ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Film Gibi


Sonsuzluğa Armağan Edeceğiniz Bir Anınız Var mı?


Hayat dediğimiz nedir ki? Ana rahmine düştüğümüz andan itibaren çevrilen; bir kum saatinin taneciklerinin tükenmeye başlamasından öte. O an saat çevrilir ve kum taneleri o dar boğumdan düşerek azalmaya başlar. Hayat diye yaşadığımız aslında bir geri sayımdır; farkında olmadığımız, akan kum taneciklerinin hiç bitmeyeceğini sandığımız.

Kiminin saati büyüktür uzun sürer bu akış, kiminin saati küçüktür yormadan biter geri sayım. Kiminin ise daha akacak çok kum tanesi varken vakitsiz kırılıverir ince belli camdan kaderi. Dağılır dört bir yana yaşanmadan zayi olan taneler. Her bir tane bir ateş olup düşer vakitsiz gideni sevenlerin ocağına. Yanar yürekler, acıyla kıvranır teselli cümlesi kuramayan diller.

Ve bizler soluk alıp verdiğimiz sürece sanırız ki bizim saatimizdeki kum hiç bitmeyecek, bizim camdan kaderimize felek hiç tekme atıp kırmayacak. Başkaları içindir ölüm, başkaları içindir kederler, elemler, zamansız göçmeler.

“Her canlı bir gün ölümü tadacaktır”, ayeti dilimizde kabul gören bir cümle, içimizde ise asla tanışılmak istenmeyen bir yabancıdır. Biz o yabancı ile yollarımız hiç kesişmeyecekmişçesine yaşarız. Günleri, ayları, yılları; ısırdığı lokmaları çiğnemeden, ağzındaki nimetin tadını bile almadan midesine indiren arsız oburlar gibi yer, yutarız. Aceleyle, çiğnemeden yuttuğumuz her anın şişirdiği ruhumuzu, koşuşturarak yaşadığımız hayatımızın sıkıştırdığı yüreğimizi, yaldızlı bedenimizin içine tepiştirip; günleri, ayları aynı aymaz oburlukla çiğnemeden yutmaya devam ederiz. Bütün bunları yaparken de yaşıyoruz sanırız.

Nedir yaşamak? Nefes alıp vermek mi? Deli gibi çalışıp büyük bir eve, lüks bir arabaya kavuşmak mı? Spot ışıklarının altında, alkışlar arasında bir ödülü kucaklamak mı? Doktor, mühendis olacak evlatlar yetiştirmek mi? 40-50 yaşına kırışıksız buruşuksuz bir bedenle gelebilmek mi? Bir aşkın içinde aklı, fikri uçurup kaybolabilmek mi?

Güzel cümleler, güzel sorular bunlar; yaldızlarla bezenmiş, hepimizin defalarca kurduğu ya da duyduğu. Ama sadece cümleler bunlar, cümleler! Beylik! Sıradan! Her birimizin dilinde olup da hayatımızda kendisine oturacak yer bulamayan zavallı cümleler! Dost meclislerinde konuşanların dilinden ortalığa bilmişlik cilası çekmek üzere savrulan zavallı cümleler!

Oysa çok sıkı bir sorusu ve cevabı varmış yaşamak nedir sorusunun. “Sonsuzlukta kendinizi var edecek bir anınız var mı?” sorusuna evet diyebilmekmiş.

Biliyorum anlaşılmaz bir soru/cevap bu ve belki de hiç aklınıza gelmeyen bir anlam yaşamak adına...

Benim de aklıma hiç gelmemişti -ta ki- o Japon filmini seyredene kadar. İnsanı sarsan, sonsuz bir sükûnet içinde duvarlara çarpıp, ruhunu yüreğini kan içinde bırakan bir filmdi. Kanallar arasında gezinirken bir replik ile beni yakalayan, ardından iki saat boyunca çakılıp kaldığım koltukta beni bin parçaya bölerek biten o filmi…

Mütevazı bir apartmanda, bizim devlet dairlerinin sıradanlığında döşenmiş daire düşünün. Film böyle bir ortamda başlıyor. Kadın, erkek, genç, yaşlı sekiz-on insan geçen haftanın kritiğini yaparak yeni bir haftaya hazırlanıyor. Bu arada apartmanın girişinden insanlar gelmeye kayıt yaptırmaya başlıyor. Yaşlı, genç, kadın ve erkek…

Bunların görevlilerle konuşmaya başladıklarında anlıyorsunuz ki, o insanlar o hafta içinde ölenler. O anda anlıyorsunuz ki film bizim inancımıza göre Araf’a karşılık gelen bir yerde geçiyor. Bir fark var ama arada. Onlar Araf muadili olan o yerden cennete ya da cehenneme gitmiyorlar. Gidecekleri yer sonsuzluk. Sonsuzluğa karışmanın şartı ise hayatlarından kendi isteklerine göre bir anı seçmeleri. Gün veriliyor insanlara pazartesinden çarşambaya kadar ve seçiminizi yapın deniyor. Siz seçiminizi yapıyorsunuz, seçtiğiniz an görevliler tarafından doğru mu diye kontrol ediliyor. Doğruya ulaşıldıktan sonra cumartesi günü anınızın filmi çekiliyor ve siz o filmden sonra sonsuzluğa karışıyorsunuz. Geride bu evrende var olduğunuzun kanıtı olarak sadece “o anınız ve o film” kalıyor.

Bütün bunlar insana böyle anlatınca basit ve kolay geliyor. Bir anı seç, filme alınsın sonra da sonsuzluğa git. Ne var ki bunda diyesi geliyor insanın. Eminim ki çoğunuz da hemen aklınıza üşüşen bir anıyı hatırlayıp hemen ne var bunda dediniz bile. Haklısınız, ben de aynısını dediğim için biliyorum. Ancak bildiğim bir diğer şey ise bunu söylemenin dile kolay olduğu, bu kolaylığın da bizlerin hala bu dünya ölçüleri ile düşünmesinden kaynaklandığı. Çünkü hala nefes alıp veriyoruz ve hala saatimizde daha akacak çok kum tanesi olduğunu sanıyoruz.

Oysa dile kolay gelenin filmi seyrederken hiç de kolay olmadığını anlıyorsunuz. Her karede, her replikte tarifi imkânsız bir çaresizliğin içinde çırpınmaya başlıyorsunuz. İnsanın kafasına kafasına vuruyor oradaki karakterlerin sonsuzluğa götürecekleri bir anı bulmak için çırpınmaları. Hayatlarındaki boşluklar, nafile çabalamalar, yanlışlar, insani zaaflarla yüzleşmeleri…

Hayatlarını belki de ilk defa gözden geçiriyordu insanlar. Yutar gibi yaşadıkları, farkına varmadan tükettikleri ömürlerini, bir yabancı gibi inceliyorlardı. Bir anı, bir an bulabilmek için. Buldukları o anı ile bu evrende biz de var olduk, biz de yaşadık diyebilmek için. Üç gün boyunca didik didik ediyorlardı hayatlarını ve kendilerini yakıp kavuran bir çaresizliğe teslim olup, anı olsun diye anlar seçiyorlardı.

Seçtikleri anları anlatırken görevlilere başka gerçekler dikiliyordu karşılarına, telafisi imkansız.

Bir adam sonradan eşi olacak kadın ile tanıştığı anı seçiyordu. Bir masa başında konuşuyorlar ve adam “sinemayı çok sevdiğini” söylüyor kadın da “ben de çok severim” diyerek filmlerden bahsediyordu heyecanla. Ve adam seçtiği bu anısını anlatırken görevliye diyordu ki “biz otuz yıllık evliliğimizde hiç sinemaya gitmedik”. Adamın bu cümleyi söylerken yüzünde oluşan ifade bir balyoz gibi iniyordu sizin de kafanıza. Kendi hayatınızdan benzer gerçekler bir bir karşınıza geçip size parmak sallamaya başlıyordu.

Bir kadın; birçok adam tarafından incitildikten sonra tanıştığı zarif bir adamla yaşadığı aşktan bir geceyi seçiyordu. “Bir otelde buluştuklarını, birbirlerini çok sevdiklerini” söylüyordu. “Sonradan adamın evli olduğunu anladığını ama buna rağmen adam için çok mücadele ettiğini...” aktarıp bu anı ile sonsuzluğa gitmek istediğini söylüyordu. Ancak görevliler kadının anlattıklarını araştırırken kadının bahsettiği otelin çok önceden yıkıldığını, tarihlerin tutmadığını tespit ettiklerinde kadın şaşkınlık ve utanç dolu bir yüzle hıçkırarak “Ama ben onu çok bekledim, çok bekledim...” diyerek kendisine söylediği en büyük yalanının acısı ile yüzleşiyordu. Oysa o, nefes alıp verirken o anı yaşadığına inandırmış ve ömrü boyunca o geceyi mutlu bir gece olarak kaydetmişti hafızasına. Olduğu gibi değil olmasını istediği gibi ve kendisini de buna öylesine inanmıştı ki…

Film akıyor, karakterler, replikler vasıtasıyla böyle daha birçok insanı zaaflar, yanılgılar, acılar, nafile yaşanmış ömürler bir bir insanların önüne seriliyordu. Kısa/ uzun ama çoğunlukla boşa geçen ömürlerden çoğu anı olsun diye anlar seçiliyordu.

Seçilen anılar son derece basit bir düzenek içinde filme alınıyor ve anlar kalıyor insanlar sonsuzluğa karışıyordu. Giden her insandan geriye, bu evrene armağan, bu alemde var olduğuna kanıt olarak sadece o anların filmi kalıyordu. Ve görevlilerin yeni gelenlerle (ölenlerle) ilgili toplantılarının başladığı yerde film bitiyordu.

İşte o anda, kapatırken TV’nin düğmesini yeni bir film akmaya başlıyor gözlerinizin önünden, sizin filminiz. Aklınızda sorular, yüreğinizde depremler, elinizde çaresizlikler, ruhunuzdan oluk oluk akan kan ile.

Filmi seyretmeye başladığınız an ile, eş zamanlı yaşamaya başladığınız sarsıntılardan sersemlemiş bir halde, kendinizle çetin bir hesaplaşmaya girişiyorsunuz.

Film başladığında ne var ki bunda deyip seçtiğiniz o anın aslında bu evrende ben de var oldum denmeyecek kadar değerli olmadığını acıyla fark ediyorsunuz. Devirdiğiniz yılların yaşanmışlıklarını tekrar tekrar gözden geçirip -bir başka anı, bir başka anı- diye kıvranırken, anları sonsuzluğa götürecek sihrin yürekli olmakta yattığını fark ediyorsunuz. Yol ayrımlarında, kritik anlarda sergilediğiniz yüreksizliğinizle göz göze gelip başınızı utançla önünüze eğiyorsunuz.

Hayır, “ben bu kadar da boş yaşamış olamam!” diye hallaç pamuğu gibi atarken devrilen yılları bulduğunuz güzel anılarda yüzünüze yayılan gülümseme donup kalıyor. Gerçek diye hatırladığım, bohçalayıp sakladığım bu an ne kadar doğru şüphesi ile kıvranmaya başlıyorsunuz. Bu güzel anı, “ben yaşadım mı yoksa yaşadığımı mı sanıyorum?” diye kanıtlar aramaya başlıyorsunuz. Nisyan ile malul hafızanız elinizden tutmazken, kendini korumaya programlanmış beyniniz size -yaşamıştın- cümlesi ile yardıma koşuyor. Siz de biliyorsunuz yaşamıştın diyen beyninizin durumu kurtarmaya çalıştığını ama inanıyor; daha doğrusu inanmayı seçiyorsunuz.

Serseme döndüğünüz koltuğunuzda kendinizle sürerken savaşınız; amalarınızın işe yaramadığını, fakatlarınızın tedavülden kalktığını, keşkelerinizin alım gücünün kalmadığını dehşetle fark ediyorsunuz.

Devrilen yıllardan geriye kalanların hoş olduğunu ama sizi sonsuzlukta temsil edecek kadar değerli olmadığını, olabilecekleri yüreksizliklerinize, korkaklıklarınıza, aymazlıklarınıza yem ettiğinizi, dilinize yapışıp kalan ahlarla savuruyorsunuz geceye.

Kendinize acırken, hem de çok acırken son bir cümle dökülüyor dudaklarınızdan: Dışarıdan bakıldığında birçok yıldızın başımın üstünde parladığı şu imrenilesi hayatımda, “bu alemde ben de var oldum” diye gururla yanıma alıp, sonsuzluğa armağan edeceğim bir anım bile yok!

Bu cümle dökülürken dilinizden, içinizden sadece sizin duyacağınız bir fısıltı yükseliyor, dua niyetine: İnşallah kalan ömrümde böyle bir anı yaşayacak fırsatım, o anı değerlendirecek kadar cesaretim, gerçekleri olduğu gibi saklayacak sağlam bir yüreğim olur.



   
 

Feray Ulak


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi