Sonsuzluğa Armağan Edeceğiniz Bir Anınız Var mı?
Hayat
dediğimiz nedir ki? Ana rahmine düştüğümüz andan
itibaren çevrilen; bir kum saatinin taneciklerinin
tükenmeye başlamasından öte. O an saat çevrilir ve kum
taneleri o dar boğumdan düşerek azalmaya başlar. Hayat diye
yaşadığımız aslında bir geri sayımdır; farkında olmadığımız, akan kum
taneciklerinin hiç bitmeyeceğini sandığımız.
Kiminin saati büyüktür uzun sürer bu akış, kiminin
saati küçüktür yormadan biter geri sayım. Kiminin
ise daha akacak çok kum tanesi varken vakitsiz kırılıverir ince
belli camdan kaderi. Dağılır dört bir yana yaşanmadan zayi olan
taneler. Her bir tane bir ateş olup düşer vakitsiz gideni
sevenlerin ocağına. Yanar yürekler, acıyla kıvranır teselli
cümlesi kuramayan diller.
Ve bizler soluk alıp verdiğimiz sürece sanırız ki bizim
saatimizdeki kum hiç bitmeyecek, bizim camdan kaderimize felek
hiç tekme atıp kırmayacak. Başkaları içindir
ölüm, başkaları içindir kederler, elemler, zamansız
göçmeler.
“Her canlı bir gün ölümü tadacaktır”,
ayeti dilimizde kabul gören bir cümle, içimizde ise
asla tanışılmak istenmeyen bir yabancıdır. Biz o yabancı ile yollarımız
hiç kesişmeyecekmişçesine yaşarız. Günleri, ayları,
yılları; ısırdığı lokmaları çiğnemeden, ağzındaki nimetin tadını
bile almadan midesine indiren arsız oburlar gibi yer, yutarız.
Aceleyle, çiğnemeden yuttuğumuz her anın şişirdiği ruhumuzu,
koşuşturarak yaşadığımız hayatımızın sıkıştırdığı yüreğimizi,
yaldızlı bedenimizin içine tepiştirip; günleri, ayları aynı
aymaz oburlukla çiğnemeden yutmaya devam ederiz. Bütün
bunları yaparken de yaşıyoruz sanırız.
Nedir yaşamak? Nefes alıp vermek mi? Deli gibi çalışıp
büyük bir eve, lüks bir arabaya kavuşmak mı? Spot
ışıklarının altında, alkışlar arasında bir ödülü
kucaklamak mı? Doktor, mühendis olacak evlatlar yetiştirmek mi?
40-50 yaşına kırışıksız buruşuksuz bir bedenle gelebilmek mi? Bir aşkın
içinde aklı, fikri uçurup kaybolabilmek mi?
Güzel cümleler, güzel sorular bunlar; yaldızlarla
bezenmiş, hepimizin defalarca kurduğu ya da duyduğu. Ama sadece
cümleler bunlar, cümleler! Beylik! Sıradan! Her birimizin
dilinde olup da hayatımızda kendisine oturacak yer bulamayan zavallı
cümleler! Dost meclislerinde konuşanların dilinden ortalığa
bilmişlik cilası çekmek üzere savrulan zavallı
cümleler!
Oysa çok sıkı bir sorusu ve cevabı varmış yaşamak nedir
sorusunun. “Sonsuzlukta kendinizi var edecek bir anınız var
mı?” sorusuna evet diyebilmekmiş.
Biliyorum anlaşılmaz bir soru/cevap bu ve belki de hiç aklınıza gelmeyen bir anlam yaşamak adına...
Benim de aklıma hiç gelmemişti -ta ki- o Japon filmini seyredene
kadar. İnsanı sarsan, sonsuz bir sükûnet içinde
duvarlara çarpıp, ruhunu yüreğini kan içinde bırakan
bir filmdi. Kanallar arasında gezinirken bir replik ile beni yakalayan,
ardından iki saat boyunca çakılıp kaldığım koltukta beni bin
parçaya bölerek biten o filmi…
Mütevazı bir apartmanda, bizim devlet dairlerinin sıradanlığında
döşenmiş daire düşünün. Film böyle bir ortamda
başlıyor. Kadın, erkek, genç, yaşlı sekiz-on insan geçen
haftanın kritiğini yaparak yeni bir haftaya hazırlanıyor. Bu arada
apartmanın girişinden insanlar gelmeye kayıt yaptırmaya başlıyor.
Yaşlı, genç, kadın ve erkek…
Bunların görevlilerle konuşmaya başladıklarında anlıyorsunuz ki, o
insanlar o hafta içinde ölenler. O anda anlıyorsunuz ki
film bizim inancımıza göre Araf’a karşılık gelen bir yerde
geçiyor. Bir fark var ama arada. Onlar Araf muadili olan o
yerden cennete ya da cehenneme gitmiyorlar. Gidecekleri yer sonsuzluk.
Sonsuzluğa karışmanın şartı ise hayatlarından kendi isteklerine
göre bir anı seçmeleri. Gün veriliyor insanlara
pazartesinden çarşambaya kadar ve seçiminizi yapın
deniyor. Siz seçiminizi yapıyorsunuz, seçtiğiniz an
görevliler tarafından doğru mu diye kontrol ediliyor. Doğruya
ulaşıldıktan sonra cumartesi günü anınızın filmi
çekiliyor ve siz o filmden sonra sonsuzluğa karışıyorsunuz.
Geride bu evrende var olduğunuzun kanıtı olarak sadece “o anınız
ve o film” kalıyor.
Bütün bunlar insana böyle anlatınca basit ve kolay
geliyor. Bir anı seç, filme alınsın sonra da sonsuzluğa git. Ne
var ki bunda diyesi geliyor insanın. Eminim ki çoğunuz da hemen
aklınıza üşüşen bir anıyı hatırlayıp hemen ne var bunda
dediniz bile. Haklısınız, ben de aynısını dediğim için
biliyorum. Ancak bildiğim bir diğer şey ise bunu söylemenin dile
kolay olduğu, bu kolaylığın da bizlerin hala bu dünya
ölçüleri ile düşünmesinden kaynaklandığı.
Çünkü hala nefes alıp veriyoruz ve hala saatimizde
daha akacak çok kum tanesi olduğunu sanıyoruz.
Oysa dile kolay gelenin filmi seyrederken hiç de kolay
olmadığını anlıyorsunuz. Her karede, her replikte tarifi imkânsız
bir çaresizliğin içinde çırpınmaya başlıyorsunuz.
İnsanın kafasına kafasına vuruyor oradaki karakterlerin sonsuzluğa
götürecekleri bir anı bulmak için çırpınmaları.
Hayatlarındaki boşluklar, nafile çabalamalar, yanlışlar, insani
zaaflarla yüzleşmeleri…
Hayatlarını belki de ilk defa gözden geçiriyordu insanlar.
Yutar gibi yaşadıkları, farkına varmadan tükettikleri
ömürlerini, bir yabancı gibi inceliyorlardı. Bir anı, bir an
bulabilmek için. Buldukları o anı ile bu evrende biz de var
olduk, biz de yaşadık diyebilmek için. Üç gün
boyunca didik didik ediyorlardı hayatlarını ve kendilerini yakıp
kavuran bir çaresizliğe teslim olup, anı olsun diye anlar
seçiyorlardı.
Seçtikleri anları anlatırken görevlilere başka gerçekler dikiliyordu karşılarına, telafisi imkansız.
Bir adam sonradan eşi olacak kadın ile tanıştığı anı seçiyordu.
Bir masa başında konuşuyorlar ve adam “sinemayı çok
sevdiğini” söylüyor kadın da “ben de çok
severim” diyerek filmlerden bahsediyordu heyecanla. Ve adam
seçtiği bu anısını anlatırken görevliye diyordu ki
“biz otuz yıllık evliliğimizde hiç sinemaya
gitmedik”. Adamın bu cümleyi söylerken
yüzünde oluşan ifade bir balyoz gibi iniyordu sizin de
kafanıza. Kendi hayatınızdan benzer gerçekler bir bir karşınıza
geçip size parmak sallamaya başlıyordu.
Bir kadın; birçok adam tarafından incitildikten sonra tanıştığı
zarif bir adamla yaşadığı aşktan bir geceyi seçiyordu.
“Bir otelde buluştuklarını, birbirlerini çok
sevdiklerini” söylüyordu. “Sonradan adamın evli
olduğunu anladığını ama buna rağmen adam için çok
mücadele ettiğini...” aktarıp bu anı ile sonsuzluğa gitmek
istediğini söylüyordu. Ancak görevliler kadının
anlattıklarını araştırırken kadının bahsettiği otelin çok
önceden yıkıldığını, tarihlerin tutmadığını tespit ettiklerinde
kadın şaşkınlık ve utanç dolu bir yüzle hıçkırarak
“Ama ben onu çok bekledim, çok bekledim...”
diyerek kendisine söylediği en büyük yalanının acısı ile
yüzleşiyordu. Oysa o, nefes alıp verirken o anı yaşadığına
inandırmış ve ömrü boyunca o geceyi mutlu bir gece olarak
kaydetmişti hafızasına. Olduğu gibi değil olmasını istediği gibi ve
kendisini de buna öylesine inanmıştı ki…
Film akıyor, karakterler, replikler vasıtasıyla böyle daha
birçok insanı zaaflar, yanılgılar, acılar, nafile yaşanmış
ömürler bir bir insanların önüne seriliyordu. Kısa/
uzun ama çoğunlukla boşa geçen ömürlerden
çoğu anı olsun diye anlar seçiliyordu.
Seçilen anılar son derece basit bir düzenek içinde
filme alınıyor ve anlar kalıyor insanlar sonsuzluğa karışıyordu. Giden
her insandan geriye, bu evrene armağan, bu alemde var olduğuna kanıt
olarak sadece o anların filmi kalıyordu. Ve görevlilerin yeni
gelenlerle (ölenlerle) ilgili toplantılarının başladığı yerde film
bitiyordu.
İşte o anda, kapatırken TV’nin düğmesini yeni bir film
akmaya başlıyor gözlerinizin önünden, sizin filminiz.
Aklınızda sorular, yüreğinizde depremler, elinizde
çaresizlikler, ruhunuzdan oluk oluk akan kan ile.
Filmi seyretmeye başladığınız an ile, eş zamanlı yaşamaya başladığınız
sarsıntılardan sersemlemiş bir halde, kendinizle çetin bir
hesaplaşmaya girişiyorsunuz.
Film başladığında ne var ki bunda deyip seçtiğiniz o anın
aslında bu evrende ben de var oldum denmeyecek kadar değerli olmadığını
acıyla fark ediyorsunuz. Devirdiğiniz yılların yaşanmışlıklarını tekrar
tekrar gözden geçirip -bir başka anı, bir başka anı- diye
kıvranırken, anları sonsuzluğa götürecek sihrin yürekli
olmakta yattığını fark ediyorsunuz. Yol ayrımlarında, kritik anlarda
sergilediğiniz yüreksizliğinizle göz göze gelip başınızı
utançla önünüze eğiyorsunuz.
Hayır,
“ben bu kadar da boş yaşamış olamam!” diye hallaç
pamuğu gibi atarken devrilen yılları bulduğunuz güzel anılarda
yüzünüze yayılan gülümseme donup kalıyor.
Gerçek diye hatırladığım, bohçalayıp sakladığım bu an ne
kadar doğru şüphesi ile kıvranmaya başlıyorsunuz. Bu güzel
anı, “ben yaşadım mı yoksa yaşadığımı mı sanıyorum?” diye
kanıtlar aramaya başlıyorsunuz. Nisyan ile malul hafızanız elinizden
tutmazken, kendini korumaya programlanmış beyniniz size -yaşamıştın-
cümlesi ile yardıma koşuyor. Siz de biliyorsunuz yaşamıştın diyen
beyninizin durumu kurtarmaya çalıştığını ama inanıyor; daha
doğrusu inanmayı seçiyorsunuz.
Serseme döndüğünüz koltuğunuzda kendinizle
sürerken savaşınız; amalarınızın işe yaramadığını, fakatlarınızın
tedavülden kalktığını, keşkelerinizin alım gücünün
kalmadığını dehşetle fark ediyorsunuz.
Devrilen yıllardan geriye kalanların hoş olduğunu ama sizi sonsuzlukta
temsil edecek kadar değerli olmadığını, olabilecekleri
yüreksizliklerinize, korkaklıklarınıza, aymazlıklarınıza yem
ettiğinizi, dilinize yapışıp kalan ahlarla savuruyorsunuz geceye.
Kendinize acırken, hem de çok acırken son bir cümle
dökülüyor dudaklarınızdan: Dışarıdan bakıldığında
birçok yıldızın başımın üstünde parladığı şu
imrenilesi hayatımda, “bu alemde ben de var oldum” diye
gururla yanıma alıp, sonsuzluğa armağan edeceğim bir anım bile yok!
Bu cümle dökülürken dilinizden, içinizden
sadece sizin duyacağınız bir fısıltı yükseliyor, dua niyetine:
İnşallah kalan ömrümde böyle bir anı yaşayacak fırsatım,
o anı değerlendirecek kadar cesaretim, gerçekleri olduğu gibi
saklayacak sağlam bir yüreğim olur.
|