ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Ermeni Meselesi/ Dosya 5-10


Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. (2. ve Son Bölüm)

Türkler Batı’ya baktıkça körleşiyor. Batı’dan taktığı gözlüklerle görmeye çalışıyor, olmuyor. Görülmesi gerekenleri değil, taklit edeceklerini görmeye çalışıyor. Batı ilimde, bilimde, teknolojide, kültür ve sanatta devrimlere giderken Batı alay konusu oluyor, aşağılanıyor.

Başkalarını aşağılamak, aşağılık kompleksinden kaymaklanıyor.

Doğuya dönüyor yine Batı’yı görüyor, körleşmesi yoğunlaşıyor. Türkün taktığı gözlükler yanlış oluyor, sık sık değiştirse bile doğru olanı bulamıyor.

Dün nasıl bakıyorduysa, bugün de aynı kalıyor, optikçisi hep aynı. Uzağa yakın, yakındakine uzak gözlüğü taktırılarak bakıyor.

Tarih; Moğolların önünden kaçarken büyük bir İmparatorluk kuran ve sonra da kimliğini kaybeden, Memlük Türklerini tek başlarına sorgulamaya bırakıyor.

Türk kimliğini bir türlü bulamıyor.

Türk kimliğini ararken kaybediyor.

Osmanlıda Yahudi partisi “Avdeti” devletini kuruyor ve bugüne Küreselleşerek geliyor...

Yüzyıllarca bulundukları her Ülkede, her bölgede; baskılardan, işkencelerden, Engizisyonlardan, kölelikten, katliamlardan korktukları için Hıristiyanlığa göreli olarak “Dönen” Yahudiler, sokakta Hıristiyan evde kendi dinlerini tatbik ederken yine de kovulmalardan kurtulamıyorlar.

İşin garibi, Osmanlı İmparatorluğunda bu yukarıdaki gibi dayatmalar, olaylar yokken ve üstelik devlet içinde devlet olurlarken, yine de çoğu “Avdeti”liği tercih ediyorlardı.

Sokakta Müslüman evde Yahudi dinini yaşatıyorlardı. Neden?

Bence, çıkarları bunu gerektiriyordu. Yüzlerce yıl sonraki “küreselleşme” için bu çok kolay plânlardan biriydi, “Avdetilik” ya da genelde söylendiği gibi “Dönme”lik.

Burada Osmalı’da Türk köylüsünün durumuna biraz daha değinerek, Gayrimüslimlerin; Rum, Ermeni ve Yahudilerin her türlü egemenliğini görmekte yarar olduğunu düşünüyorum.
Osmanlıda Köylüler en büyük vergi gelirinin temelini oluştururlarken, en yoksulu da oluyorlar.

Taklitçi Osmanoğulları 10.yy Bizans’ından kopyaladığı Toprak Kanunu’nu pratiğe geçirirken; bölgesel beylik, ağalık vergileri kendi adına topluyor gerekli olan yerlere doğru olarak ulaştırmıyor. Böylece hem köylüler, hem de merkezi otorite geriliyordu.

11. yy’da ise Bizans’taki bu başarısızlık toplumsal yaşamı çökertti. Daha sonraları tüm toprakların Hanedana devredilmesinin reform olarak görülmesi, Türk Köylüsüne devamlılık getirmediği için bir fayda sağlamadı.

15. yüzyıl sonlarında başlayan nüfus artışı, 16. yüzyılda beklenmedik patlamaya ulaşmasıyla vergilerin yetersizliğini de getirdi. Toplanan vergilerin özellikle yatırımlara değil, askeri harcamalara aktarılması Osmanlının çöküş başlangıçları olarak görülebilir.

Köylülerin artan taleplerini ilkel tarım ve hayvancılıkla karşılayamamaları, İmparatorluğu tahıl ve hayvan dışalımına mecbur etti. Bunu yönetenler ise Gayrimüslimler oldu.

Geçim zorluğuna katlanamayan köylüler, bulundukları yöreleri terk ederek başka yerlere, İstanbul’un Fethinden sonra istemeyerek de olsa bir bölümünün nüfus oranının dengelenmesi için İstanbul’a göç etmeleri, Hanedanın da gittikçe zayıflayan otoritesi büyük toprak ağalarının hâkimiyetini getirdi. Gelişen mali krizler tarımsal alanda vergilerin arttırılmasını dayatırken tarım ve hayvancılıkta dengeleri bozarak durumu daha da ağırlaştırıyordu.

17. yüzyıl’da ise vergi toplama işlevi Fransa’dan kopyalanarak tatbik edilmeye çalışıldı. Devlet memuru olmayan kesenekçilere teslim edilen vergi toplama işlevi, siyasi güçler doğururken tehlikeleri de beraberinde getirmişti.

Bu kesenekçiler, Mültezimler-Âyân’lar sadece kırsal kesimde kalmayıp şehir ekonomilerini de yönetmeye başladılar, Merkezi Hükümet kuralsızlığın gelişmesine boyun eğerek bu dayatmayı çekmeye zorunlu kaldı. Ayrıca bu Âyân Osmanlı Hanedanına kendi memurlarını yüksek mevkilere gelmelerini de sağladı.

7 Ekim 1808’de “Sened-i İttifak”la bu otorite ancak 40 yıl içinde kırılabildi ve Osmanlı Hanedanı tekrar kısmen de olsa kendi üstünlüğünü sağlayabildi. Fakat sona gidiş durdurulamadı, sadece zaman uzatıldı.

Sened-i İttifak özetle; siyasal gücü ele geçiren Rusçuk ve Anadolu Âyân’ına karşı Merkezi Otoritenin üstünlük sağlama isteklerini içeriyordu. II. Mahmut döneminde kendisi de eski bir Âyân olan Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’nın çağrılısı olarak Saray’a gelen tahminen 7 Derebeyi ardlarından küçük birer ordu da getirmişlerdi.

Senedi Merkez bürokrasisinden 21 kişi imzalarken, Âyân’dan dört kişi Çapanoğlu Süleyman, Serezli İsmail, Çirmen mutasarrıfı Mustafa, Karaosmanoğlu Hacı Ömer imzalarken, diğerleri bağımsızlıklarının sınırlandırılacağı endişesiyle daha önce memleketlerine geri dönmüşlerdi. Diğer taraftan Merkezi bürokratlar, Osmanoğullarının saltanat haklarına bir tecavüz olarak değerlendirilmesine rağmen isteksizce imzalanmıştı. Daha sonra yine II. Murat zamanında Yeniçeri ayaklanmasında Alemdar Mustafa Paşa’nın öldürülmesiyle ve daha sonra bu Âyân’ın (derebeylerinin) tasfiyesiyle ya da etkisizleştirilmesiyle ittifak hükümsüz kaldı.

Üreten Yoksul köylülerin ürünlerini; Ticaret sermayesi bölgelere hâkim olarak ve tefecilerle işbirliği yaparak hasat sırasındaya da sonrasında satılacak ürünler için anlaşıyorlardı. Bu anlamda Ticaret sermayesi tefecilik de yapmış oluyordu.

Yüksek faizler, köylüyü tefecilere bağımlı hale getiriyordu.

Ticaret sermayedarları ve tefeciler kimler di?

İstanbul’daki bankerler aynı zamanda vergi toplama hakkı elde edenler, yani para sermayedarları, ticaret sermayedarları ve tefeciler Gayrimüslimlerdi.

Rum’lar Ticaret sermayedarları, Ermeniler tefeciler, para sermayedarları Bankerler ise Yahudiler ve dönmelerdi.

Aynı zamanda Saray’da; iktisat, ekonomi, hazine maliye de onlarca yürütülürken ağırlık Yahudiler ve Dönmeler hâkimiyetinde oluyor diğerleriyle de yani Rum ve Ermenilerle çatışmalar da başlıyordu.

Ayrıca Avrupalı elçiliklere tanınan haklarla; kendilerine yakın Gayrimüslimlere pasaport ya da ayrıcalık tanınan belgeler verilerek onları çıkarları doğrultusunda koruyorlar, Osmanlıya karşı inanılmaz ayrıcalıklarla İmparatorluğu bitirmek için de kullanıyorlardı.

Özellikle 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı topraklarında yüz binlerce Rum ve Ermeni’ye ayrıcalık tanıyan belgeler verilerek zayıflayan Osmanlıyı iyice yıpratıyorlardı.

‘Galata’lı bankerler denilen önce Ermeni sonra Yahudi sarraflar Osmanlı iç ve dış ticaretini, Saray’la olan ilişkilerinden ve Saray’daki hâkimiyetlerinden dolayı siyaseti de kontrol altında tutuyor yönlendirebiliyorlardı.

Temeli Sarraflığa dayanan Galata bankerlerinin işlevi, XIX yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Batı Avrupa’da gerçekleşen sanayi devrimi sonrasında Osmanlı ile Batı sermaye sınıfı arasında ilişkiyi sağlamaktı. Bunlar bankerliğin yanı sıra liman kentlerine ve özellikle İstanbul’a gelen batı kökenli tüketim mallarının acenteliklerini yapmışlar ve bu yoldan büyük kazançlar elde etmişlerdi. İmparatorlukta kredi işlemlerine egemen olan bankerler, yerli tüccarı ve tüketiciyi de finanse ediyorlardı. Banker-tüccar-tefeci ortaklıklarında tarımsal kökenli dışsatım mallarını ucuza kapatırken, daha sonra yine tarımsal ve hayvansal dışalımlarda da tekel oluyorlardı.
Rum kökenli banker-tüccar ilişkileri tekellerine geçerken, Ermeni ve Yahudi sarraflar iç tüketimi ve Saray’ın artan yüksek gereksinimlerini kredilerle finanse etmişlerdir.
19. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlının gelir darlığı, artan askeri harcamalar ve zevk-ü sefa açıkları, vergi gelirlerindeki düşüş, Saray’ı İstanbul Bankerlerinden kredi almaya zorlamıştır.

Bu arada Ermeni bankerler mültezim-kesenekçi sıfatıyla devlet sarraflığını yapmışlardır. Esnaf birliklerinin çökmesini II. Mahmut döneminde sağlayan bankerler, Padişahı da etkileyerek gümrük gelirlerinin kaldırılmasını dışalım serbestîsini de kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardır.

Yukarıda görüldüğü gibi bir ipte üç cambaz oynar görünüyor. Bunlarda en etkili olan cambaz o ipte tek başına oynamak isteyecektir; çünkü ortada paylaşılmak istenmeyen bir pasta var. O pastanın başında birbirine düşman Hıristiyan ve Yahudiler daha ne kadar birbirlerine katlanacaklar? Ufak tefek ticaret-tefecilik-bankerlik çatışmaları görünürde var, fakat önemli olan hem siyasetteki hem de maliye-ekonomi-iktisattaki hâkimiyet değil mi?

Burada tekrar Avdeti’lere bakarak gelişmeleri Osman-oğullarındaki sonuçları değerlendirmekte fayda var.

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 6 )

Yahudilerin 18. yüzyıla kadar ağırlıkla Selanik’e akınları devam ederken, 1648–1658 yıllarında Ukrayna katliamlarından kurtulanlar da Osmanlıya özellikle yine Selanik’e gelirler.
18. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlının çöküşüyle beraber Yahudi göçü Hamburg, Londra ve Bordeaux şehirlerine yöneliyor. Buralardan; Osmanlıdan ve Türkiye Cumhuriyetinden sonra en rahat ettikleri ABD’ye göçleri, ABD’deki iç huzurun gelmesinden itibaren başlıyor.

19. yüzyılın ikinci yarısında ise “Alliance İsrailite” okullarının açılması ile çöküşten ticaret olarak etkilenen Selanik Yahudileri tekrar gelişmeye başlarlar.

İlk dönmelerin-avdetilerin göründüğü 1666 yılında başı çeken Sabatay Sevi’nin Mesihliğini ilân etmesiyle Osmanlı topraklarının içinde birçok taraftar bulur.

Yahudi Avdeti partisine geçmeden önce Osmanlıdaki bir başka gelişmeye de değinmeden geçmek istemiyorum. Bu işleyeceğim konu da Osmanlının bitişinde rol oynamış Hanedana başka gözlükler taktırmış, o gözlükler ise körlük getirmiştir.

“Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu 16.yüzyılda Avrupa’nın en güçlü devlet haline geldi. Coğrafi yakınlık yüzünden Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkileri İngiltere’ninkinden bir yüzyıl önce başladı, Osmanlı İmparatorluğu ile Fransa arasındaki ilk önemli diplomatik ilişki Kanuni’nin I.Francois’yı İspanyol esaretinden kurtarmasıyla başlar.”
(Kaynak: Jale Parla, aynı kitap.)

“Osmanlı Devletinin Fransız Hükümetine tanıdığı kapitülasyonlar Fransız-Osmanlı ilişkilerini biçimlendirmede daha da önemli yer tutar.

Bab-ı Âli’ye ilk daimi Fransız temsilcisi 1536’da atandı ve bunu 1543’te ilk kapitülasyonlar izledi.

Fransa’ya bu ilk kapitülasyonları veren Kanuni Sultan Süleyman, “Muhteşem ve Kudretli Türk” imajını da yerleştirdi.”
(Kaynak: Jale Parla, aynı kitap.)

1538’de ise İngiltere Osmanlıda daimi temsilci bulundurmakta gecikmez.

“1558’de Kraliçe Elizabeth’in tahta çıkması İngiltere’de Doğu’yla ticaretin canlandığı dönemi başlatır. Londra’nın önde gelen iki tüccarı, Edward Osborne ve Richard Staper Levant’ta ticaretin kârlı olacağını görürler. Fransa’ya verilen ticari ayrıcalıklara benzer ayrıcalıklar kazanabilmek umuduyla Kraliçe’ye İstanbul’da bir daimi temsilci bulundurması için baskı yaparlar. 1578’de İstanbul’a gelen William Harborne Kraliçe’nin değil Osborne ve Staper’in seçtiği adamdı ve İngilizlere ticari ayrıcalıklar tanınması konusunda Bâb-ı Âli’de olumlu bir hava yaratmayı başardı. Harborne’un bu başarısı o zamanki Fransız daimi temsilcisi Geminghy’nin hiç hoşuna gitmedi, çünkü 1536’dan beri Bâb-ı Âli’de en etkin elçi Fransız elçisiydi. 1579’da İngiltere’ye ilk ticari ayrıcalıkların tanınmasıyla Bâb-ı Âli’de Fransız, İngiliz rekabeti hız kazandı. 1579 imtiyazları 1580 kapitülasyonlarına yolu açtı ve 1581’de Osborne ve on başka tüccar tarafından Levant Şirketi’nin kurulmasıyla sonuçlandı Kraliçe Elizabeth başta yedi yıllık ticaret izni vermişken, şirket, kapatılma tarihi olan 1825’e kadar, yani 244 yıl, ticari faaliyetini sürdürdü.”
(Kaynak: Jale Parla aynı kitap.)

Kısa bir süre sonra ise, 1838’de İngiltere ile Ticaret anlaşması imzalanmıştı. (Bakınız 4. Bölüm.)

1832–1833 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunduğu sıradaki anılarını Voyage en Orient adlı bir kitapta yayınlayan Alphonse de Lamartine’in görüşlerini de son olarak burada yayımlamamda yarar olacağını düşünüyorum.

“Doğu kültlerin, mucizelerin ve hatta batıl inançların ülkesidir. Orada düş gücünü biçimlendiren büyük düşünce dindir. Bütün bu insanların yaşamı, kanunları ve gelenekleri dine dayalıdır. Batı hiçbir zaman böyle olmamıştır. Neden? Çünkü bunlar daha ilkel, daha ham bir ırktır, köklerinden Hâlâ kopamamış barbarların çocuğudur. Batı’da hiçbir şey yerli yerinde değildir, insani fikirler önde değil sonda gelir. Altın ve demir, hareket ve gürültü ülkesidir Batı. Doğu’ysa derin tefekkürün (düşünüşün), sezginin ve ibadetin. Fakat Batı dev adımlarla ilerlemektedir. Ancak Orta Çağ karanlılığının birbirinden ayırdığı din ile akıl, gerçeğin, aydınlığın ve sevginin bağrında kucaklaşınca, Tanrı’nın ilâhi soluğu tekrar dünyaya ruh verecek, erdem, uygarlık ve deha harikaları yaratacaktır. Dilerim böyle olur.”
(Jale Parla: Aynı Kitap)
“Osmanlı İmparatorluğu her geçen gün yıkılıyor ve yok oluyor... Ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu yıkılışını hızlandırmak, bu devin yıkılmasına parmak ucuyla dokunarak yardım etmeye bile gerek yok, çünkü yıkılış Tanrı’dan, (İmparatorluğun) kendi eyleminden, doğasının zorunluluğundan kaynaklanıyor; gerçekleşmesi mukadder her şey gibi bunu da önlemek Türkler (Osmanlı’lar N.K.) için de Avrupa için de olanaksız.”
(Jale Parla...)

İngiltere Dışişleri Bakanı Palmerston 1 Temmuz 1839 günü parlamentoda yaptığı konuşmada ;

“Bütün Doğu’nun beni doğrulayacağını bilerek size üzüntüyle söyleyebilirim ki artık Türkiye yoktur, Osmanlı İmparatorluğu diplomatik bir uydurmadan ibarettir”
(Jale Parla...?

Buna karşılık Lamartine’in 1878’de yaptığı açıklama ise, İngilizlerin Osmanlı üzerinde pekiştirebileceği üstünlüğü görüyor, buna karşılık Fransa’nın çıkarlarını korumasını öneriyordu.

“Osmanlı İmparatorluğu bir kez parçalanmaya görsün, şu anda pusuda bekleyen bütün Avrupa ve Asya devletleri harekete geçeceklerdir. Yirmi yıla kalmadan Akdeniz kıyıları mallarımızı alacak, deniz ticaretimizi canlandıracak, uygarlığımızı benimseyerek milyonlarca insanla dolacaktır. İşte Tanrı’nın avucumuzun içine koyduğu büyük fırsat, eğer görebiliyor ve anlayabiliyorsanız.”
(Jale Parla...)

19. yüzyılın ortalarında Fransızlar ve İngilizler Osmanlının biteceğini görüyor ve hazırlıklarını da sürdürüyordu.

Peki, Osmanlı da bu gidişatı gören yok muydu?

Başlı başına bir araştırma konusu olan İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu’nda ne gibi roller oynadı? Bu gidişe yaptıklarıyla dur diyebildi mi? Bu sırada Gayrımüslimlerin yine bu gidişatta etkileri ne oldu?

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 7 )

Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin durumu ise, Yahudiler kadar pek parlak değil. Doğu Anadolu’da yoksul Ermenilere karşın, batıda bilhassa İstanbul’da yaşayanlar ticaret ve sanatla uğraşan varlıklı kesimdi. 18. yüzyılın başından itibaren önemle gelişerek ülkenin ticaretinde Yahudilerin önüne geçiyorlar Osmanlı’da devlette ve Saray’da hâkimiyet tesis etmeye başlıyorlardı.

Daha önce 1461’de de Ermenilerin ruhanî lideri Hovakim Bursa’dan İstanbul’a gelerek Ermeni Patrikliğini tesis etmişti. Osmanlı’daki Millet sistemine göre Patriklik dini işler dışında her türlü hukuk konularında tek otorite olmuştu.

Fakat Eçmiyadzin Kategikosluklarının (Erivan’a 20 km uzaklıkta bir kent) ruhanî liderliği daima önde kalmıştır.

Fatih zamanında getirilen 150.000 Ermeni nüfusuyla, İstanbul dünyanın en çok Ermeni yaşayan şehri olmuştu. Ayrıca 1475 Kefe’den, 1479 Karaman’dan, Yavuz Sultan Selim’in çaldıran zaferinden sonra, Tebriz’den getirilen Ermeniler içinde sanatkârların çokluğu dikkati çekmiştir.

19. yüzyılda Amerikan misyonerlerinin Anadolu’da fakir Ermeniler için açtıkları Protestanlık telkinli bedava okullarda Türklere karşı Ermeni düşmanlığı tohumlarını atmışlardır.

1811’de Bağdat’ın zengin sarraflarından Yahudi Yehezkel Gabay, Bağdat isyanında Talat Efendiye ve İstanbul’dan gelen diğerlerine yardım ettiği için İstanbul’a getirilerek Saray kuyumcuları arasına dahil edilir. Bu arada Ermeniler Devlet içindeki para işlerinde en önemli mevkilerde bulunmaktaydılar.

Yahudi-Ermeni rekabeti ve çatışmalar başlar.

“İstanbul’dan Emiyadzin’e her yıl gönderilen surrelerin (para keseleri-bir nevi yardım fonu) kesilmesi ile ilgili bir konuşmasında Ermeni sarraf Kazaz Artin, Akif Paşa’ya; (1835’teki ilk Hariciye nazırı-dışişleri bakanı, o sıralarda Divanı hümayun kaleminde bulunmaktaydı. Devlet adamı ve şair.) <> diyerek, Osmanlı Devleti’nin mali işlerinde Ermenilerin ne denli etkili olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.”
(Bkz.Cevdet Paşa, Tezakir, Yayınlayan Cavit Baysun,T.T.K. Basımevi, Ankara 1963,III/236).

Yahudi-Ermeni rekabeti yüzünden Yehezkel Gabay Saray’da itibarı olan Allahverdioğlu ve iki kardeşini vatana ihanetle suçlayarak idam ettirdi.
Darphane müdürü Kazaz Artin’i de Rodos’a sürdürttü. Fakat Kazaz Artin’i oradan kurtaran Çelebi Behor Karmona isimli bir Yahudi oldu, Kazaz Artin olayın acısını çıkarmakta geç kalmadı ve Gabay’ın aleyhinde çalışarak gözden düşmesini sağladı, evinde çok miktarda kıymetli mücevherat bulunan Gabay daha sonra idam edildi.

İspanya kökenli Yahudi Çelebi Behor Karmona dönemin en etkili simalarından biridir. 18. yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’a yerleşen baba Moiz Karmona ünlü kumaş ve sarraflık ticaretiyle uğraşır. Behor Karmona şap ticaretinden zengin olurken aynı zamanda Yeniçeri Ocağının para işlerini yönetirken, zenginliği sayesinde İstanbul Yahudileri arasında lider durumunda bulunur.

Kazaz Artin kurtarıcısı Karamona’yı da Saray’ın gözünden düşürür; kanunsuz yollardan servet edindiği ve Yeniçeri Ocağının lağvı esnasında Yeniçerilere para yardımında bulunduğu gerekçesiyle idam edilir.

Osmanlı’daki Yahudiler; 15. ve 16. yüzyıllarda başlayarak, Osmanlı Devletine yüksek faizle borç veren Bankacılığın yanı sıra, Sarraflık, kumaş dokuma, esir ticareti, kalpazanlık (sahte para), altın kaçakçılığı, tefecilik, işleriyle meşgul olarak, Osmanlı’nın servet damarlarını ellerine geçirmişlerdi.

1588’deki Yeniçeri isyanında Ermeni dönmesi Doğancı Mehmet Pşa’nın idamına Darphane kesenekçisi Yahudi Yasef Nasi sebep olmuştur.

Vivien de Saint-Martin 1852’de yayınlanan bir kitabında şunları der; Yahudilerin yorucu işlerden nefret ettiklerini, bunun için ticaretle uğraşırken; kendi ırk ve dinlerinden olmayanları aldatmaları onların inançlarının gereği olduğundan Osmanlı’nın güvenini kaybederler ve bundan dolayı da sarraflık işinde Ermeniler hâkim olurlar.

18. yüzyılın başlarından itibaren güvenirliğini kaybetmeleri üzerine Yahudilerin karşısına Rum-Ermeni rekabetinin başlaması aynı zamanda çatışmaları da beraberinde getiriyordu.

Ayrıca kapitalizasyon sayesinde Osmanlı’nın iç işlerine karışan Avrupalıların Yahudi düşmanlığı “Antisemitizm” devletteki devşirmelerin, Yahudilerin, dönmelerin yerine Rum ve Ermenileri yerleştirme gayretleri de Yahudilerin gerilemelerine neden oluyordu.

Fakat tüm bunlara hazırlıklı olan, deneyimli Yahudi toplumu daha önceleri önlem aldıklarını tarihte saptanabiliyor. Yahudilerin siyasette Saray dışındaki etkinlikleri Osmanlı’nın son günlerine kadar devam ettiğini görebiliyoruz.

1648 yılında kendini, Yahudileri Arz-ı Mev’ûd’e götürecek Mesih olarak ilân eden Avdeti-dönme Sabatay Sevi ;
“Mesihliğinin şerefine bazı dini adetlerde değişiklik yapmıştır. Kudüs’ün düşman tarafından alındığı tarihe tekabül eden “On Tevet” matem orucunu eğlence ve ziyafet gününe dönüştürmüştür. Hatta daha da ileri giderek, her Cumartesi günleri sinagogda yapılan ibadetten sonra Sultan (IV. Mehmet)’ın adını anma âdetini kaldırarak, yerine kendi adını koydurtmuştur.
Ummadığı kadar taraftar toplayan Sevi, kendisini “Krallar Kralı” ilân etmiş ve Dünyayı otuz sekize bölerek yakınlarına dağıtmıştır.”
(Bkz. İ. Alaaddin Gövsa, Sabatay Sevi İstanbul )

Bu otuz sekiz bölge nereleridir ve kimlere verilmiştir? Bilinmiyor.

Devlet içinde Devlet olan Yahudiler Osmanlı’da ellerinde bulundurdukları ticaret tekelini kısmen Ermenilere ve Rumlara kaptırınca, o erki tekrar ele geçirmek için yüzyıllar önce kendilerine uygulanan katliamları, Hıristiyanlara karşı hazırlıklar plânladıkları düşünülebilir.
Bunun ancak birlik içinde; hile, yalan, aldatma ve gizli partileşerek olabileceği bir gerçektir.
Bu partinin adının “Avdeti-dönme” olmasını yanlış düşünmediğime inanıyorum.

Daha sonra küreselleşen Dünya Yahudi Partisi’nin temelinin birkaç taşı da Osmanlı İmparatorluğu’nda atılıyor.

Tarih’i tesadüflerle, rivayetlerle, varsayımlarla izah etmenin yanlış olduğunu düşünüyorum.
Tarih bir zincirin halkalarıdır, her halka birbiriyle bağlantılıdır, ortada boşluk ya da tesadüf halkası bulunmuyor.

1717 yılında İngiltere’de başlatılan Masonluk 1721 yılında Fransız Masonları tarafından ilk Mason Locası İstanbul’da kurulur. Fakat geçerliliği sonradan dış kaynaklardan öğrenilmiştir.

Tesadüf değil.

1748’de Osmanlı’da ilk bilinen Loca, İskoçya Büyük Locasına bağlı İskenderun Locasıdır.

Kurucular:

Humbaracı Ahmet Paşa; alias Chande Alexandre de Bonneval.
Osmanlı’da bir Fransız subayı, 1716 yılındaki Petrovaradin savaşında Osmanlı’ya karşı savaştı. 1729’da Avusturya’ya karşı savaşmak amacıyla Osmanlı Devletinin Bosna eyaletine geçti. III. Ahmet ve Nevşehirli İbrahim Paşa bunu kabul etmedi. Bu arada Müslümanlığa DÖNDÜ ve Ahmet adını aldı. 1731 yılında I.Mahmut döneminde İstanbul’a çağrıldı ve Osmanlı HUMBARACI OCAĞINI-TOPÇU BİRLİĞİ’ni yenileştirmekle görevlendirildi. 1733’te maaşlı Humbaracılar birliğini kurdu.

İbrahim Müteferrika; gerçek adı bilinmeyen, Erdel’li Hıristiyan Macar bir ailenin tanrıbilim okuyan çocuğu. 1691 yılında İstanbul’a gelir ve DÖNEREK MÜSLÜMAN OLUR.

Yirmisekiz Çelebizade Sait Çelebi; Sadrazam. 1720 yılında babası Paris elçisi iken onun kethüdalığını yapar. Masonlarla tanışır. 1727’de İbrahim Müteferrika’nın ilk matbaayı kurmasında büyük ölçüde destek olur.

1861 ve 1867 yıllarında İstanbul’da kurulan Localara başta Sultan V.Murat olmak üzere birçok ünlü sadrazamlar ve devlet adamları katılır.

1905 yılından itibaren ise Localar İstanbul dışında özellikle Makedonta’da Selanik’te açılır.

Bu yıla kadar 23 Loca kurulur, buralarda görev alanlar 1.ve 2.Meşrutiyetin, Yeni Osmanlıların, İttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulması ve eylemlerinde bulunmuşlardır.

1 Ağustos 1909 günü kurulan “Mışrıkı Azamı Osmani” adlı ilk Osmanlı Büyük Locasının “üstad-ı azamı” Yahudi dönmesi olduğu sonradan tesbit edilen, ünlü Ermeni tehcirinin kahramanı! Mehmet Talat Sai (Talat Paşa) seçilmiştir.

Tesadüf değil.
1889’da İTTİHAD-I OSMANİ adıyla kurulan, daha sonra İTTİHAD ve TERAKKİ adını alan ve önceleri gizli bir cemiyet olan, 1909’da ise HÜRRİYET ve İTTİLAF’ katılarak tarihe karışan, bu o zamana göre devrimci yanı yadsınamayacak birlikteliğin kurucularından 1/1 nolu üyesi İbrahim Temo’nun anılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Bu birliğin diğer kurucu ve üyelerinin de anılarına geçerek ortak bir sonuca varmak istiyorum.
İlk önce Tıbbiye ve Askeri Tıbbiye öğrencileri arasında, Abdülhamit istibdadına (despotizmine) muhalefet etmek ve Osmanlıda bazı devrimler gerçekleştirmek amacı düşünülüyordu. İlk amaçlarından biri okullarının Batı düzeyinde olmasıydı ve bir grevle de bunu duyuruyorlardı.
Abdülaziz zamanında iyice artan bu korkunç baskılara dayanamayıp, Avrupa’nın birçok ülkesine, özellikle Paris’e kaçan ve orada hareketlerine devam eden bu Münevver’ler kendilerine YENİ OSMANLILAR Avrupalılar ise JÖN TÜRKLER diyorlardı.

Avrupalılar bu harekâtı ahraraneye mensup olanlara, o zaman “Jön Türkler” ismini vermişlerdi. ( İ Temo; İttihad ve Terakki Anıları S.2)
19.yy’ın sonlarına doğru, Paris’te bulunan birkaç Jön Türk’e hangi ulustan oldukları sorulduğunda, önce “Müslüman’ız” diye karşılık verirler, Müslümanlığın bir din olduğunun belirlenmesi üzerine , “Osmanlıyız” derler; bunun da bir millet olmadığının hatırlatıldığı, ama gençlerin bir türlü Türk olduklarını söylemeyi düşünemedikleri aktarılır.(Çetin Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimleri Tarihi. S 344-345)

Yeni Osmanlıların yurt dışına kaçmalarının başlıca sebeplerinden biri olan, Osmanlı istibdadı, yanı sıra Batı örnekleri özellikle Fransız devrimlerinin de onları etkilediğini görüyoruz. Dışardan gelen mektuplar, elden ele dolaşan Fransızca gazeteler, o insanların beyinlerini ve gözlerini açmıştı.
Milas doğumlu Osmanlı Mebussan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin anılarında ise bunu daha açık olarak okuyabiliriz.
İzmir vilâyetinde Hukuk Reisi olan Mahmud Esad Efendi Tabiat dersi verirken Halil Menteşeyi etkilediğini anlıyoruz;
“Meslek hayatımda İzmir muhiti çok tesir etmiştir..Orada bir sosyete var... Burada kendimi bir Avrupa aleminde buldum ve daima Avrupa terbiyesi görmüş zevatla temasta bulunuyordum....”.
Halil Menteşe 1894 Nisan’ında okumakta olduğu Hukuk Mektebinden Milâs’a ve uzun bir yolculukla Paris’e kaçar. Hafiyelerin, ispiyoncuların kol gezdiği İstanbul’da, kendisiyle ilişki kuran tanımadığı kişilerden kuşkulanır.
“Ayağım suya erdi. Bir hafiyenin önünde olduğumun farkına vardım. Bu vak’a Avrupa’ya firar kararımın bir an önce verilmesinde ilk amil oldu.” Diye açıklar.
Niçin Paris?
Yahya Kemal Beyatlı “Paris Sevdası” adlı yazısında;
“Alafranga neslin birçok çocukları gibi Paris sevdasına tutulmuştum. Memleket zindan, Avrupa’yı nurdan bir âlem gibi görüyordum. İstanbul’un hafiyelik havasından ürkmüştüm. Asya ahlâkından müteneffirdim (nefret ediyordum)... Kendi milli muhitimin cenderesinden kurtulmak... Fransızca’dan tercüme edilmiş romanlarda gördüğüm âleme atılmak istiyordum. Gönlümü Paris’e çeken diğer bir sebep de Jön Türklüktü...” (Yahya Kemal, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım. S.74-75)

Paris o zamanlar Hürriyet severlerin Sığınağı olarak görünüyordu.
Orada yani Paris’te, İttihat ve Terakki Cemiyetinin şubesi kurulur Halil Menteşe de yurda dönünceye dek bu faaliyetin içinde yer alır.

Meşrutiyet yani ilk meclisli (parlamentolu) yönetim 23 Temmuz 1908 yılında tüm ülkede büyük coşkuyla kutlanır.

1908 yılında, Meşrutiyeti kutlamak için İstanbul ve Selanik’te sokaklara dökülen yığınlar, söyleyecekleri bir milli marşları olmadığını fark ederler ve Meşrutiyeti Fransız milli marşı ile kutlarlar. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de siyasi Partiler, cilt III s.22 )
“Mebusan Meclisi 17 Aralık 1908 Perşembe günü Abdülhamid’in açış konuşmasıyla çalışmalarına başlar. Orada, yalnız Türk mebusları “Biz Türk’üz” demeye cesaret edemiyorlardı. Muhammed ümmetinden olduklarına inanmışlardı. Onların bu itikadı o kadar samimi idi ki günün birinde kürsüye çıkan Evkaf Nazırı Şemseddin Paşa nutkunu Arapça söylemeye başlamıştı.”
(Halil Menteşe’nin anıları s.13)
Bu arada 1895’de Ermeni ayaklanması İbrahim Temo’nun anıları arasında önemli bir yer tutuyor.

Ermenilerin 30 Eylül 1895’te Osmanlı idaresine istek ve şikâyetlerini bildirmek için yürüyüş düzenleyerek Babıâli’ye baskın yaptıklarını yazan resmi tarih, ne bu istek ve şikâyetleri ve ne de nedenlerini yazmamaya özen gösteriyordu.
İstanbul’da başlayan, Trabzon, Tekirdağ ve İzmit’e sıçrayan gösterilerde her iki taraftan da büyük can kaybı oluyordu.
“Ermenilerin Babıâli’ye baskın yapmaları dolayısıyla vukua gelen isyan, İstanbul’u altüst etmişti. Ahali büyük bir heyecan içinde idi. Kürtler, Türkler, hamallar, işçiler softalar ellerinde kalın sopalarla her tarafı dolaşıyor, rast geldikleri Ermenilerin kafalarını parçalayarak telef ediyorlardı.
Bu hallerin, hükümetin vaziyet ve akıbeti için fena olacağını düşünerek bir Türk ve Müslüman nümayişi yapmaya karar verdim.”
(İbrahim Temo, Anılar S.40–41)

Ardından da 1000 nüshalık bir bildiri hazırlayarak dağıtmaya karar verilir.

Müslümanlar ve ey sevgili vatandaşlarımız Türkler!
Ermenilerin devletimizin en büyük makamı olan ve bütün Avrupalılarca tanınıp hürmet gören Babıâliyi basmağa kadar cüret ettiler. Payitahtımızı bastılar. Ermeni vatandaşlarımızın bu küstahça hareketleri mucibi teessüfümüzdür; lâkin hakikatte zulüm, istibdat ve idaresizlik, bu mucibi teessür ve teessüf hadiseleri doğurmaktadır. Biz Türkler ve umum Osmanlılar gibi bu müstebit hükümetten ıslahat ve hürriyet isteriz. Cemiyetimiz bu maksatla çalışıyor. Biz bugün, Ermenileri tedibe çalışacağımıza idaresizliğin, zulüm ve istibdadın merkezi olan Babıâliyi, Şeyhülislam kapısını, Yıldızı basarak bu daireleri müstebitlerin başına yıkalım, el ele verelim, toplanalım, çoğalalım. Bizim de hürriyete, serbestîye âşık ve müstahak olduğumuzu âlemi medeniyete gösterelim.

Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti

NOT: 5. Bölümde yazım hatasının olduğunu uyaran bir dostuma teşekkür eder, hatalarımı aşağıdaki gibi düzeltirim.

Taklitçi Osmanoğulları 10.yy Bizanssından kopyaladığı Toprak Kanunu’nu pratiğe geçirirken; bölgesel beylik, ağalık vergileri kendi adına topluyor gerekli olan yerlere doğru olarak ulaştırmıyor. Böylece hem köylüler, hem de merkezi otorite geriliyordu.

11.yy’da ise Bizans’taki bu başarısızlık toplumsal yaşamı çökertti. Daha sonraları tüm toprakların Hanedana devredilmesinin reform olarak görülmesi, Türk Köylüsüne devamlılık getirmediği için bir fayda sağlamadı.

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 8 )

İttihat ve Terakki Cemiyetinin bildirisinde; biz Türkler de umum Osmanlılar gibi bu müstebit hükümetten ıslahat ve hürriyet isteriz, derken Ermeniler gibi rahatsızlıklarını dile getirdiklerini açıkça görünüyor.
“Ermenileri tedibe (cezalandırmaya) çalışacağımıza idaresizliğin, zulüm ve istibdadın merkezi olan Babıâli’yi, Şeyhülislam kapısını, Yıldızı basarak bu daireleri müstebitlerin başına yıkalım, el ele verelim, toplanalım, çoğalalım.”
Görülüyor ki; toplumsal bir muhalefetsizliğin zorluklarını aşabilmek için birliğin gerçek anlamda gerekli olduğu bildiriden de anlaşılıyor.
Bizim de hürriyete, serbestîye âşık ve müstahak olduğumuzu âlemi medeniyete gösterelim.

Türklerin; 1402 yılındaki Ankara savaşında sınır Bey’lerinin saf değiştirerek Timur ordusunun yanına geçmeleri ve dolayısıyla Osmanlı’nın Timur yenilgisinden sonra Hanedan tarafından 2. hatta 3. sınıf vatandaş olarak itilmeleri, nihayet dile getirilebiliyor. Ve biz Türkler de denilebiliyor; fakat bu İttihat ve Terakki’nin genel görüşümü dür?

Cemiyetin ilk kuruluşunda İbrahim Temo kimlerin kabul edileceğine ait tartışmada;

“Ben, güvenilir ve iyi durumu olan her Osmanlının din ve millet ayırımı yapılmaksızın kabul edilmesinin taraftarıydım. Giritli Muharrem, İslâm olmayan kişilerin kabul edilmemesi tezini ileri sürmüşse de bu fikir ret olunarak, iş görebilecek ve itimat edilecek her Osmanlının, gayet ihtiyarkârane ve her türlü tecrübeden geçirilerek kabulü cihetine karar verildi.”
(Bkz: İbrahim Temo Anılar S.17)

Burada nasıl bir uygulama yapıldı, üye olacak kişiler nasıl seçildi? Osmanlı’nın sonuna doğru bunları görüyoruz.

Daha sonra ihtilâlci sıfatıyla moda olan “Pierre Lermit” lâkabını alan İbrahim Temo, Cemiyetin genişlemesi için harekete geçer.
“Benim, ilk önce medreselilerden Kosovalı ve “hürriyete mensup” olan İbrahim Efendiyi ve mülkiye memurlarından Necip Bey Dragayı, Görice mebusu Şahtin Bey Kolunya’yı cemiyetimize soktum. Hafız İbrahim Efendi Edirne’de Ramazan hocalığı yaparken serbestçe nasihatte bulunması neticesi mahpushanede posta memurlarından Talat Bey’i de cemiyete aldı. Bu sebepten Talat da mürşidi, Hafız İbrahim Efendiyi çok severdi, bana karşı da Muhabbeti vardı.”
(Bkz: İbrahim Temo Anılar S.18)

1905’te Makedonya’da kurulan Mason Locasının üyelerinde Sadrazam Mehmet Talât Paşa, daha sonra 1909’da ilk Osmanlı Masonluk Büyük Loca’sının “üstad-ı azamı” olarak karşımıza çıkıyor. Mehmet Talat Sai (Say) Osmanlı’nın son devresinde incelenmesi gereken en önemli isimlerden biri olduğuna inanıyorum.

1874 yılında Edirne’de doğduğunu öğreniyoruz; fakat ailesi hakkında bilgilere rastlamak mümkün olmuyor. Bazı bilim adamlarının yaptığı araştırmalar neticesinde Yahudi Avdeti-dönme’si olduğunu doğumundan yaklaşık 130 yıl sonra öğrenebiliyoruz.

Bir önemli konu da İsrael Alyans okulunda öğretmenlik yapması ki; Yahudilerin kendilerinin dışında diğer din ve ırklardan birini aralarına sokmadıkları biliniyor. Kız alıp vermedikleri, ticarette kendi dışındakileri desteklemedikleri, alış verişte kendi çıkarlarını korudukları bir gerçek.

Bundan önceki bölümlerde de belirttiğim gibi avdeti’lik Yahudilerde bir gelenek halinde görünüyor.

En ünlü ve ‘Mesih’liğini ilân eden Sabetay Sevi 1666 yılında Divan huzurunda Müslüman olarak Mehmet Efendi adını alıp 150 akçelik maaşla Saray kapıcılığına getirilirken, ona inananlara gönderdiği haberde; kendisinin böyle davranmasını Tanrı’nın istediğini anlatır. Bu sırada Gazze’li Natan da, Sabetay Sevi’nin böyle davranmasının dini kitapların bazı yerlerinde bulunduğunu ve ilâhi iradenin bir sonucu olduğunu açıklar. Sabetay Sevi’nin Mesih’liğinin tekrar geri döneceğini iddia eder. Görünüşte Müslüman olan Sevi görevine devam ederken, taraftarlarını Kabala’nın kehaneti olduğuna inandırır. Ona inananlar ise ruhu ve gövdesi ile gökte olduğunu, yerde ise gölge ve hayalinin dolaştığını söylerler.

Sabetay Sevi’ciler büyük bir taraftar kitlesi halinde Osmanlı topraklarında yaşarken, küreselleşecek olan Siyonizm’in taşlarını da inşa etmeye devam ediyorlardı.

Mehmet Talât Sai hızlı koşarken yanlışlıklar da yapıyordu.

Bunun farkına varan Mustafa Kemal oluyor.
Devlet adamlığı ve liderlik burada kendini gösteriyor.

1889’da İTTİHAD-I OSMANİ adıyla kurulan, daha sonra İTTİHAD ve TERAKKİ adını alan ve önceleri gizli bir cemiyetken iktidara kadar yürüyen Yeni Osmanlı’lar-Jön Türkler arasında Talât Paşa yerini alıyor ve Sadrazamlığa kadar çıkıyor.

Bu arada 1906 yılında Mustafa Kemal ve daha sonra Kurtuluş savaşına katılan arkadaşlarının kurduğu ve aralarında Dr. Nazım’ın bulunduğu Vatan ve Hürriyet Derneği 29 Ekim 1907’de İttihat ve Terakki’ye katılır.

Tesadüf değil.

Burada 2. bir dönme Dr. Nazım karşımıza çıkıyor ve birleşmeyi ısrarla istiyor. Daha sonra 1926 yılında Mustafa Kemal Atatürk’e İzmir suikastına katıldığı için idam ediliyor.
Dr. Nazım’da, Mehmet Talât Sai gibi sadece doğum yeri (Selânik-Dönmelerin merkez okulu) ve doğum yılı (1840) biliniyor, ailesi hakkında bilgilendirme bulunamıyor.

1908’de 2. Meşrutiyetin ilânından sonra;
Mustafa Kemal Meşrutiyeti ilân etmekle işin bitmediğini, köklü reformlara gidilmesi gerektiğini, İttihat ve Terakki’nin siyasal bir parti olmasını ve ordunun siyasetten çekilmesinin şart olduğunu ısrarla ortaya atarken diğer İttihat ve Terakki’cilerle aralarında görüş ayrılığı çıkar. Bu arada Trablusgarb’ta Meşrutiyet’e karşı ayaklanmaları İttihatçılar fırsat bilinerek Mustafa Kemal Selanik’ten Trablusgarp’a gönderilir. 22 Eylül 1909’da Selanik’te yapılan kongrede görüşlerinde ısrar eden Mustafa Kemal bunların kabul edilmemesi üzerine diğer arkadaşlarıyla cemiyetten istifa eder.

Belgeler açık değil. İstifaların nedeni sadece ordunun siyasete katılımından mı kaynaklanıyor? Yoksa başka nedenler de var mı?
Avdetilerin-dönmelerin yalnız iki kişi olmadığı bir gerçek, bu konu da ayrılıkları etkiledi mi? Osmanlı’nın sona on kalan bu gelişmelerinden sonuç çıkmayacağını gören Mustafa Kemal ve arkadaşları Kurtuluş Savaşına giden yola daha o günlerde başlamış olabilirler mi?

Yeni Osmanlıların-Jön Türklerin hemen hemen tamamının içinde bulunduğu İttihat ve Terakki’nin hedefleri “hürriyet” değildi. İstekleri Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını, küçülmesini durdurmaktı. Bunu başaramadılar; ancak Mustafa Kemal ve arkadaşları Batı emperyalizmine ve Osmanlıya karşı savaşarak Hürriyet’i de Anadolu topraklarında yeşertti.

Mehmet Talat Say yükselişi Osmanlı’nın sonunu getiriyor. Babıâli Baskını ise sonu hızlandırıyor.

1912’de muhalefete düşürülen Mehmet Talât Say, Sadrazam Kamil Paşa Hükümetine hazırladığı darbeyi 23 Ocak 1913’te gerçekleştirir. İttihat ve Terakki’nin vurucu gücüyle Babıâli’yi basanlar Sadrazam Kâmil Paşayı istifa ettirirler ve yerine yandaşları Mahmut Şevket Paşa’yı başa geçirirler. İşin garip yanı İttihat’çılarla muhalefetleri neticesi 13 Haziran 1913’te bir suikast sonucu Mahmut Şevket Paşa öldürülür. Neden? Resmi tarihte bu sayfalar da karanlık, netlik yok. Sait Halim Paşa Hükümeti başa geçer ve Talat orada Dâhiliye Bakan’ı olur.

Önü açılan Talat; Harbiye Bakan’ı Enver ve Bahriye Bakan’ı Cemal Paşalarla birlikte 1918 yılının sonuna kadar Osmanlı’nın iç ve dış politikalarını yönlendirirler.

Posta memurluğundan, 2.Meşrutiyet milletvekilliğine, doğum yeri (Midilli) ve doğum tarihi belli olan (1855) ölüm yeri ve tarihi belli olan (Viyana–1922) fakat ailesi hakkında kesin bilgiler bulunmayan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde içişleri bakanlığı, 1917 yılında başbakanlık yapan, bitmekte olan 1.Paylaşım savaşına Osmanlı İmparatorluğu’nu sokarak yenilgisine neden olan Mehmet Talat Sai 1914’te başlattığı Ermeni “tehcirini” yapma nedenleri tam ve net bir açıklık kazanmamakla beraber, Batı Anadolu’da Ermenilerin Saray, maliye ve ticaretteki hâkimiyetlerinin gelişmesi üzerine aldığı bir karar olabilir mi?

Daha önce 2 Ağustos 1914’te Almanlarla İttifak anlaşması imzalarken vaat edilmiş toprakları mı düşünüyordu? Sabetay Sevi’nin dağıttığı dünyanın 38 parçasından birini mi düşlüyordu? Anadolu o parçalardan biri miydi? Fakat Ermenilerin ayak bağı olduğunu bilerek ve 1.Paylaşım savaşında kendisine karşı gelecekleri savını öne sürerek, yüzyıllardır süre gelen bir kin’i burada pratiğe geçiriyor ve Anadolu topraklarında Yahudi-Hıristiyan savaşını başlatıyordu. Bence tehcir’de geçerli olan nedenlerden biri ve en önemlisi de budur.
Yoksa; Ermeniler Devletini kuracaktı, Ruslarla birlik olarak Osmanlı’yı bitirecekti gibi iddialar bence geçerli değildir.

Mehmet Talât Sai burada yalnız değildi.

Osmanlı ordusu incelenerek buna cevap aramak zorunluluğu doğuyor.
Başlangıçtan Kurtuluş savaşına kadar Osmanlı ordusunun yapısı, dönmelerin ve diğer Gayrimüslimlerin, Türklerin, Avrupalıların ordu üzerinde etkisi, ordunun eğitiminden sorumlularına kadar irdelenmesi, sonuca varmama yardımcı olacağı kanısındayım.

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 9 )

Osmanlı ordusu karşısında ordu bulamayınca ordu oluyor.
Karanlık Ortaçağ’ı atlatan Batı ordusunu kurup çağdaş düzeye geçirince Osmanlı, ordusunun olmadığını anlıyor ve ordulaşmaya geçiyor, geç kalıyor.
Osmanlı Batı’dan ordusunu kurmasını istiyor.
Batı’dan gelen eğiticiler Osmanlı’da ordu kurmuyor, sürüleri suya götürüp susuz getiriyor ve alay ediyor.
Bu daha sonra görülüyor, geç kalınıyor.

“Avrupa’yla yakın ilişkide olan Doğu’da artık eski durgunluk bitiyor. Bu kitap belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun son bir portresi, can çekişmenin ilginç bir tablosudur. Bu imparatorluğun ölümü ya da yeniden doğuşundan sonra insanlar, fikirler, anıtlar, toprak, her şey değişecektir.”
(Eusebe de Salle Doğu HacGezileri1837. Bkz: Jale Parla.)

Robert Curzon Visits to the Monasteries of the Levant’ta Osmanlı askerlerinin Batı’nın askerlik yöntemleriyle Palmerston’un yolladığı uzmanlar denetiminde talim yapışlarını alayla anlatır:

“Vezir gidip de toz duman biraz yatışınca kasabanın dışına doğru yürüdüm ve orta Avrupa yönetimleriyle talim yapan taburlara rastladım. Gözümü çayırın ortasında bir halının üstüne oturmuş bir adam çarptı ve o tarafa yürüdüm. Bu adamın askerlerin albayı ve komutanı olduğunu anladım. Birlikte nargile tüttürürken gördüm ki, adamın askerlik konusunda benim bildiğimden fazla bir bilgisi yok. Tefekkür halısında sessiz sedasız barış nargilesini tüttürdük bir süre. Bu sırada sözde yürüyüş yapan askerler akıl almaz bir biçimde düğüm olup birbirlerine girdiler, sonra da bir anda hareketsiz bir arı yumağına dönüşüverdiler. Subayların bağırmasıyla fır fır dönmeye başlayan zavallılar birbirlerinin ayağına basıp tekmeler atarak bu yığından kurtulmaya çalıştılarsa da beceremediler. Sonunda Albay’ın aklına parlak bir fikir geldi. Nargilesini ağzından çekip Muhammed aşkına herkesin bildiği gibi evine gitmesini emretti. Küçük okul öğrencileri gibi bu emre sevinçle uydular ve atlaya zıplaya kasabaya doğru yola koyuldular. Subaylar da, her biri bir nargile alıp bir ağaç gölgesine çekilerek ve içlerinden bu garip icatları için Frenklere küfrederek minderlerine uzandılar.”
(Bkz: Jale Parla aynı kitap.)

Osmanlı İmparatorluğu’nun gücü XVII. yüzyılın ortalarına kadar askeri varlığıyla ölçülebilir. XVI. yy sonlarına kadar Avrupa ve Asya’da karşısında hiçbir gücün duramadığı Osmanlı ordusu sonraki yıllarda Avrupa’da ortaya çıkan askeri teknolojideki yenilikleri ve bunun sonucu olarak savaş yöntemlerindeki yeterince izleyemedi. Başlangıçta bu gerilik mutlak değil, göreceliydi ve etkisini XVI. yy sonlarında başlayan yenilgiler ordunun Batı orduları karşısında savaş gücünü yitirdiği ortaya çıkıyordu.

Osmanlı ordusunun genelde maaşlı askerlerden oluştuğunu görüyoruz.

Azap askerleri Anadolu’nun güçlü ve sağlam iri yapılı bekâr Türk gençleri arasından kefilli olarak toplanırlar. Maaşları bulundukları semtler ya da eyaletler tarafından ödenirdi. Seferlerde vergiden muaf tutulurlar, barış zamanında ise maaş almazlar başlarının çaresine bakarlardı. Başlarına kırmızı renkli börk (hayvan postlarından yapılan başlık) giyen azaplar ordunun en önünde giderler düşmanın saldırılarına karşı koyarlardı. Osmanlı Hanedanı için Türkler azapta gerekliydi herhalde, ölen ölür kalan sağlar tekrar azaptır gibi.
Azaplar II. Mahmut döneminde Yeniçeri ocağıyla birlikte 1826 yılında ortadan kaldırıldı.

Kapıkulu Osmanlı İmparatorluğu’nun sürekli ordusunu oluşturan ücretli askerlerdi. Osmanlılar yönetimleri altındaki Hıristiyan halkların çocuklarından devşirdikleriyle bu ordunun temelini ve hatta tamamını oluşturmuşlardı. Bu ordunun en ünlüsü yeniçerilerdi.

1361 yılından ortadan kaldırıldığı 15 Haziran 1826’ya kadar 465 yıl neredeyse devlet içinde başka bir devlet gibi Osmanlı hanedanının çilesi olan Yeniçeriler sürekli ordu durumundaydılar. İlk olarak devletin elinde toplanan tutsak çocuklardan, daha sonra fetihlerin durması ve tutsakların yetmemesi üzerine Hıristiyan çocuklarından devşirme olarak alınanlar Yeniçeri ordusunun tamamını oluşturmuşlardı.
8 yaşından itibaren Anadolu’da Türk ve İslâm geleneklerine göre yetiştirilen bu çocuklar, daha sonra “Acemi Ocağı”na götürülerek katı bir disiplin altında itaate alıştırılır, yorgunluk ve açlığa dayanmayı öğrenirlerdi.
Kapıkulu ordusunun zamanla en ayrıcalıklı sınıfı olan Yeniçeriler paralı askerlik gibi her üç ayda bir maaş aldıkları gibi, sık sık da Padişahtan bahşiş isterler ya da verilmesine mecbur ederlerdi. Cülus yani bahşiş 1451’de Mehmet II’nin Bursa’da yolu kesilerek alınmasından sonra gelenekselleşiyor.
Savaşlarda savaşmayan, barışta ise Osmanlının başına belâ olan Yeniçeriler 1451’de başlayan bu cülus olayından önce ilk başkaldırısı 1445 yılında Mehmet II’nin tahtı yeniden babası Murat II’ye bırakmasıyla başlar. Durmak bilmez. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a getirilen cenazesinde de şehre dağılarak Venedikliler hariç Karamani Mehmet Paşa ve ardından birçok Yahudi katledilir ve varlıkları yağma edilir.
Yüzlerce ayaklanma ve katliama sebep olan Yeniçeriler 15 Haziran 1826’da “Vakai Hayriye” olayından sonra kaldırılır. Çok geç.

Osmanlı ordusuna subay yetiştiren Mühendishane-i Derri-i Hümayun topçu ve istihkâm subayları yetiştirmekteydi. Osmanlıda 1748’deki ilk Mason Locası kurucularından Humbaracı Ahmet Paşa; alias Fransız Subayı Chande Alexandre de Bonneval 1734’te Batı’lı ölçülere göre yeniden örgütlenmeye çalışılarak Humbaracı ocağı (topçu birliği) bünyesinde 1795’te kuruldu. Burada Fransız okullarındaki öğretim programları uygulanmaya çalışıldı.
Mühendishane-i berri-i hümayunda Baş hoca Müslümanlığa dönmüş olan ve yedi lisan bilen İshak Efendi, bir Yahudi idi.

XVIII. yy’ın ikinci yarısında Fransa’nın yardımıyla özellikle Topçu ocağında önemli yenilikler elde edilir.

1826 yılında Yeniçerilerle beraber tüm Kapıkulu ordusu da kaldırılınca ikiyüzbin kişiye varan ordu yeniden yapılandırılmaya başlandı.

Asakiri mansurei Muhammediye adlı yeni ordunun başına Serasker olarak eski Yeniçeri ağalarından Ağa Hüseyin Paşa atandı. Sadece Devşirmelerin bulunduğu Yeniçeri ocağından yetişen ve orada Ağa olan Edirne 1776 doğumlu yeni serasker Hüseyin Paşa’nın aile kimliği hakkında bilgimiz yok!

Başlangıçta 12 000 kişilik kadro olarak öngörülmüşken Mahmut II dönemi sonunda 118 400 kişiye kadar yükseldi. Seçme olması gereken eratın kim olduğu belirsiz, din değiştirmiş kişiler alınmayacaktı! Askerlik süresi 12 yıl zorunluluğundaydı.

Mahmut II, askerlerin Avrupa usulüne göre yetiştirilmeleri için Mısır valisi Mehmet Ali Paşadan Türk ve Arap subaylar istedi, olmayınca Prusya’dan piyade, topçu ve süvari subayları getirildi. Burada bir seçme yapılmış mıydı? Gelenler arasında ne kadar Yahudi var dı? Açıklık yok.
Bu da yetersiz kalınca, Viyana, Berlin ve Paris’e eğitim için askeri öğrenciler gönderildi. Bunların arasında seçim yapıldı mı, dönmeler var mıydı?

Bu arada 1834’te kurulan ve 1884’e kadar Fransız 1884’ten sonra Alman eğitim sistemleri uygulanan Mektebi ulumu Harbiye, Batı tekniklerine uygun olarak orduya subay yetiştirmekteydi. 1884’ten sonra neden Alman eğitim sistemi uygulandı? Alman eğitimcileri öneren ve getirenler kimler di? Gelenleri arasında ne kadar Yahudi ya da Yahudi dönmesi vardı?

Aynı şekilde Mühendishanesi bahri hümayun’a şimdiki adıyla Deniz Harp Okulu’na da aynı uygulamalar yapıldı, Avrupa’dan eğitimciler getirildi. Yukarıdaki sorular burada da sorulabilir.

Burada unutulmaması gereken Osmanlı ordusunun en önemli birimlerinden biri de Gurebâ-i Yemin ve Gurebâ-i Yesar Süvari Bölükleridir. Askerlikten muafiyet vergisi ödeyemeyen Gayrimüslimlerin askere alındığı bunların arasından YİĞİTLİK GÖSTEREN YAHUDİLERİN Gureba Bölüklerini oluşturduğunu öğreniyoruz.

Sadece Padişahın katıldığı savaşlarda yer alırlardı. Dokuz akçeden başlayan günlük maaşları yetenek ve kıdemlerine göre üç katına kadar yükseliyordu. Gurebâ-i Yemin Savaşta Padişahın sağında Sancakı Şerifi korumakla mükellefti. Gurebâ-i Yesar Sadrazamın buyruğunda savaşa katılır sol tarafta yedek olarak bekler, geceleri de Sadrazamı ve ağırlıklarını korurlardı.
12 000 kişiye varan bu süvari birliklerinin silâhları; pala, mızrak, gaddare adlı kılıçlardan oluşurdu. Son zamanlarda ateşli silâhlarla da donatılmışlardı.
1926’da Osmanlı ordusu lâğvedilirken bunlar neredeydi, daha sonra nerelere dağıldılar? Dağıldılar mı? Çünkü bu birlikler Sadrazamın GÖZDELERİ ve emri ve koruması altındaydılar.
Gureba’yı daha sonra Maarif alanında da görüyoruz.
Sibyan mektepleri vakfiyeleri, Osmanlının “gureba mektebi” nitelik ve özelliklerini taşıyan kurumlar açmaya önem verdiklerini gösterir. Nitekim Enderun, Acemi oğlanları kışlaları ve Galatasaray ÖĞRENCİLERİN YATMA, YEME ve eğitim gereksinmelerini parasız karşıladığı okullardı.
Ancak bunlar başlangıçta Türk’lere değil Müslüman olmayanlara ve devşirmelere özgüydü...

Son olarak ta Hamidiye Süvari alaylarına da değinerek bu konunun sonuna gelmek istiyorum. Ermenilere karşı ve Rusya ile yapılacak bir savaşa karşı hazırlıklı bulunulmak amacıyla, Abdülhamit II tarafından kurulan bu alaylar iddia edildiği gibi KÜRT değil ARAP aşiretlerince gerçekleştirilmiştir. 1908’den sonra 63 Hamidiye Süvari Alayı Doğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yerleşik düzeye geçmişlerdir...

1821 yılına kadar tercüme odasında genellikle Rum ve Yahudi ve Yahudi dönmeleri kullanıldı. Rumlar Mora ayaklanmasından sonra atıldılar. Türk ve İslâm memurları yetişinceye dek, Yahudiler ve Yahudi dönmeleri Osmanlının bitişine dek görevlerine devam etti.

XVII. yy’da başlayan eğitim kurumlarının kurulmasının tamamında, özellikle Fransa’dan getirilen öğretmenler, Fransızca ve Fransız eğitim sistemini yürüttüler.

Bir tarafta Yahudilerin kendi eğitim kurumlarında toplumunu eğitmesi, diğer tarafta Fransızların yani Hıristiyanların kendi eğitim sistemlerini burada Osmanlı toplumuna tatbik etmeleri biraz düşündürücü olmuyor mu?
Yahudi Hıristiyan düşmanlığının bir parçası da burada görülmüyor mu?

XVI. yy sonlarında Osmanlı ordusunun vergilerden yoksun kaldığı 200 000 yakın güçlü bir süvari kuvveti, 1620 yılında 100 000 dolaylarına düşürülüp ve daha sonra 1826’da tamamen kaldırılırken askerler nerelere gitti? Ne yaptılar? Osmanlının hiçbir eğitim almamış hattâ okur yazar dahi olmayan kişilerden mi ordusunu kurdu?

Osmanlı 1.Paylaşım savaşına niçin girdi? Kimler soktu? Ordunun başında bulunan Alman Yahudi’si Van Sanders tek miydi? Daha kaç yüz Alman asker eğiticisi Anadolu’da bulunuyordu.

O yetersiz insanlar Ermeni tehcirine kadar yeterli düzeye getirildiler mi?
Tehcir sırasında safkan Türkler mi sadece asker di? Eğer öyle ise dönenlerden ordunun iplerini eline alanlar var mıydı? Kimler di?

O arada Ordunun tepesinde bulunan yabancı isimle, meselâ Alman ya da diğer uluslardan yetkili subaylar var mıydı? Kimler di? Yahudi miydiler? Diğer Türk ismi almış dönme Paşalar var mıydı? Kimler di?

Tüm bu soruların karşılığını bulmadan, doğruları da bulmanın mümkün olmadığı bir gerçek. Yoksa tutup şu suçluydu, bu değildi gibi tek taraflı davranarak olayı basitleştirmenin hiç bir anlamı olmuyor.
Böylece olayın üzerinden asırlar dahi geçse, netlik kazanamayacak ve kuşaklar suçlama, yetersiz savunmalarla birbirlerine düşecekler.
Barış için yapılması gerekenler varken, kin ve nefret her iki topluma da yansıdığı sürece iş uzayıp gidecek.

Hıristiyan-Yahudi-Hıristiyan düşmanlığı+Ermeni meselesi. ( 10 )

Sonuç:

Yukarda dokuz bölümde özetlediğim araştırmamda, eksik kalanlar olabilir. Netice olarak ana hatlarıyla bu doğruları kabul ederek, sonuçta genel bir yorum yapmak istemiyorum. Bunu okuyucularımla paylaşmayı daha doğru buluyorum.

Resmi tarih, gayrı resmi tarih, eksik belgeler, tahrip edilmiş belgeler, arşivler gibi işin demagojilerine girmek istemiyorum.

Topluma, ne gördüysem okuduysam onları aktarmayı uygun gördüm.

En büyük Türk’le, “Bir Türk Dünyaya bedel”le, “Türkiye Türklerin”dirle bir yere varamadığımızı, varamayacağımızı bilmeliyiz.

Ermeni tehcirinde ve katliamında verilen rakamların en küçüğü bile ürkütücü ve korkunç.

Osman-oğullarının bu, bilerek ya da bilmeyerek alet olduğu insanlık dışı uygulamada, insanoğullarının bağışlatıcı nedenler araması daha da ürkütücü oluyor.

Önüne gelenin, bir insanlık suçunu birilerine yüklemeye çalışması; o başladı, ben değil vs… vs gibi sudan sebepler bulmasının, gerçekleri tarih sayfalarından silemeyeceğimizi bilmeliyiz.

16. yüzyılın sonları 17. yüzyılın başlarında Hamburg, Londra, Bordeaux’dan ABD’ne akın eden Yahudiler bu sefer orada Ticari ve Siyasi erki ele geçirdiler.

Doğrular; bir yerlerde saklanıyor.

Siyonizmin, Dünya Yahudi Partisi’nin kuklası ABD emperyalizmi izin verdiği zaman tüm gerçekler ortaya çıkacaktır.

Birçok doğru Alman Devlet arşivlerinde de var.
Birçok doğru İsrail Devlet arşivlerinde de var.
Birçok doğru Erivan Devlet arşivlerinde de var.
Birçok doğru Ankara Devlet arşivlerinde de var.
Tüm doğrular ABD devlet arşivlerinde var.

Küreselleşen Siyonizm’in, Dünya Yahudi Partisi’nin kuklası ABD emperyalizmi, arşivlerin açılmasına izin vermesi için;

Siyonizm’den, Dünya Yahudi Partisi’nden kurtulması, bağımsızlığına kavuşması gerekmektedir.

Hoşça Kalın.

Nurettin Kurtuluş


Not: Bugüne kadar yayımlanan yazılarımı okuyan var mı yok mu bilemiyorum. Okuyanlar parmağını kaldırsın! Muhakkak, okuyan varsa görüşleri de vardır. Bunları iletmeleri de benim için faydalı olacaktır.

Teşekkür ederim.


   
 

Nurettin Kurtuluş


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi