak’ düşüncesine katılıyorum.

Üç kitabın ayrı ayrı yazılış aşamasında neler yaşadınız? Nasıl bir iç yolculuğunuz vardı?

Herkes gibi ben de çok otel gördüm hayatımda, birçok, pek çok otel; kentten kente, ülkeden ülkeye. Yazmak için bir otel odasını seçmekle başladı her şey. ‘Ev yaşamına’ sırt çevirmek kolay olmasa bile, bunu bile isteye seçmek yazma eyleminin bendeki tutkusunun dışavurumuydu. Yazma ediminin olmazsa olmaz koşuluydu. ‘Duyuyor musun kalbim?’ kitabımdan bir alıntı daha açıklayıcı olacak sanıyorum. ‘Kaybolmak ve yol almak. Kaybolmak ve yolculuk. Kaybolmayı bu kez başarabilirsem! Yalnızca çekip gitmek... Çekip gitmek kendi kendimden, ülkemde olmaya yargılı olduğum insandan uzaklaşmak... Bir kez olsun yaşama karışmak.’

Nasıl yazıyorsunuz?

Okumak yalnızlıktır. Yazmak daha koyu bir yalnızlıktır. İnsan yalnız başına okur, bir başkasının yanında bile. Oysa yazmak eyleminde yazar tüm dünyanın yalnızlığına kuşanır. Her yere yalnızlık sinmiştir; her yeri kuşatmıştır. Aynı zamanda yazmak disiplindir. Gözyaşıdır yazmak. Yazı yaşamın ta kendisidir. Yazı kendinle hesaplaşmaktır. Kendiyle kapışmaktır. Yazmak?...Yapamam...İtiraf et kendine yazamıyorsun derim kendime. Sorular sorar, cevaplar üretirim. Ve birden oturup yazar bulurum kendimi. İşin en korkunç yanı da budur. Kendi yeterliliklerim ve yetersizliklerimle baş başayımdır. Yazın hayatımın kökü bu gel-gitlere uzanıyordu. Yazın serüveninin derinliklerinde kör karanlığa yakalanıyordum. Ya kör olacaktım ya da aydınlığa kavuşacaktım.

Hangi edebiyatçılardan etkilendiniz?

Edebiyatı sevmek annelik duygusu ile eş anlam taşıyor benim için. Nasıl ki bir anne çocuklarından her birine aynı sevgiyi, aynı özeni gösterirse ben de tüm edebiyat yapıtlarını aynı ölçüde seviyor , onları okudukça da onlara bağlandığımı görüyorum. Kitaplar benim
sevgili çocuklarım, yazarlar da sevgililerimdir.

Anneannenizi anlattınız kitabınızda anneannenizi işlerken neler hissettiniz?

Bir gün annem Cuma akşam duasından evvel havrada toplumuna hizmet eden kişiler adı altında yedi dakikayı geçmeyen konuşmaların yapıldığını, o hafta da anneannem hakkında bir konuşma yapılacağına haber vermişti. Çok büyük bir hevesle bu konuşmayı dinlemeye gittiğimde büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Konuşan kişi Ankara’dan gelmiş, İzmir Yahudi cemaatine sonradan katılmış, anneannemi pek tanımadığı gibi birkaç derleme bilgi ile anneannem hakkında konuşuyordu. Anlattığı kişi anneannem değildi. O günlerde içimdeki o isyan beni bu kitabı yazmaya iten nedendir. Anneannemi ancak ben anlatabilirdim. İkinci bir nokta da, toplumu için fedakarca çalışmış, hayatını toplumuna adamış bu koca yürekli kadını toplumu çok çabuk unutmuştu. Ölümünden yirmi üç yıl sonra onu yaşatmayı kendime borç bildim. 

* Raşel Rakella Asal'ın "Volga Hüznü" adlı 

yapıtını arkadaşımız Hülya Soyşekerci, 

              şubat sayımızda sizler için irdeledi ve bir inceleme yazdı.                             http://www.dergi.havuz.de/subat/hulyasoysekerci.htm

Raşel Rakella Asal Kimdir?
1949’da İzmir’de dünyaya geldi. 1969’da İzmir Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi. 1969’da İngilizce ve Fransızca dillerinde "Ülkesel Turist Rehberlik Kokartı"nı aldı. Lozan’da “Diavox Institut Moderne de Langues”, Paris’te “Cours de Civilisation Française de la Sorbonne”, Besançon’da “Universite de Frache-Comte Cours de Français”, Royan’da “Centre Audiovisuel de Royan pour l’etude des Langues”da kurslara devam etti. Besançon’da sanat tarihi derslerine, Paris’te Louvre Müzesi’nin sanat tarihi seminerlerine katıldı.

1992’de Besançon’dan Fransızca "Yeterlilik Sertifikası", 1995’te İspanya’nın Salamanca kentinde "Escuela Salmantina de Estudios İnternacionales" dan"İleri Düzey İspanyolca Belgesi" aldı.

1997-2000 yıllarında Ankara’da Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfında yazarlığa hazırlık, uygulamalı yazarlık, yazın-felsefe ilişkisi seminerlerine katıldı. İki çocuk annesi olan yazar, çalışmalarını İzmir’de sürdürmektedir.

   
 

Söyleşi/ Gülseren Engin


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi