- Ben bu taştan katı, bu yürek benim değil...
Kadın tüm yaşamını bu erkekle geçireceği için kendine acıyordu.
Dış dünyadaki güzelliklerin yeterince farkına varamamış,
yitirdiklerini ise biliyordu. Sevmek ve sevilmek yetmiyor,
ölçüt zamanla değişiyordu. İnsan nasıl aynı kalamıyorsa,
sevmek ve sevilmek de öyleydi. Geldiği noktada değişmeyen,
evlendiğine pişman olmayan insan var mı diye düşünüyordu.
Düşünceleri kafasında sık değiştikçe, düşünmek ona giyilen ve
çıkarılan bir giynek gibi geliyordu.
- Evlilik, başkalarından vazgeçmek!
Dilinden, dininden, ırkından, düşüncelerinden, kitaplarından,
okuduklarından, yazdıklarından vazgeçmek olarak görüyordu.
Yitirmek, kaybetmek, yok saymak...
Elinde kalanlarla yetinmek. Elinde az şey kalmak. Yetmemek...
- Kendinden vazgeçmek... diyordu.
Severek evlendiği adamdan örselenmişti, yatağa hapsolmuş
ilişkinin dışında adamından hiçbir şey alamıyordu. Seksten
sonra sırtını dönen kocasının bencilliğinden sarsılıyor,
durmadan sarsılıyordu. Her geçen gün çatırdayan evlilikleri
ruhunda yıkılıyordu.
- Dün mutlu olan bendim, bugün mutsuz olan da...
Gece içinden daha karanlık ve yalnızdı. Kendini küçümsediği
yatak karşısında duruyor, oraya tekrar dönmek istemiyordu. O
yataktaki adama sarılırken zorlanıyor, seviştiği anlarda bile
sevişmediğini biliyordu. Adamın sonu gelmez arzuları tenine
şaklayan kırbaçtan farklı olarak ruhunu yaralıyordu.
- Aşk sevmek ise, sevmek inanmaktır.
Duygularını söyleyemiyor, incitmekten korkuyordu. Kendisinden
emin değil ya da bir mucize olmasını bekliyordu. Evet, evet o
mucizenin bir gün gerçekleşeceğine inanıyor, sabırlı olması
gerektiğini telkin ediyordu.
-Acaba inançlarımız ne kadar beklediklerimizdir? Eğlenceli bir
öyküde payımıza düşen roller midir yaşam? Yatak gölgesinde
kalabilen aşk oyunları mıdır? Paylaşılamayan aşk nasıl bir
oyundur?
Verdiği değerin karşılığını alamıyordu. Sevilmediğini
hissediyor, görmezlikten gelemiyordu. Hayat acılarla doluydu.
Değer verilmemek acıların en büyüğüydü. Yüceltilmesini
beklediği halde gittikçe bencilleşen aykırı bir kişilikle
çatışmak zorunda kalıyordu. Adamıyla her yatışından sonra
yatağı çamura bulanmış gibi yıkanmak istiyordu. O’nu
kaybetmekten de korkuyordu. Anlağı ikiye ayrılmış, farklı
düşünüyordu.
- Tüm kaybettiklerim gibi bir gün o da albüm sayfalarında eski
bir resim olarak mı kalacak? Kötü hayaller kurmaktan
vazgeçmeliyim, ey kendimi yalnızlaştıran düşler üstenizden
geleceğim...
Kim olduğunu bilmiyordu. Kim olduğunu arayan biriydi.
Karşısına çıkan yıllarının erkeği inandığı Tanrıdan daha
sevecen ve anlayışlıydı. Kim olduğunu biliyordu. Kim olduğunu
aramıyordu. Kendisini hayran bırakacak değin deneyimli, bir
yaz sıcağı değin yakıcıydı. Onu seviyordu. Ondan giderek
vazgeçiyordu. Vaz mı geçiyordu?
-Bildiğim bir değeri bırakarak bilmediğim bir değerlinin
peşine düşmekle acaba ne kadar doğru yapacağım? O’nun içindeki
ben nasılım? Yayı fazla germeden sormalı mıyım?
Kafasında erkeğini suçladığı bir ihanetle yaşıyordu. Gördüğü,
duyduğu, bildiği bir şey yoktu! Varlığını hissettiği bir
ikinci ruh daha vardı içinde ve bu ruh sürekli ihanete
uğradığını söylüyordu. Sırla kaplı bakış ve duruşlardan ihanet
kokusu alıyordu. Aldatılmak, aldatılmak, aldatılmak...
Utanılan acılar olarak yüreğine çöküyordu. İşte bu duygulardan
kendini erkeğine veremiyordu. Kapısı ve yatağı açık başka bir
kadın. Onunla düzüşmelerini görmüş gibi inciniyordu. Bunu
aşağılanmışlık olarak algılıyor, dayanamıyordu. Sabahları
mutluluktan uçar gibi fırladığı yataktan artık kaleleri
yıkılmış olarak kalkıyordu. Allah'ın günü bu rüya ile
uğraşıyordu. Yoksa kendinden gerçekten utanıyor, kendini mi
suçluyordu.
- Belki elimdeki bir hazinedir de kıymetini bilmiyorum.
Düşüncelerim kuşkular ve kuruntulardan ibarettir. Dün
hatırlanmaya değecek değin güzel, yarın aranmaya değmez mi
olacak? Yarını dünü unutarak mı arayacağım?
Olmadığı zaman eksikliğini duyuyorum, olduğu zaman varlığı
rahatsız ediyor.
Rahatsız mı ediyor?
Bilmiyorum!
Adamı evde yoktu. Bir kadeh içki doldurdu. Buz attı. Sonra
ayna karşısına geçti. Zevk alırcasına çırılçıplak soyundu.
Günahkâr bir soyunmanın günahsız bir rahibeye nasıl haz
vereceğini duyumsamaya çalıştı. Rahibenin çırılçıplak vücudunu
gören bir erkeği düşündü. O erkeğin yerine bir papazı koydu.
O’nu bir ressama gizli model olarak çalışmaktan haz alan kadın
olarak düşledi. Tanrının yazdığı günahları güncesine ekledi.
Kendine dokunmak içinden geldi. Güzel memelerini avuçlarının
içine aldı. Sıktı. Yaptığı şeylerden hoşlandığını hissetti.
Çırılçıplak yatağa uzandı. Yatak soğuktu. Ürperdi. İşte bu
yatak paylaşılan koca bir dünyaydı. O koca dünya heykel gibi
parçalanmayı bekliyordu. Parçalamak hem kolay hem de zordu.
Seçeceği yolu bulamıyordu. Doğru yolu bulmak istiyordu.
- Gerçekleri gördüğümü sanıyorum. Ya onun gerçekleri
benimkilere baskın çıkarsa... Ayrıntılar üzerinde düşünmüyorum.
Ya onun ayrıntıları benimkilerden daha zenginse...
Beklentilerim büyüyor. Ya onun beklentilerine yanıt
veremiyorsam... İçimde sessiz durmayan, benimle tatlı tatlı
konuşan ve kışkırtan duygularla başa çıkamıyorum. Kendi
sessizliğime dönmek istiyorum.
Karar vermek zordu. Ne karar vereceğini bilememek daha zor.
İçinde kim ve ne vardı. Dışında kimi ve neyi arıyordu. Kendine
ağlamak istiyordu. Kendine gülüyordu. Adamı iki günlüğüne
başka bir kente gitmişti. Geldiğinde hoş geldin ödülü olarak
vücudunu ona yine verecek miydi? Yok demesini henüz
öğrenmemişti. Bir büyücü etkilenmesiyle gözlerine bakan adama
yok diyecek cesareti kendinde hiç bulamamıştı. İstemeden
yattıklarında ölü yüzünü görebiliyordu. O yüzde iki kişilik
dünyanın payına düşmüş suçluluklar vardı. Mutluluktan uzak
yüzü çok çabuk kızarıyordu.
- İnsan sevdiğine yok demeyi bilemiyor... Sevmek her zaman
kendini erkeğe vermek için yetmiyor! Aşkla başlayan sevgi,
sevgisizliğin de kol gezdiği bir nefrete mi dönüşüyor? O benim
aşkımdı, o benim nefretim mi olacak?
O’nu mutlu edememenin mutsuzluğunu taşıyordu. Yıllardır
tapındığı adamına mutluluk veremediğini düşünüyordu. Kendine
mutluluğun ne olduğunu soruyor, nasıl mutlu olunur sorusuna
değişik yanıtlar arıyordu. Yanıtını bulamadığı anlarda
adamından kopmak için bahaneler arıyor, bunu yapamayınca da
her zamanki gibi suçlamaları kendine yöneltiyor, kendini
cezalandırıyordu. Adama ulaşamıyordu. Çünkü adam da ona
ulaşamıyordu. İki ulaşamama çatışınca da ortaya sevgisizlik
çıkıyordu. Bilinçaltında gerçekleşmeyi bekleyen rüyalara
sahipleri ilgisiz kalıyorlardı. Ne kaçabilmek, ne
yakalayabilmek, duygular ve düşleri geriye dönerek kendilerine
çarpıyordu.
- İnsan kendini öldüremediği zaman sevdiğiyle birlikte ölmek
istiyor. Çoğalamıyorsan yok ol! diye içimdeki sesler buyruk
veriyor...
Ölmek duygusu artıyordu. Mutlu değilsen ölmelisin!
Ölmeyi bir oyun gibi düşünüyordu. Kendini öldürüyordu ama
ölmüyordu. Konuşuyor, gülüyor, ağlıyor, acı çekiyordu. İşte o
zaman mutlu olduğunu fark ediyordu. İçindeki şiddetten
sarsıldıkça ruhsal dünyasında yaşadığı karmaşalardan zevk
alıyordu. Bir anlamda kaybettiklerini kazanıyor, verdiklerini
geri elde ediyordu. Adamını yıktıkça kendi benliğini buluyor,
ona ulaşmasını engelleyen nedenleri tek tek ortadan
kaldırıyordu. Yaşadığı alt üst oluşu mutlu bir oyunun
birbirini tamamlayan öğeleri olarak görüyor, uzun zamandır
aldırmazlık ettiği yaşama intikam alırcasına saldırdıkça
saldırıyor, kendisinden başka hiçbir şeye tutunamayacağını
düşünüyordu. Artık sadece kendine tutunuyor, kendiyle gurur
duymayı biliyordu.
-Bende açamayan çiçekleri onda mı arıyorum? Bende olmayan bir
ruhu başkasına dönüşmüş bir ruhta mı bulmak istiyorum? Bu
yolda yürüyemeyen ben, onun yolumdan yürümesini mi bekliyorum?
Haksızlık mı ediyorum?
Doğru yanıt nedir bilemiyorum...
Adamı geldi. Bulanık bir rüya gibi gördükleri ve
düşündüklerini ona anlatmaya karar verdi. Sesinin sakin ve
etkileyici olmasına özen göstererek söze girdi:
-Ben bu taştan katı, bu yürek benim değil...
18 -19 Kasım 2004
|