Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. (2. ve Son Bölüm)
Türkler Batı’ya baktıkça körleşiyor.
Batı’dan taktığı gözlüklerle görmeye
çalışıyor, olmuyor. Görülmesi gerekenleri değil,
taklit edeceklerini görmeye çalışıyor. Batı ilimde,
bilimde, teknolojide, kültür ve sanatta devrimlere giderken
Batı alay konusu oluyor, aşağılanıyor.
Başkalarını aşağılamak, aşağılık kompleksinden kaymaklanıyor.
Doğuya dönüyor yine Batı’yı görüyor,
körleşmesi yoğunlaşıyor. Türkün taktığı
gözlükler yanlış oluyor, sık sık değiştirse bile doğru olanı
bulamıyor.
Dün nasıl bakıyorduysa, bugün de aynı kalıyor,
optikçisi hep aynı. Uzağa yakın, yakındakine uzak
gözlüğü taktırılarak bakıyor.
Tarih; Moğolların önünden kaçarken büyük bir
İmparatorluk kuran ve sonra da kimliğini kaybeden, Memlük
Türklerini tek başlarına sorgulamaya bırakıyor.
Türk kimliğini bir türlü bulamıyor.
Türk kimliğini ararken kaybediyor.
Osmanlıda Yahudi partisi “Avdeti” devletini kuruyor ve bugüne Küreselleşerek geliyor...
Yüzyıllarca bulundukları her Ülkede, her bölgede;
baskılardan, işkencelerden, Engizisyonlardan, kölelikten,
katliamlardan korktukları için Hıristiyanlığa göreli olarak
“Dönen” Yahudiler, sokakta Hıristiyan evde kendi
dinlerini tatbik ederken yine de kovulmalardan kurtulamıyorlar.
İşin garibi, Osmanlı İmparatorluğunda bu yukarıdaki gibi dayatmalar,
olaylar yokken ve üstelik devlet içinde devlet olurlarken,
yine de çoğu “Avdeti”liği tercih ediyorlardı.
Sokakta Müslüman evde Yahudi dinini yaşatıyorlardı. Neden?
Bence, çıkarları bunu gerektiriyordu. Yüzlerce yıl sonraki
“küreselleşme” için bu çok kolay
plânlardan biriydi, “Avdetilik” ya da genelde
söylendiği gibi “Dönme”lik.
Burada Osmalı’da Türk köylüsünün
durumuna biraz daha değinerek, Gayrimüslimlerin; Rum, Ermeni ve
Yahudilerin her türlü egemenliğini görmekte yarar
olduğunu düşünüyorum.
Osmanlıda Köylüler en büyük vergi gelirinin temelini oluştururlarken, en yoksulu da oluyorlar.
Taklitçi Osmanoğulları 10.yy Bizans’ından kopyaladığı
Toprak Kanunu’nu pratiğe geçirirken; bölgesel beylik,
ağalık vergileri kendi adına topluyor gerekli olan yerlere doğru olarak
ulaştırmıyor. Böylece hem köylüler, hem de merkezi
otorite geriliyordu.
11. yy’da ise Bizans’taki bu başarısızlık toplumsal yaşamı
çökertti. Daha sonraları tüm toprakların Hanedana
devredilmesinin reform olarak görülmesi, Türk
Köylüsüne devamlılık getirmediği için bir fayda
sağlamadı.
15. yüzyıl sonlarında başlayan nüfus artışı, 16.
yüzyılda beklenmedik patlamaya ulaşmasıyla vergilerin
yetersizliğini de getirdi. Toplanan vergilerin özellikle
yatırımlara değil, askeri harcamalara aktarılması Osmanlının
çöküş başlangıçları olarak
görülebilir.
Köylülerin artan taleplerini ilkel tarım ve hayvancılıkla
karşılayamamaları, İmparatorluğu tahıl ve hayvan dışalımına mecbur
etti. Bunu yönetenler ise Gayrimüslimler oldu.
Geçim zorluğuna katlanamayan köylüler, bulundukları
yöreleri terk ederek başka yerlere, İstanbul’un Fethinden
sonra istemeyerek de olsa bir bölümünün nüfus
oranının dengelenmesi için İstanbul’a göç
etmeleri, Hanedanın da gittikçe zayıflayan otoritesi
büyük toprak ağalarının hâkimiyetini getirdi. Gelişen
mali krizler tarımsal alanda vergilerin arttırılmasını dayatırken tarım
ve hayvancılıkta dengeleri bozarak durumu daha da ağırlaştırıyordu.
17. yüzyıl’da ise vergi toplama işlevi Fransa’dan
kopyalanarak tatbik edilmeye çalışıldı. Devlet memuru olmayan
kesenekçilere teslim edilen vergi toplama işlevi, siyasi
güçler doğururken tehlikeleri de beraberinde getirmişti.
Bu kesenekçiler, Mültezimler-Âyân’lar
sadece kırsal kesimde kalmayıp şehir ekonomilerini de yönetmeye
başladılar, Merkezi Hükümet kuralsızlığın gelişmesine boyun
eğerek bu dayatmayı çekmeye zorunlu kaldı. Ayrıca bu
Âyân Osmanlı Hanedanına kendi memurlarını yüksek
mevkilere gelmelerini de sağladı.
7 Ekim 1808’de “Sened-i İttifak”la bu otorite ancak
40 yıl içinde kırılabildi ve Osmanlı Hanedanı tekrar kısmen de
olsa kendi üstünlüğünü sağlayabildi. Fakat
sona gidiş durdurulamadı, sadece zaman uzatıldı.
Sened-i İttifak özetle; siyasal gücü ele geçiren
Rusçuk ve Anadolu Âyân’ına karşı Merkezi
Otoritenin üstünlük sağlama isteklerini
içeriyordu. II. Mahmut döneminde kendisi de eski bir
Âyân olan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın
çağrılısı olarak Saray’a gelen tahminen 7 Derebeyi
ardlarından küçük birer ordu da getirmişlerdi.
Senedi Merkez bürokrasisinden 21 kişi imzalarken,
Âyân’dan dört kişi Çapanoğlu
Süleyman, Serezli İsmail, Çirmen mutasarrıfı Mustafa,
Karaosmanoğlu Hacı Ömer imzalarken, diğerleri bağımsızlıklarının
sınırlandırılacağı endişesiyle daha önce memleketlerine geri
dönmüşlerdi. Diğer taraftan Merkezi bürokratlar,
Osmanoğullarının saltanat haklarına bir tecavüz olarak
değerlendirilmesine rağmen isteksizce imzalanmıştı. Daha sonra yine II.
Murat zamanında Yeniçeri ayaklanmasında Alemdar Mustafa
Paşa’nın öldürülmesiyle ve daha sonra bu
Âyân’ın (derebeylerinin) tasfiyesiyle ya da
etkisizleştirilmesiyle ittifak hükümsüz kaldı.
Üreten Yoksul köylülerin ürünlerini; Ticaret
sermayesi bölgelere hâkim olarak ve tefecilerle işbirliği
yaparak hasat sırasındaya da sonrasında satılacak ürünler
için anlaşıyorlardı. Bu anlamda Ticaret sermayesi tefecilik de
yapmış oluyordu.
Yüksek faizler, köylüyü tefecilere bağımlı hale getiriyordu.
Ticaret sermayedarları ve tefeciler kimler di?
İstanbul’daki bankerler aynı zamanda vergi toplama hakkı elde
edenler, yani para sermayedarları, ticaret sermayedarları ve tefeciler
Gayrimüslimlerdi.
Rum’lar Ticaret sermayedarları, Ermeniler tefeciler, para sermayedarları Bankerler ise Yahudiler ve dönmelerdi.
Aynı zamanda Saray’da; iktisat, ekonomi, hazine maliye de onlarca
yürütülürken ağırlık Yahudiler ve Dönmeler
hâkimiyetinde oluyor diğerleriyle de yani Rum ve Ermenilerle
çatışmalar da başlıyordu.
Ayrıca Avrupalı elçiliklere tanınan haklarla; kendilerine yakın
Gayrimüslimlere pasaport ya da ayrıcalık tanınan belgeler
verilerek onları çıkarları doğrultusunda koruyorlar, Osmanlıya
karşı inanılmaz ayrıcalıklarla İmparatorluğu bitirmek için de
kullanıyorlardı.
Özellikle 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarında
yüz binlerce Rum ve Ermeni’ye ayrıcalık tanıyan belgeler
verilerek zayıflayan Osmanlıyı iyice yıpratıyorlardı.
‘Galata’lı bankerler denilen önce Ermeni sonra Yahudi
sarraflar Osmanlı iç ve dış ticaretini, Saray’la olan
ilişkilerinden ve Saray’daki hâkimiyetlerinden dolayı
siyaseti de kontrol altında tutuyor yönlendirebiliyorlardı.
Temeli Sarraflığa dayanan Galata bankerlerinin işlevi, XIX
yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Batı Avrupa’da
gerçekleşen sanayi devrimi sonrasında Osmanlı ile Batı sermaye
sınıfı arasında ilişkiyi sağlamaktı. Bunlar bankerliğin yanı sıra liman
kentlerine ve özellikle İstanbul’a gelen batı kökenli
tüketim mallarının acenteliklerini yapmışlar ve bu yoldan
büyük kazançlar elde etmişlerdi. İmparatorlukta kredi
işlemlerine egemen olan bankerler, yerli tüccarı ve
tüketiciyi de finanse ediyorlardı. Banker-tüccar-tefeci
ortaklıklarında tarımsal kökenli dışsatım mallarını ucuza
kapatırken, daha sonra yine tarımsal ve hayvansal dışalımlarda da tekel
oluyorlardı.
Rum kökenli banker-tüccar ilişkileri tekellerine
geçerken, Ermeni ve Yahudi sarraflar iç tüketimi ve
Saray’ın artan yüksek gereksinimlerini kredilerle finanse
etmişlerdir.
19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlının gelir darlığı, artan
askeri harcamalar ve zevk-ü sefa açıkları, vergi
gelirlerindeki düşüş, Saray’ı İstanbul Bankerlerinden
kredi almaya zorlamıştır.
Bu arada Ermeni bankerler mültezim-kesenekçi sıfatıyla
devlet sarraflığını yapmışlardır. Esnaf birliklerinin
çökmesini II. Mahmut döneminde sağlayan bankerler,
Padişahı da etkileyerek gümrük gelirlerinin kaldırılmasını
dışalım serbestîsini de kendi taraflarına çekmeyi
başarmışlardır.
Yukarıda görüldüğü gibi bir ipte üç
cambaz oynar görünüyor. Bunlarda en etkili olan cambaz o
ipte tek başına oynamak isteyecektir; çünkü ortada
paylaşılmak istenmeyen bir pasta var. O pastanın başında birbirine
düşman Hıristiyan ve Yahudiler daha ne kadar birbirlerine
katlanacaklar? Ufak tefek ticaret-tefecilik-bankerlik
çatışmaları görünürde var, fakat önemli olan
hem siyasetteki hem de maliye-ekonomi-iktisattaki hâkimiyet değil
mi?
Burada tekrar Avdeti’lere bakarak gelişmeleri Osman-oğullarındaki sonuçları değerlendirmekte fayda var.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 6 )
Yahudilerin 18. yüzyıla kadar ağırlıkla Selanik’e akınları
devam ederken, 1648–1658 yıllarında Ukrayna katliamlarından
kurtulanlar da Osmanlıya özellikle yine Selanik’e gelirler.
18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlının
çöküşüyle beraber Yahudi göçü
Hamburg, Londra ve Bordeaux şehirlerine yöneliyor. Buralardan;
Osmanlıdan ve Türkiye Cumhuriyetinden sonra en rahat ettikleri
ABD’ye göçleri, ABD’deki iç huzurun
gelmesinden itibaren başlıyor.
19. yüzyılın ikinci yarısında ise “Alliance İsrailite”
okullarının açılması ile çöküşten ticaret
olarak etkilenen Selanik Yahudileri tekrar gelişmeye başlarlar.
İlk dönmelerin-avdetilerin göründüğü 1666
yılında başı çeken Sabatay Sevi’nin Mesihliğini ilân
etmesiyle Osmanlı topraklarının içinde birçok taraftar
bulur.
Yahudi Avdeti partisine geçmeden önce Osmanlıdaki bir başka
gelişmeye de değinmeden geçmek istemiyorum. Bu işleyeceğim konu
da Osmanlının bitişinde rol oynamış Hanedana başka gözlükler
taktırmış, o gözlükler ise körlük getirmiştir.
“Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu
16.yüzyılda Avrupa’nın en güçlü devlet
haline geldi. Coğrafi yakınlık yüzünden Fransa’nın
Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri İngiltere’ninkinden bir
yüzyıl önce başladı, Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa
arasındaki ilk önemli diplomatik ilişki Kanuni’nin
I.Francois’yı İspanyol esaretinden kurtarmasıyla başlar.”
(Kaynak: Jale Parla, aynı kitap.)
“Osmanlı Devletinin Fransız Hükümetine tanıdığı
kapitülasyonlar Fransız-Osmanlı ilişkilerini
biçimlendirmede daha da önemli yer tutar.
Bab-ı Âli’ye ilk daimi Fransız temsilcisi 1536’da
atandı ve bunu 1543’te ilk kapitülasyonlar izledi.
Fransa’ya bu ilk kapitülasyonları veren Kanuni Sultan
Süleyman, “Muhteşem ve Kudretli Türk” imajını da
yerleştirdi.”
(Kaynak: Jale Parla, aynı kitap.)
1538’de ise İngiltere Osmanlıda daimi temsilci bulundurmakta gecikmez.
“1558’de Kraliçe Elizabeth’in tahta
çıkması İngiltere’de Doğu’yla ticaretin canlandığı
dönemi başlatır. Londra’nın önde gelen iki
tüccarı, Edward Osborne ve Richard Staper Levant’ta
ticaretin kârlı olacağını görürler. Fransa’ya
verilen ticari ayrıcalıklara benzer ayrıcalıklar kazanabilmek umuduyla
Kraliçe’ye İstanbul’da bir daimi temsilci
bulundurması için baskı yaparlar. 1578’de İstanbul’a
gelen William Harborne Kraliçe’nin değil Osborne ve
Staper’in seçtiği adamdı ve İngilizlere ticari
ayrıcalıklar tanınması konusunda Bâb-ı Âli’de olumlu
bir hava yaratmayı başardı. Harborne’un bu başarısı o zamanki
Fransız daimi temsilcisi Geminghy’nin hiç hoşuna gitmedi,
çünkü 1536’dan beri Bâb-ı
Âli’de en etkin elçi Fransız elçisiydi.
1579’da İngiltere’ye ilk ticari ayrıcalıkların tanınmasıyla
Bâb-ı Âli’de Fransız, İngiliz rekabeti hız kazandı.
1579 imtiyazları 1580 kapitülasyonlarına yolu açtı ve
1581’de Osborne ve on başka tüccar tarafından Levant
Şirketi’nin kurulmasıyla sonuçlandı Kraliçe
Elizabeth başta yedi yıllık ticaret izni vermişken, şirket, kapatılma
tarihi olan 1825’e kadar, yani 244 yıl, ticari faaliyetini
sürdürdü.”
(Kaynak: Jale Parla aynı kitap.)
Kısa bir süre sonra ise, 1838’de İngiltere ile Ticaret anlaşması imzalanmıştı. (Bakınız 4. Bölüm.)
1832–1833 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda
bulunduğu sıradaki anılarını Voyage en Orient adlı bir kitapta
yayınlayan Alphonse de Lamartine’in görüşlerini de son
olarak burada yayımlamamda yarar olacağını düşünüyorum.
“Doğu kültlerin, mucizelerin ve hatta batıl
inançların ülkesidir. Orada düş gücünü
biçimlendiren büyük düşünce dindir.
Bütün bu insanların yaşamı, kanunları ve gelenekleri dine
dayalıdır. Batı hiçbir zaman böyle olmamıştır. Neden?
Çünkü bunlar daha ilkel, daha ham bir ırktır,
köklerinden Hâlâ kopamamış barbarların
çocuğudur. Batı’da hiçbir şey yerli yerinde
değildir, insani fikirler önde değil sonda gelir. Altın ve demir,
hareket ve gürültü ülkesidir Batı. Doğu’ysa
derin tefekkürün (düşünüşün), sezginin ve
ibadetin. Fakat Batı dev adımlarla ilerlemektedir. Ancak Orta
Çağ karanlılığının birbirinden ayırdığı din ile akıl,
gerçeğin, aydınlığın ve sevginin bağrında kucaklaşınca,
Tanrı’nın ilâhi soluğu tekrar dünyaya ruh verecek,
erdem, uygarlık ve deha harikaları yaratacaktır. Dilerim böyle
olur.”
(Jale Parla: Aynı Kitap)
“Osmanlı İmparatorluğu her geçen gün yıkılıyor ve yok
oluyor... Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu yıkılışını
hızlandırmak, bu devin yıkılmasına parmak ucuyla dokunarak yardım
etmeye bile gerek yok, çünkü yıkılış Tanrı’dan,
(İmparatorluğun) kendi eyleminden, doğasının zorunluluğundan
kaynaklanıyor; gerçekleşmesi mukadder her şey gibi bunu da
önlemek Türkler (Osmanlı’lar N.K.) için de
Avrupa için de olanaksız.”
(Jale Parla...)
İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston 1 Temmuz 1839 günü parlamentoda yaptığı konuşmada ;
“Bütün Doğu’nun beni doğrulayacağını bilerek size
üzüntüyle söyleyebilirim ki artık Türkiye
yoktur, Osmanlı İmparatorluğu diplomatik bir uydurmadan ibarettir”
(Jale Parla...?
Buna karşılık Lamartine’in 1878’de yaptığı açıklama
ise, İngilizlerin Osmanlı üzerinde pekiştirebileceği
üstünlüğü görüyor, buna karşılık
Fransa’nın çıkarlarını korumasını öneriyordu.
“Osmanlı İmparatorluğu bir kez parçalanmaya
görsün, şu anda pusuda bekleyen bütün Avrupa ve
Asya devletleri harekete geçeceklerdir. Yirmi yıla kalmadan
Akdeniz kıyıları mallarımızı alacak, deniz ticaretimizi canlandıracak,
uygarlığımızı benimseyerek milyonlarca insanla dolacaktır. İşte
Tanrı’nın avucumuzun içine koyduğu büyük fırsat,
eğer görebiliyor ve anlayabiliyorsanız.”
(Jale Parla...)
19. yüzyılın ortalarında Fransızlar ve İngilizler Osmanlının
biteceğini görüyor ve hazırlıklarını da
sürdürüyordu.
Peki, Osmanlı da bu gidişatı gören yok muydu?
Başlı başına bir araştırma konusu olan İttihat ve Terakki Osmanlı
İmparatorluğu’nda ne gibi roller oynadı? Bu gidişe yaptıklarıyla
dur diyebildi mi? Bu sırada Gayrımüslimlerin yine bu gidişatta
etkileri ne oldu?
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 7 )
Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin durumu ise, Yahudiler kadar
pek parlak değil. Doğu Anadolu’da yoksul Ermenilere karşın,
batıda bilhassa İstanbul’da yaşayanlar ticaret ve sanatla uğraşan
varlıklı kesimdi. 18. yüzyılın başından itibaren önemle
gelişerek ülkenin ticaretinde Yahudilerin önüne
geçiyorlar Osmanlı’da devlette ve Saray’da
hâkimiyet tesis etmeye başlıyorlardı.
Daha önce 1461’de de Ermenilerin ruhanî lideri Hovakim
Bursa’dan İstanbul’a gelerek Ermeni Patrikliğini tesis
etmişti. Osmanlı’daki Millet sistemine göre Patriklik dini
işler dışında her türlü hukuk konularında tek otorite
olmuştu.
Fakat Eçmiyadzin Kategikosluklarının (Erivan’a 20 km
uzaklıkta bir kent) ruhanî liderliği daima önde kalmıştır.
Fatih zamanında getirilen 150.000 Ermeni nüfusuyla, İstanbul
dünyanın en çok Ermeni yaşayan şehri olmuştu. Ayrıca 1475
Kefe’den, 1479 Karaman’dan, Yavuz Sultan Selim’in
çaldıran zaferinden sonra, Tebriz’den getirilen Ermeniler
içinde sanatkârların çokluğu dikkati
çekmiştir.
19. yüzyılda Amerikan misyonerlerinin Anadolu’da fakir
Ermeniler için açtıkları Protestanlık telkinli bedava
okullarda Türklere karşı Ermeni düşmanlığı tohumlarını
atmışlardır.
1811’de Bağdat’ın zengin sarraflarından Yahudi Yehezkel
Gabay, Bağdat isyanında Talat Efendiye ve İstanbul’dan gelen
diğerlerine yardım ettiği için İstanbul’a getirilerek
Saray kuyumcuları arasına dahil edilir. Bu arada Ermeniler Devlet
içindeki para işlerinde en önemli mevkilerde
bulunmaktaydılar.
Yahudi-Ermeni rekabeti ve çatışmalar başlar.
“İstanbul’dan Emiyadzin’e her yıl gönderilen
surrelerin (para keseleri-bir nevi yardım fonu) kesilmesi ile ilgili
bir konuşmasında Ermeni sarraf Kazaz Artin, Akif Paşa’ya;
(1835’teki ilk Hariciye nazırı-dışişleri bakanı, o sıralarda
Divanı hümayun kaleminde bulunmaktaydı. Devlet adamı ve şair.) <>
diyerek, Osmanlı Devleti’nin mali işlerinde Ermenilerin ne denli
etkili olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.”
(Bkz.Cevdet Paşa, Tezakir, Yayınlayan Cavit Baysun,T.T.K. Basımevi, Ankara 1963,III/236).
Yahudi-Ermeni rekabeti yüzünden Yehezkel Gabay Saray’da
itibarı olan Allahverdioğlu ve iki kardeşini vatana ihanetle
suçlayarak idam ettirdi.
Darphane müdürü Kazaz Artin’i de Rodos’a
sürdürttü. Fakat Kazaz Artin’i oradan kurtaran
Çelebi Behor Karmona isimli bir Yahudi oldu, Kazaz Artin olayın
acısını çıkarmakta geç kalmadı ve Gabay’ın
aleyhinde çalışarak gözden düşmesini sağladı, evinde
çok miktarda kıymetli mücevherat bulunan Gabay daha sonra
idam edildi.
İspanya kökenli Yahudi Çelebi Behor Karmona dönemin en
etkili simalarından biridir. 18. yüzyılın sonlarına doğru
İstanbul’a yerleşen baba Moiz Karmona ünlü kumaş ve
sarraflık ticaretiyle uğraşır. Behor Karmona şap ticaretinden zengin
olurken aynı zamanda Yeniçeri Ocağının para işlerini
yönetirken, zenginliği sayesinde İstanbul Yahudileri arasında
lider durumunda bulunur.
Kazaz Artin kurtarıcısı Karamona’yı da Saray’ın
gözünden düşürür; kanunsuz yollardan servet
edindiği ve Yeniçeri Ocağının lağvı esnasında
Yeniçerilere para yardımında bulunduğu gerekçesiyle idam
edilir.
Osmanlı’daki Yahudiler; 15. ve 16. yüzyıllarda başlayarak,
Osmanlı Devletine yüksek faizle borç veren Bankacılığın
yanı sıra, Sarraflık, kumaş dokuma, esir ticareti, kalpazanlık (sahte
para), altın kaçakçılığı, tefecilik, işleriyle meşgul
olarak, Osmanlı’nın servet damarlarını ellerine
geçirmişlerdi.
1588’deki Yeniçeri isyanında Ermeni dönmesi Doğancı
Mehmet Pşa’nın idamına Darphane kesenekçisi Yahudi Yasef
Nasi sebep olmuştur.
Vivien de Saint-Martin 1852’de yayınlanan bir kitabında şunları
der; Yahudilerin yorucu işlerden nefret ettiklerini, bunun için
ticaretle uğraşırken; kendi ırk ve dinlerinden olmayanları aldatmaları
onların inançlarının gereği olduğundan Osmanlı’nın
güvenini kaybederler ve bundan dolayı da sarraflık işinde
Ermeniler hâkim olurlar.
18. yüzyılın başlarından itibaren güvenirliğini kaybetmeleri
üzerine Yahudilerin karşısına Rum-Ermeni rekabetinin başlaması
aynı zamanda çatışmaları da beraberinde getiriyordu.
Ayrıca kapitalizasyon sayesinde Osmanlı’nın iç işlerine
karışan Avrupalıların Yahudi düşmanlığı “Antisemitizm”
devletteki devşirmelerin, Yahudilerin, dönmelerin yerine Rum ve
Ermenileri yerleştirme gayretleri de Yahudilerin gerilemelerine neden
oluyordu.
Fakat tüm bunlara hazırlıklı olan, deneyimli Yahudi toplumu daha
önceleri önlem aldıklarını tarihte saptanabiliyor.
Yahudilerin siyasette Saray dışındaki etkinlikleri Osmanlı’nın
son günlerine kadar devam ettiğini görebiliyoruz.
1648 yılında kendini, Yahudileri Arz-ı Mev’ûd’e
götürecek Mesih olarak ilân eden Avdeti-dönme
Sabatay Sevi ;
“Mesihliğinin şerefine bazı dini adetlerde değişiklik yapmıştır.
Kudüs’ün düşman tarafından alındığı tarihe
tekabül eden “On Tevet” matem orucunu eğlence ve
ziyafet gününe dönüştürmüştür. Hatta
daha da ileri giderek, her Cumartesi günleri sinagogda yapılan
ibadetten sonra Sultan (IV. Mehmet)’ın adını anma âdetini
kaldırarak, yerine kendi adını koydurtmuştur.
Ummadığı kadar taraftar toplayan Sevi, kendisini “Krallar
Kralı” ilân etmiş ve Dünyayı otuz sekize bölerek
yakınlarına dağıtmıştır.”
(Bkz. İ. Alaaddin Gövsa, Sabatay Sevi İstanbul )
Bu otuz sekiz bölge nereleridir ve kimlere verilmiştir? Bilinmiyor.
Devlet içinde Devlet olan Yahudiler Osmanlı’da ellerinde
bulundurdukları ticaret tekelini kısmen Ermenilere ve Rumlara
kaptırınca, o erki tekrar ele geçirmek için
yüzyıllar önce kendilerine uygulanan katliamları,
Hıristiyanlara karşı hazırlıklar plânladıkları
düşünülebilir.
Bunun ancak birlik içinde; hile, yalan, aldatma ve gizli partileşerek olabileceği bir gerçektir.
Bu partinin adının “Avdeti-dönme” olmasını yanlış düşünmediğime inanıyorum.
Daha sonra küreselleşen Dünya Yahudi Partisi’nin
temelinin birkaç taşı da Osmanlı İmparatorluğu’nda
atılıyor.
Tarih’i tesadüflerle, rivayetlerle, varsayımlarla izah etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.
Tarih bir zincirin halkalarıdır, her halka birbiriyle bağlantılıdır, ortada boşluk ya da tesadüf halkası bulunmuyor.
1717 yılında İngiltere’de başlatılan Masonluk 1721 yılında
Fransız Masonları tarafından ilk Mason Locası İstanbul’da
kurulur. Fakat geçerliliği sonradan dış kaynaklardan
öğrenilmiştir.
Tesadüf değil.
1748’de Osmanlı’da ilk bilinen Loca, İskoçya Büyük Locasına bağlı İskenderun Locasıdır.
Kurucular:
Humbaracı Ahmet Paşa; alias Chande Alexandre de Bonneval.
Osmanlı’da bir Fransız subayı, 1716 yılındaki Petrovaradin
savaşında Osmanlı’ya karşı savaştı. 1729’da
Avusturya’ya karşı savaşmak amacıyla Osmanlı Devletinin Bosna
eyaletine geçti. III. Ahmet ve Nevşehirli İbrahim Paşa bunu
kabul etmedi. Bu arada Müslümanlığa DÖNDÜ ve Ahmet
adını aldı. 1731 yılında I.Mahmut döneminde İstanbul’a
çağrıldı ve Osmanlı HUMBARACI OCAĞINI-TOPÇU
BİRLİĞİ’ni yenileştirmekle görevlendirildi. 1733’te
maaşlı Humbaracılar birliğini kurdu.
İbrahim Müteferrika; gerçek adı bilinmeyen, Erdel’li
Hıristiyan Macar bir ailenin tanrıbilim okuyan çocuğu. 1691
yılında İstanbul’a gelir ve DÖNEREK MÜSLÜMAN OLUR.
Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi; Sadrazam. 1720 yılında
babası Paris elçisi iken onun kethüdalığını yapar.
Masonlarla tanışır. 1727’de İbrahim Müteferrika’nın
ilk matbaayı kurmasında büyük ölçüde destek
olur.
1861 ve 1867 yıllarında İstanbul’da kurulan Localara başta Sultan
V.Murat olmak üzere birçok ünlü sadrazamlar ve
devlet adamları katılır.
1905 yılından itibaren ise Localar İstanbul dışında özellikle Makedonta’da Selanik’te açılır.
Bu yıla kadar 23 Loca kurulur, buralarda görev alanlar 1.ve
2.Meşrutiyetin, Yeni Osmanlıların, İttihat ve Terakki Cemiyetinin
kurulması ve eylemlerinde bulunmuşlardır.
1 Ağustos 1909 günü kurulan “Mışrıkı Azamı
Osmani” adlı ilk Osmanlı Büyük Locasının
“üstad-ı azamı” Yahudi dönmesi olduğu sonradan
tesbit edilen, ünlü Ermeni tehcirinin kahramanı! Mehmet Talat
Sai (Talat Paşa) seçilmiştir.
Tesadüf değil.
1889’da İTTİHAD-I OSMANİ adıyla kurulan, daha sonra İTTİHAD ve
TERAKKİ adını alan ve önceleri gizli bir cemiyet olan,
1909’da ise HÜRRİYET ve İTTİLAF’ katılarak tarihe
karışan, bu o zamana göre devrimci yanı yadsınamayacak
birlikteliğin kurucularından 1/1 nolu üyesi İbrahim Temo’nun
anılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu birliğin
diğer kurucu ve üyelerinin de anılarına geçerek ortak bir
sonuca varmak istiyorum.
İlk önce Tıbbiye ve Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında,
Abdülhamit istibdadına (despotizmine) muhalefet etmek ve Osmanlıda
bazı devrimler gerçekleştirmek amacı
düşünülüyordu. İlk amaçlarından biri
okullarının Batı düzeyinde olmasıydı ve bir grevle de bunu
duyuruyorlardı.
Abdülaziz zamanında iyice artan bu korkunç baskılara
dayanamayıp, Avrupa’nın birçok ülkesine,
özellikle Paris’e kaçan ve orada hareketlerine devam
eden bu Münevver’ler kendilerine YENİ OSMANLILAR Avrupalılar
ise JÖN TÜRKLER diyorlardı.
Avrupalılar bu harekâtı ahraraneye mensup olanlara, o zaman
“Jön Türkler” ismini vermişlerdi. ( İ Temo;
İttihad ve Terakki Anıları S.2)
19.yy’ın sonlarına doğru, Paris’te bulunan birkaç
Jön Türk’e hangi ulustan oldukları sorulduğunda,
önce “Müslüman’ız” diye karşılık
verirler, Müslümanlığın bir din olduğunun belirlenmesi
üzerine , “Osmanlıyız” derler; bunun da bir millet
olmadığının hatırlatıldığı, ama gençlerin bir türlü
Türk olduklarını söylemeyi düşünemedikleri
aktarılır.(Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve
Devrimleri Tarihi. S 344-345)
Yeni Osmanlıların yurt dışına kaçmalarının başlıca sebeplerinden
biri olan, Osmanlı istibdadı, yanı sıra Batı örnekleri
özellikle Fransız devrimlerinin de onları etkilediğini
görüyoruz. Dışardan gelen mektuplar, elden ele dolaşan
Fransızca gazeteler, o insanların beyinlerini ve gözlerini
açmıştı.
Milas doğumlu Osmanlı Mebussan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin anılarında ise bunu daha açık olarak okuyabiliriz.
İzmir vilâyetinde Hukuk Reisi olan Mahmud Esad Efendi Tabiat dersi verirken Halil Menteşeyi etkilediğini anlıyoruz;
“Meslek hayatımda İzmir muhiti çok tesir etmiştir..Orada
bir sosyete var... Burada kendimi bir Avrupa aleminde buldum ve daima
Avrupa terbiyesi görmüş zevatla temasta
bulunuyordum....”.
Halil Menteşe 1894 Nisan’ında okumakta olduğu Hukuk Mektebinden
Milâs’a ve uzun bir yolculukla Paris’e kaçar.
Hafiyelerin, ispiyoncuların kol gezdiği İstanbul’da, kendisiyle
ilişki kuran tanımadığı kişilerden kuşkulanır.
“Ayağım suya erdi. Bir hafiyenin önünde olduğumun
farkına vardım. Bu vak’a Avrupa’ya firar kararımın bir an
önce verilmesinde ilk amil oldu.” Diye açıklar.
Niçin Paris?
Yahya Kemal Beyatlı “Paris Sevdası” adlı yazısında;
“Alafranga neslin birçok çocukları gibi Paris
sevdasına tutulmuştum. Memleket zindan, Avrupa’yı nurdan bir
âlem gibi görüyordum. İstanbul’un hafiyelik
havasından ürkmüştüm. Asya ahlâkından
müteneffirdim (nefret ediyordum)... Kendi milli muhitimin
cenderesinden kurtulmak... Fransızca’dan tercüme edilmiş
romanlarda gördüğüm âleme atılmak istiyordum.
Gönlümü Paris’e çeken diğer bir sebep de
Jön Türklüktü...” (Yahya Kemal,
Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım.
S.74-75)
Paris o zamanlar Hürriyet severlerin Sığınağı olarak görünüyordu.
Orada yani Paris’te, İttihat ve Terakki Cemiyetinin şubesi
kurulur Halil Menteşe de yurda dönünceye dek bu faaliyetin
içinde yer alır.
Meşrutiyet yani ilk meclisli (parlamentolu) yönetim 23 Temmuz 1908
yılında tüm ülkede büyük coşkuyla kutlanır.
1908 yılında, Meşrutiyeti kutlamak için İstanbul ve
Selanik’te sokaklara dökülen yığınlar,
söyleyecekleri bir milli marşları olmadığını fark ederler ve
Meşrutiyeti Fransız milli marşı ile kutlarlar. (Tarık Zafer Tunaya,
Türkiye’de siyasi Partiler, cilt III s.22 )
“Mebusan Meclisi 17 Aralık 1908 Perşembe günü
Abdülhamid’in açış konuşmasıyla çalışmalarına
başlar. Orada, yalnız Türk mebusları “Biz
Türk’üz” demeye cesaret edemiyorlardı. Muhammed
ümmetinden olduklarına inanmışlardı. Onların bu itikadı o kadar
samimi idi ki günün birinde kürsüye çıkan
Evkaf Nazırı Şemseddin Paşa nutkunu Arapça söylemeye
başlamıştı.”
(Halil Menteşe’nin anıları s.13)
Bu arada 1895’de Ermeni ayaklanması İbrahim Temo’nun anıları arasında önemli bir yer tutuyor.
Ermenilerin 30 Eylül 1895’te Osmanlı idaresine istek ve
şikâyetlerini bildirmek için yürüyüş
düzenleyerek Babıâli’ye baskın yaptıklarını yazan
resmi tarih, ne bu istek ve şikâyetleri ve ne de nedenlerini
yazmamaya özen gösteriyordu.
İstanbul’da başlayan, Trabzon, Tekirdağ ve İzmit’e
sıçrayan gösterilerde her iki taraftan da büyük
can kaybı oluyordu.
“Ermenilerin Babıâli’ye baskın yapmaları dolayısıyla
vukua gelen isyan, İstanbul’u altüst etmişti. Ahali
büyük bir heyecan içinde idi. Kürtler,
Türkler, hamallar, işçiler softalar ellerinde kalın
sopalarla her tarafı dolaşıyor, rast geldikleri Ermenilerin kafalarını
parçalayarak telef ediyorlardı.
Bu hallerin, hükümetin vaziyet ve akıbeti için fena
olacağını düşünerek bir Türk ve Müslüman
nümayişi yapmaya karar verdim.”
(İbrahim Temo, Anılar S.40–41)
Ardından da 1000 nüshalık bir bildiri hazırlayarak dağıtmaya karar verilir.
Müslümanlar ve ey sevgili vatandaşlarımız Türkler!
Ermenilerin devletimizin en büyük makamı olan ve
bütün Avrupalılarca tanınıp hürmet gören
Babıâliyi basmağa kadar cüret ettiler. Payitahtımızı
bastılar. Ermeni vatandaşlarımızın bu küstahça hareketleri
mucibi teessüfümüzdür; lâkin hakikatte
zulüm, istibdat ve idaresizlik, bu mucibi teessür ve
teessüf hadiseleri doğurmaktadır. Biz Türkler ve umum
Osmanlılar gibi bu müstebit hükümetten ıslahat ve
hürriyet isteriz. Cemiyetimiz bu maksatla çalışıyor. Biz
bugün, Ermenileri tedibe çalışacağımıza idaresizliğin,
zulüm ve istibdadın merkezi olan Babıâliyi, Şeyhülislam
kapısını, Yıldızı basarak bu daireleri müstebitlerin başına
yıkalım, el ele verelim, toplanalım, çoğalalım. Bizim de
hürriyete, serbestîye âşık ve müstahak olduğumuzu
âlemi medeniyete gösterelim.
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti
NOT: 5.
Bölümde yazım hatasının olduğunu uyaran bir dostuma
teşekkür eder, hatalarımı aşağıdaki gibi düzeltirim.
Taklitçi
Osmanoğulları 10.yy Bizanssından kopyaladığı Toprak Kanunu’nu
pratiğe geçirirken; bölgesel beylik, ağalık vergileri kendi
adına topluyor gerekli olan yerlere doğru olarak ulaştırmıyor.
Böylece hem köylüler, hem de merkezi otorite geriliyordu.
11.yy’da
ise Bizans’taki bu başarısızlık toplumsal yaşamı
çökertti. Daha sonraları tüm toprakların Hanedana
devredilmesinin reform olarak görülmesi, Türk
Köylüsüne devamlılık getirmediği için bir fayda
sağlamadı.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 8 )
İttihat ve Terakki Cemiyetinin bildirisinde; biz Türkler de umum
Osmanlılar gibi bu müstebit hükümetten ıslahat ve
hürriyet isteriz, derken Ermeniler gibi rahatsızlıklarını dile
getirdiklerini açıkça görünüyor.
“Ermenileri tedibe (cezalandırmaya) çalışacağımıza
idaresizliğin, zulüm ve istibdadın merkezi olan
Babıâli’yi, Şeyhülislam kapısını, Yıldızı basarak bu
daireleri müstebitlerin başına yıkalım, el ele verelim,
toplanalım, çoğalalım.”
Görülüyor ki; toplumsal bir muhalefetsizliğin
zorluklarını aşabilmek için birliğin gerçek anlamda
gerekli olduğu bildiriden de anlaşılıyor.
Bizim de hürriyete, serbestîye âşık ve müstahak olduğumuzu âlemi medeniyete gösterelim.
Türklerin; 1402 yılındaki Ankara savaşında sınır Bey’lerinin
saf değiştirerek Timur ordusunun yanına geçmeleri ve dolayısıyla
Osmanlı’nın Timur yenilgisinden sonra Hanedan tarafından 2. hatta
3. sınıf vatandaş olarak itilmeleri, nihayet dile getirilebiliyor. Ve
biz Türkler de denilebiliyor; fakat bu İttihat ve
Terakki’nin genel görüşümü dür?
Cemiyetin ilk kuruluşunda İbrahim Temo kimlerin kabul edileceğine ait tartışmada;
“Ben, güvenilir ve iyi durumu olan her Osmanlının din ve
millet ayırımı yapılmaksızın kabul edilmesinin taraftarıydım. Giritli
Muharrem, İslâm olmayan kişilerin kabul edilmemesi tezini ileri
sürmüşse de bu fikir ret olunarak, iş görebilecek ve
itimat edilecek her Osmanlının, gayet ihtiyarkârane ve her
türlü tecrübeden geçirilerek kabulü cihetine
karar verildi.”
(Bkz: İbrahim Temo Anılar S.17)
Burada nasıl bir uygulama yapıldı, üye olacak kişiler nasıl
seçildi? Osmanlı’nın sonuna doğru bunları
görüyoruz.
Daha sonra ihtilâlci sıfatıyla moda olan “Pierre
Lermit” lâkabını alan İbrahim Temo, Cemiyetin genişlemesi
için harekete geçer.
“Benim, ilk önce medreselilerden Kosovalı ve
“hürriyete mensup” olan İbrahim Efendiyi ve
mülkiye memurlarından Necip Bey Dragayı, Görice mebusu Şahtin
Bey Kolunya’yı cemiyetimize soktum. Hafız İbrahim Efendi
Edirne’de Ramazan hocalığı yaparken serbestçe nasihatte
bulunması neticesi mahpushanede posta memurlarından Talat Bey’i
de cemiyete aldı. Bu sebepten Talat da mürşidi, Hafız İbrahim
Efendiyi çok severdi, bana karşı da Muhabbeti vardı.”
(Bkz: İbrahim Temo Anılar S.18)
1905’te Makedonya’da kurulan Mason Locasının
üyelerinde Sadrazam Mehmet Talât Paşa, daha sonra
1909’da ilk Osmanlı Masonluk Büyük Loca’sının
“üstad-ı azamı” olarak karşımıza çıkıyor.
Mehmet Talat Sai (Say) Osmanlı’nın son devresinde incelenmesi
gereken en önemli isimlerden biri olduğuna inanıyorum.
1874 yılında Edirne’de doğduğunu öğreniyoruz; fakat ailesi
hakkında bilgilere rastlamak mümkün olmuyor. Bazı bilim
adamlarının yaptığı araştırmalar neticesinde Yahudi
Avdeti-dönme’si olduğunu doğumundan yaklaşık 130 yıl sonra
öğrenebiliyoruz.
Bir önemli konu da İsrael Alyans okulunda öğretmenlik yapması
ki; Yahudilerin kendilerinin dışında diğer din ve ırklardan birini
aralarına sokmadıkları biliniyor. Kız alıp vermedikleri, ticarette
kendi dışındakileri desteklemedikleri, alış verişte kendi
çıkarlarını korudukları bir gerçek.
Bundan önceki bölümlerde de belirttiğim gibi
avdeti’lik Yahudilerde bir gelenek halinde
görünüyor.
En ünlü ve ‘Mesih’liğini ilân eden Sabetay
Sevi 1666 yılında Divan huzurunda Müslüman olarak Mehmet
Efendi adını alıp 150 akçelik maaşla Saray kapıcılığına
getirilirken, ona inananlara gönderdiği haberde; kendisinin
böyle davranmasını Tanrı’nın istediğini anlatır. Bu sırada
Gazze’li Natan da, Sabetay Sevi’nin böyle
davranmasının dini kitapların bazı yerlerinde bulunduğunu ve
ilâhi iradenin bir sonucu olduğunu açıklar. Sabetay
Sevi’nin Mesih’liğinin tekrar geri döneceğini iddia
eder. Görünüşte Müslüman olan Sevi
görevine devam ederken, taraftarlarını Kabala’nın kehaneti
olduğuna inandırır. Ona inananlar ise ruhu ve gövdesi ile
gökte olduğunu, yerde ise gölge ve hayalinin dolaştığını
söylerler.
Sabetay Sevi’ciler büyük bir taraftar kitlesi halinde
Osmanlı topraklarında yaşarken, küreselleşecek olan
Siyonizm’in taşlarını da inşa etmeye devam ediyorlardı.
Mehmet Talât Sai hızlı koşarken yanlışlıklar da yapıyordu.
Bunun farkına varan Mustafa Kemal oluyor.
Devlet adamlığı ve liderlik burada kendini gösteriyor.
1889’da İTTİHAD-I OSMANİ adıyla kurulan, daha sonra İTTİHAD ve
TERAKKİ adını alan ve önceleri gizli bir cemiyetken iktidara kadar
yürüyen Yeni Osmanlı’lar-Jön Türkler arasında
Talât Paşa yerini alıyor ve Sadrazamlığa kadar çıkıyor.
Bu arada 1906 yılında Mustafa Kemal ve daha sonra Kurtuluş savaşına
katılan arkadaşlarının kurduğu ve aralarında Dr. Nazım’ın
bulunduğu Vatan ve Hürriyet Derneği 29 Ekim 1907’de İttihat
ve Terakki’ye katılır.
Tesadüf değil.
Burada 2. bir dönme Dr. Nazım karşımıza çıkıyor ve
birleşmeyi ısrarla istiyor. Daha sonra 1926 yılında Mustafa Kemal
Atatürk’e İzmir suikastına katıldığı için idam
ediliyor.
Dr. Nazım’da, Mehmet Talât Sai gibi sadece doğum yeri
(Selânik-Dönmelerin merkez okulu) ve doğum yılı (1840)
biliniyor, ailesi hakkında bilgilendirme bulunamıyor.
1908’de 2. Meşrutiyetin ilânından sonra;
Mustafa Kemal Meşrutiyeti ilân etmekle işin bitmediğini,
köklü reformlara gidilmesi gerektiğini, İttihat ve
Terakki’nin siyasal bir parti olmasını ve ordunun siyasetten
çekilmesinin şart olduğunu ısrarla ortaya atarken diğer İttihat
ve Terakki’cilerle aralarında görüş ayrılığı
çıkar. Bu arada Trablusgarb’ta Meşrutiyet’e karşı
ayaklanmaları İttihatçılar fırsat bilinerek Mustafa Kemal
Selanik’ten Trablusgarp’a gönderilir. 22 Eylül
1909’da Selanik’te yapılan kongrede görüşlerinde
ısrar eden Mustafa Kemal bunların kabul edilmemesi üzerine diğer
arkadaşlarıyla cemiyetten istifa eder.
Belgeler açık değil. İstifaların nedeni sadece ordunun siyasete
katılımından mı kaynaklanıyor? Yoksa başka nedenler de var mı?
Avdetilerin-dönmelerin yalnız iki kişi olmadığı bir gerçek,
bu konu da ayrılıkları etkiledi mi? Osmanlı’nın sona on kalan bu
gelişmelerinden sonuç çıkmayacağını gören Mustafa
Kemal ve arkadaşları Kurtuluş Savaşına giden yola daha o günlerde
başlamış olabilirler mi?
Yeni Osmanlıların-Jön Türklerin hemen hemen tamamının
içinde bulunduğu İttihat ve Terakki’nin hedefleri
“hürriyet” değildi. İstekleri Osmanlı
İmparatorluğu’nun parçalanmasını,
küçülmesini durdurmaktı. Bunu başaramadılar; ancak
Mustafa Kemal ve arkadaşları Batı emperyalizmine ve Osmanlıya karşı
savaşarak Hürriyet’i de Anadolu topraklarında yeşertti.
Mehmet Talat Say yükselişi Osmanlı’nın sonunu getiriyor. Babıâli Baskını ise sonu hızlandırıyor.
1912’de muhalefete düşürülen Mehmet Talât
Say, Sadrazam Kamil Paşa Hükümetine hazırladığı darbeyi 23
Ocak 1913’te gerçekleştirir. İttihat ve Terakki’nin
vurucu gücüyle Babıâli’yi basanlar Sadrazam
Kâmil Paşayı istifa ettirirler ve yerine yandaşları Mahmut Şevket
Paşa’yı başa geçirirler. İşin garip yanı
İttihat’çılarla muhalefetleri neticesi 13 Haziran
1913’te bir suikast sonucu Mahmut Şevket Paşa
öldürülür. Neden? Resmi tarihte bu sayfalar da
karanlık, netlik yok. Sait Halim Paşa Hükümeti başa
geçer ve Talat orada Dâhiliye Bakan’ı olur.
Önü açılan Talat; Harbiye Bakan’ı Enver ve
Bahriye Bakan’ı Cemal Paşalarla birlikte 1918 yılının sonuna
kadar Osmanlı’nın iç ve dış politikalarını
yönlendirirler.
Posta memurluğundan, 2.Meşrutiyet milletvekilliğine, doğum yeri
(Midilli) ve doğum tarihi belli olan (1855) ölüm yeri ve
tarihi belli olan (Viyana–1922) fakat ailesi hakkında kesin
bilgiler bulunmayan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde içişleri
bakanlığı, 1917 yılında başbakanlık yapan, bitmekte olan 1.Paylaşım
savaşına Osmanlı İmparatorluğu’nu sokarak yenilgisine neden olan
Mehmet Talat Sai 1914’te başlattığı Ermeni
“tehcirini” yapma nedenleri tam ve net bir açıklık
kazanmamakla beraber, Batı Anadolu’da Ermenilerin Saray, maliye
ve ticaretteki hâkimiyetlerinin gelişmesi üzerine aldığı bir
karar olabilir mi?
Daha önce 2 Ağustos 1914’te Almanlarla İttifak anlaşması
imzalarken vaat edilmiş toprakları mı düşünüyordu?
Sabetay Sevi’nin dağıttığı dünyanın 38 parçasından
birini mi düşlüyordu? Anadolu o parçalardan biri
miydi? Fakat Ermenilerin ayak bağı olduğunu bilerek ve 1.Paylaşım
savaşında kendisine karşı gelecekleri savını öne sürerek,
yüzyıllardır süre gelen bir kin’i burada pratiğe
geçiriyor ve Anadolu topraklarında Yahudi-Hıristiyan savaşını
başlatıyordu. Bence tehcir’de geçerli olan nedenlerden
biri ve en önemlisi de budur.
Yoksa; Ermeniler Devletini kuracaktı, Ruslarla birlik olarak
Osmanlı’yı bitirecekti gibi iddialar bence geçerli
değildir.
Mehmet Talât Sai burada yalnız değildi.
Osmanlı ordusu incelenerek buna cevap aramak zorunluluğu doğuyor.
Başlangıçtan Kurtuluş savaşına kadar Osmanlı ordusunun yapısı,
dönmelerin ve diğer Gayrimüslimlerin, Türklerin,
Avrupalıların ordu üzerinde etkisi, ordunun eğitiminden
sorumlularına kadar irdelenmesi, sonuca varmama yardımcı olacağı
kanısındayım.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 9 )
Osmanlı ordusu karşısında ordu bulamayınca ordu oluyor.
Karanlık Ortaçağ’ı atlatan Batı ordusunu kurup
çağdaş düzeye geçirince Osmanlı, ordusunun
olmadığını anlıyor ve ordulaşmaya geçiyor, geç kalıyor.
Osmanlı Batı’dan ordusunu kurmasını istiyor.
Batı’dan gelen eğiticiler Osmanlı’da ordu kurmuyor,
sürüleri suya götürüp susuz getiriyor ve alay
ediyor.
Bu daha sonra görülüyor, geç kalınıyor.
“Avrupa’yla yakın ilişkide olan Doğu’da artık eski
durgunluk bitiyor. Bu kitap belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun
son bir portresi, can çekişmenin ilginç bir tablosudur.
Bu imparatorluğun ölümü ya da yeniden doğuşundan sonra
insanlar, fikirler, anıtlar, toprak, her şey değişecektir.”
(Eusebe de Salle Doğu HacGezileri1837. Bkz: Jale Parla.)
Robert Curzon Visits to the Monasteries of the Levant’ta Osmanlı
askerlerinin Batı’nın askerlik yöntemleriyle
Palmerston’un yolladığı uzmanlar denetiminde talim yapışlarını
alayla anlatır:
“Vezir gidip de toz duman biraz yatışınca kasabanın dışına doğru
yürüdüm ve orta Avrupa yönetimleriyle talim yapan
taburlara rastladım. Gözümü çayırın ortasında bir
halının üstüne oturmuş bir adam çarptı ve o tarafa
yürüdüm. Bu adamın askerlerin albayı ve komutanı
olduğunu anladım. Birlikte nargile tüttürürken
gördüm ki, adamın askerlik konusunda benim bildiğimden fazla
bir bilgisi yok. Tefekkür halısında sessiz sedasız barış
nargilesini tüttürdük bir süre. Bu sırada
sözde yürüyüş yapan askerler akıl almaz bir
biçimde düğüm olup birbirlerine girdiler, sonra da bir
anda hareketsiz bir arı yumağına dönüşüverdiler.
Subayların bağırmasıyla fır fır dönmeye başlayan zavallılar
birbirlerinin ayağına basıp tekmeler atarak bu yığından kurtulmaya
çalıştılarsa da beceremediler. Sonunda Albay’ın aklına
parlak bir fikir geldi. Nargilesini ağzından çekip Muhammed
aşkına herkesin bildiği gibi evine gitmesini emretti.
Küçük okul öğrencileri gibi bu emre
sevinçle uydular ve atlaya zıplaya kasabaya doğru yola
koyuldular. Subaylar da, her biri bir nargile alıp bir ağaç
gölgesine çekilerek ve içlerinden bu garip icatları
için Frenklere küfrederek minderlerine uzandılar.”
(Bkz: Jale Parla aynı kitap.)
Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü XVII. yüzyılın
ortalarına kadar askeri varlığıyla ölçülebilir. XVI.
yy sonlarına kadar Avrupa ve Asya’da karşısında hiçbir
gücün duramadığı Osmanlı ordusu sonraki yıllarda
Avrupa’da ortaya çıkan askeri teknolojideki yenilikleri ve
bunun sonucu olarak savaş yöntemlerindeki yeterince izleyemedi.
Başlangıçta bu gerilik mutlak değil, göreceliydi ve
etkisini XVI. yy sonlarında başlayan yenilgiler ordunun Batı orduları
karşısında savaş gücünü yitirdiği ortaya
çıkıyordu.
Osmanlı ordusunun genelde maaşlı askerlerden oluştuğunu görüyoruz.
Azap askerleri Anadolu’nun güçlü ve sağlam iri
yapılı bekâr Türk gençleri arasından kefilli olarak
toplanırlar. Maaşları bulundukları semtler ya da eyaletler tarafından
ödenirdi. Seferlerde vergiden muaf tutulurlar, barış zamanında ise
maaş almazlar başlarının çaresine bakarlardı. Başlarına kırmızı
renkli börk (hayvan postlarından yapılan başlık) giyen azaplar
ordunun en önünde giderler düşmanın saldırılarına karşı
koyarlardı. Osmanlı Hanedanı için Türkler azapta gerekliydi
herhalde, ölen ölür kalan sağlar tekrar azaptır gibi.
Azaplar II. Mahmut döneminde Yeniçeri ocağıyla birlikte 1826 yılında ortadan kaldırıldı.
Kapıkulu Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli ordusunu
oluşturan ücretli askerlerdi. Osmanlılar yönetimleri
altındaki Hıristiyan halkların çocuklarından devşirdikleriyle bu
ordunun temelini ve hatta tamamını oluşturmuşlardı. Bu ordunun en
ünlüsü yeniçerilerdi.
1361 yılından ortadan kaldırıldığı 15 Haziran 1826’ya kadar 465
yıl neredeyse devlet içinde başka bir devlet gibi Osmanlı
hanedanının çilesi olan Yeniçeriler sürekli ordu
durumundaydılar. İlk olarak devletin elinde toplanan tutsak
çocuklardan, daha sonra fetihlerin durması ve tutsakların
yetmemesi üzerine Hıristiyan çocuklarından devşirme olarak
alınanlar Yeniçeri ordusunun tamamını oluşturmuşlardı.
8 yaşından itibaren Anadolu’da Türk ve İslâm
geleneklerine göre yetiştirilen bu çocuklar, daha sonra
“Acemi Ocağı”na götürülerek katı bir
disiplin altında itaate alıştırılır, yorgunluk ve açlığa
dayanmayı öğrenirlerdi.
Kapıkulu ordusunun zamanla en ayrıcalıklı sınıfı olan
Yeniçeriler paralı askerlik gibi her üç ayda bir
maaş aldıkları gibi, sık sık da Padişahtan bahşiş isterler ya da
verilmesine mecbur ederlerdi. Cülus yani bahşiş 1451’de
Mehmet II’nin Bursa’da yolu kesilerek alınmasından sonra
gelenekselleşiyor.
Savaşlarda savaşmayan, barışta ise Osmanlının başına belâ olan
Yeniçeriler 1451’de başlayan bu cülus olayından
önce ilk başkaldırısı 1445 yılında Mehmet II’nin tahtı
yeniden babası Murat II’ye bırakmasıyla başlar. Durmak bilmez.
Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a getirilen cenazesinde de
şehre dağılarak Venedikliler hariç Karamani Mehmet Paşa ve
ardından birçok Yahudi katledilir ve varlıkları yağma edilir.
Yüzlerce ayaklanma ve katliama sebep olan Yeniçeriler 15
Haziran 1826’da “Vakai Hayriye” olayından sonra
kaldırılır. Çok geç.
Osmanlı ordusuna subay yetiştiren Mühendishane-i Derri-i
Hümayun topçu ve istihkâm subayları yetiştirmekteydi.
Osmanlıda 1748’deki ilk Mason Locası kurucularından Humbaracı
Ahmet Paşa; alias Fransız Subayı Chande Alexandre de Bonneval
1734’te Batı’lı ölçülere göre yeniden
örgütlenmeye çalışılarak Humbaracı ocağı (topçu
birliği) bünyesinde 1795’te kuruldu. Burada Fransız
okullarındaki öğretim programları uygulanmaya çalışıldı.
Mühendishane-i berri-i hümayunda Baş hoca
Müslümanlığa dönmüş olan ve yedi lisan bilen İshak
Efendi, bir Yahudi idi.
XVIII. yy’ın ikinci yarısında Fransa’nın yardımıyla
özellikle Topçu ocağında önemli yenilikler elde edilir.
1826 yılında Yeniçerilerle beraber tüm Kapıkulu ordusu da
kaldırılınca ikiyüzbin kişiye varan ordu yeniden yapılandırılmaya
başlandı.
Asakiri mansurei Muhammediye adlı yeni ordunun başına Serasker olarak
eski Yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa atandı. Sadece
Devşirmelerin bulunduğu Yeniçeri ocağından yetişen ve orada Ağa
olan Edirne 1776 doğumlu yeni serasker Hüseyin Paşa’nın aile
kimliği hakkında bilgimiz yok!
Başlangıçta 12 000 kişilik kadro olarak
öngörülmüşken Mahmut II dönemi sonunda 118 400
kişiye kadar yükseldi. Seçme olması gereken eratın kim
olduğu belirsiz, din değiştirmiş kişiler alınmayacaktı! Askerlik
süresi 12 yıl zorunluluğundaydı.
Mahmut II, askerlerin Avrupa usulüne göre yetiştirilmeleri
için Mısır valisi Mehmet Ali Paşadan Türk ve Arap subaylar
istedi, olmayınca Prusya’dan piyade, topçu ve süvari
subayları getirildi. Burada bir seçme yapılmış mıydı? Gelenler
arasında ne kadar Yahudi var dı? Açıklık yok.
Bu da yetersiz kalınca, Viyana, Berlin ve Paris’e eğitim
için askeri öğrenciler gönderildi. Bunların arasında
seçim yapıldı mı, dönmeler var mıydı?
Bu arada 1834’te kurulan ve 1884’e kadar Fransız
1884’ten sonra Alman eğitim sistemleri uygulanan Mektebi ulumu
Harbiye, Batı tekniklerine uygun olarak orduya subay yetiştirmekteydi.
1884’ten sonra neden Alman eğitim sistemi uygulandı? Alman
eğitimcileri öneren ve getirenler kimler di? Gelenleri arasında ne
kadar Yahudi ya da Yahudi dönmesi vardı?
Aynı şekilde Mühendishanesi bahri hümayun’a şimdiki
adıyla Deniz Harp Okulu’na da aynı uygulamalar yapıldı,
Avrupa’dan eğitimciler getirildi. Yukarıdaki sorular burada da
sorulabilir.
Burada unutulmaması gereken Osmanlı ordusunun en önemli
birimlerinden biri de Gurebâ-i Yemin ve Gurebâ-i Yesar
Süvari Bölükleridir. Askerlikten muafiyet vergisi
ödeyemeyen Gayrimüslimlerin askere alındığı bunların
arasından YİĞİTLİK GÖSTEREN YAHUDİLERİN Gureba
Bölüklerini oluşturduğunu öğreniyoruz.
Sadece Padişahın katıldığı savaşlarda yer alırlardı. Dokuz
akçeden başlayan günlük maaşları yetenek ve
kıdemlerine göre üç katına kadar yükseliyordu.
Gurebâ-i Yemin Savaşta Padişahın sağında Sancakı Şerifi korumakla
mükellefti. Gurebâ-i Yesar Sadrazamın buyruğunda savaşa
katılır sol tarafta yedek olarak bekler, geceleri de Sadrazamı ve
ağırlıklarını korurlardı.
12 000 kişiye varan bu süvari birliklerinin silâhları; pala,
mızrak, gaddare adlı kılıçlardan oluşurdu. Son zamanlarda ateşli
silâhlarla da donatılmışlardı.
1926’da Osmanlı ordusu lâğvedilirken bunlar neredeydi, daha
sonra nerelere dağıldılar? Dağıldılar mı? Çünkü bu
birlikler Sadrazamın GÖZDELERİ ve emri ve koruması altındaydılar.
Gureba’yı daha sonra Maarif alanında da görüyoruz.
Sibyan mektepleri vakfiyeleri, Osmanlının “gureba mektebi”
nitelik ve özelliklerini taşıyan kurumlar açmaya önem
verdiklerini gösterir. Nitekim Enderun, Acemi oğlanları kışlaları
ve Galatasaray ÖĞRENCİLERİN YATMA, YEME ve eğitim gereksinmelerini
parasız karşıladığı okullardı.
Ancak bunlar başlangıçta Türk’lere değil
Müslüman olmayanlara ve devşirmelere özgüydü...
Son olarak ta Hamidiye Süvari alaylarına da değinerek bu konunun
sonuna gelmek istiyorum. Ermenilere karşı ve Rusya ile yapılacak bir
savaşa karşı hazırlıklı bulunulmak amacıyla, Abdülhamit II
tarafından kurulan bu alaylar iddia edildiği gibi KÜRT değil ARAP
aşiretlerince gerçekleştirilmiştir. 1908’den sonra 63
Hamidiye Süvari Alayı Doğu Anadolu’nun çeşitli
yerlerinde yerleşik düzeye geçmişlerdir...
1821 yılına kadar tercüme odasında genellikle Rum ve Yahudi ve
Yahudi dönmeleri kullanıldı. Rumlar Mora ayaklanmasından sonra
atıldılar. Türk ve İslâm memurları yetişinceye dek,
Yahudiler ve Yahudi dönmeleri Osmanlının bitişine dek
görevlerine devam etti.
XVII. yy’da başlayan eğitim kurumlarının kurulmasının tamamında,
özellikle Fransa’dan getirilen öğretmenler, Fransızca
ve Fransız eğitim sistemini yürüttüler.
Bir tarafta Yahudilerin kendi eğitim kurumlarında toplumunu eğitmesi,
diğer tarafta Fransızların yani Hıristiyanların kendi eğitim
sistemlerini burada Osmanlı toplumuna tatbik etmeleri biraz
düşündürücü olmuyor mu?
Yahudi Hıristiyan düşmanlığının bir parçası da burada görülmüyor mu?
XVI. yy sonlarında Osmanlı ordusunun vergilerden yoksun kaldığı 200 000
yakın güçlü bir süvari kuvveti, 1620 yılında 100
000 dolaylarına düşürülüp ve daha sonra
1826’da tamamen kaldırılırken askerler nerelere gitti? Ne
yaptılar? Osmanlının hiçbir eğitim almamış hattâ okur
yazar dahi olmayan kişilerden mi ordusunu kurdu?
Osmanlı 1.Paylaşım savaşına niçin girdi? Kimler soktu? Ordunun
başında bulunan Alman Yahudi’si Van Sanders tek miydi? Daha
kaç yüz Alman asker eğiticisi Anadolu’da bulunuyordu.
O yetersiz insanlar Ermeni tehcirine kadar yeterli düzeye getirildiler mi?
Tehcir sırasında safkan Türkler mi sadece asker di? Eğer öyle
ise dönenlerden ordunun iplerini eline alanlar var mıydı? Kimler
di?
O arada Ordunun tepesinde bulunan yabancı isimle, meselâ Alman ya
da diğer uluslardan yetkili subaylar var mıydı? Kimler di? Yahudi
miydiler? Diğer Türk ismi almış dönme Paşalar var mıydı?
Kimler di?
Tüm bu soruların karşılığını bulmadan, doğruları da bulmanın
mümkün olmadığı bir gerçek. Yoksa tutup şu
suçluydu, bu değildi gibi tek taraflı davranarak olayı
basitleştirmenin hiç bir anlamı olmuyor.
Böylece olayın üzerinden asırlar dahi geçse, netlik
kazanamayacak ve kuşaklar suçlama, yetersiz savunmalarla
birbirlerine düşecekler.
Barış için yapılması gerekenler varken, kin ve nefret her iki topluma da yansıdığı sürece iş uzayıp gidecek.
Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 10 )
Sonuç:
Yukarda dokuz bölümde özetlediğim araştırmamda, eksik
kalanlar olabilir. Netice olarak ana hatlarıyla bu doğruları kabul
ederek, sonuçta genel bir yorum yapmak istemiyorum. Bunu
okuyucularımla paylaşmayı daha doğru buluyorum.
Resmi tarih, gayrı resmi tarih, eksik belgeler, tahrip edilmiş belgeler, arşivler gibi işin demagojilerine girmek istemiyorum.
Topluma, ne gördüysem okuduysam onları aktarmayı uygun gördüm.
En büyük Türk’le, “Bir Türk
Dünyaya bedel”le, “Türkiye
Türklerin”dirle bir yere varamadığımızı, varamayacağımızı
bilmeliyiz.
Ermeni tehcirinde ve katliamında verilen rakamların en
küçüğü bile ürkütücü ve
korkunç.
Osman-oğullarının bu, bilerek ya da bilmeyerek alet olduğu insanlık
dışı uygulamada, insanoğullarının bağışlatıcı nedenler araması daha da
ürkütücü oluyor.
Önüne gelenin, bir insanlık suçunu birilerine
yüklemeye çalışması; o başladı, ben değil vs… vs
gibi sudan sebepler bulmasının, gerçekleri tarih sayfalarından
silemeyeceğimizi bilmeliyiz.
16. yüzyılın sonları 17. yüzyılın başlarında Hamburg, Londra,
Bordeaux’dan ABD’ne akın eden Yahudiler bu sefer orada
Ticari ve Siyasi erki ele geçirdiler.
Doğrular; bir yerlerde saklanıyor.
Siyonizmin, Dünya Yahudi Partisi’nin kuklası ABD
emperyalizmi izin verdiği zaman tüm gerçekler ortaya
çıkacaktır.
Birçok doğru Alman Devlet arşivlerinde de var.
Birçok doğru İsrail Devlet arşivlerinde de var.
Birçok doğru Erivan Devlet arşivlerinde de var.
Birçok doğru Ankara Devlet arşivlerinde de var.
Tüm doğrular ABD devlet arşivlerinde var.
Küreselleşen Siyonizm’in, Dünya Yahudi
Partisi’nin kuklası ABD emperyalizmi, arşivlerin
açılmasına izin vermesi için;
Siyonizm’den, Dünya Yahudi Partisi’nden kurtulması, bağımsızlığına kavuşması gerekmektedir.
Hoşça Kalın.
Nurettin Kurtuluş
Not: Bugüne kadar yayımlanan yazılarımı okuyan var mı yok mu
bilemiyorum. Okuyanlar parmağını kaldırsın! Muhakkak, okuyan varsa
görüşleri de vardır. Bunları iletmeleri de benim için
faydalı olacaktır.
Teşekkür ederim.
|