Sanat
Ve Sanatçı
Yüzyıllardır sanatın tanımı yapılmaya çalışılır. Körün fili tarifi
misali her tanımlayan, sanatı bir yerinden ele alır bir yönünü
vurgulayarak tanımını oluşturur. Ama bu tanımların hemen hepsinde ortak
bir vurgu vardır ki, o da sanatın daha güzel bir dünya yaratılması için
var olan dünyadaki olumsuzlukların vurgulanışı ve bu olumsuzluklara
karşı sanatın ve sanatçının muhalif bir duruş içinde olduğudur. Sanat
tanımındaki tarihsel sürece bakarsak, çağa göre değişen bazı
yaklaşımlarla karşılaşırız. Örneğin; Platon'a göre sanat "idea" ya;
Aristoteles'e göre doğaya, yani nesnel gerçekliğe öykünmedir.
18.yüzyılda "anlatımlı sanat" nesnel gerçekliğin güzel anlatılmasını
gerektirir. Ama genel olarak sanat "insanın içteki ve dıştaki beni ile
dünya ve yaşam arasında kurduğu bir ilişki biçimidir".
Sanatçı, bu ilişkiyi içinde bulunduğu nesnel koşullardan bağımsız olarak
kuramaz elbette. Sanat insani bir üretimdir ve insan için yapılır.
Sonuçta bir insan eseridir ve bu eser "nesnel gerçeklik"ten bağımsız
değildir. Bu anlamda "insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetiksel bir
ilişki" diye de tanımlanabilir.
Sanatta biçim ve içerik, ulusal ve evrensel, somut ve soyut, duygu ve
düşünce iç içedir ve ayrı ayrı değerlendirilemezler. Bir yazar ya da
şair en öznel sorunlarını aktardığında bile ürününe, sonuçta toplum
içindeki bir insandır konu ettiği. Bu nedenle en bireysel görünen bir
üründe bile toplumdan bir kesittir söz konusu olan. Bu nedenle de sanat
ürününde bireysellik ve toplumsallık, sarmal bir yapı oluşturur..
Bana göre sanat, insanın kendi dışındaki nesnel ve öznel şeylerle,
kavrayabildiği oranda başkalarınca yaşanmış, yaratılmış, duygular,
düşünceler, tutkular ve değişik ilişkiler bütünüyle arasındaki ilişkinin
özel bir biçimidir. Bu ilişkiler yeniden üretilerek var edilirler. Bu
yeniden üretim bir çeşit yabancılaştırma eylemidir ve kökünü hayattan,
gücünü ve etkinliğini ise yaşanılana ya da yaşatılana hesap sormaktan,
insanî bazda kabul edilemeyecek olana meydan okumaktan alır.
İnsan doğayla ilişkisinde, onu değiştirmeye çalışarak işe
başlamıştır. İnsanı insan yapan şey, değiştirme eylemi ve değiştirme
eyleminin araçlarını yaratmasıdır. Bunu da hayal gücünü devreye sokarak
başarmıştır. İnsanın doğaya egemen olmasının gizi burada saklıdır;
istemediği ya da yararlı görmediği her şeyi değiştirmek ve bilinçli bir
şekilde karşı koyma ve bu karşı koyuşun elemanlarını üretme ve
geliştirme. Sanat için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Zira, sanatçı
kendi özyaşamından yola çıksa bile, onu kendi gerçekliğinden koparmak,
onu yaratım sürecinin duygularıyla beslemek ve yeniden yaratmak
zorundadır. Sanat, bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın
tutkunun sonucu varolur. Sanatçı olarak var olmanın ön koşulu,
üretimindeki bilinç ve bilinç ötesi büyüdür yarattığına kattığı. Çünkü
yaratmak eylemi özde karşı konulmaz bir tutkuyu, sonsuz bir heyecanı
bilinçli bir eyleme, kararlı bir çalışmaya evirebilme işidir. Bu
evirilme ise, öğretilen ve giderek dayatılan yaşama ve düşünme
biçimlerine, özde de ideolojik olana, resmi toplumsal kalıplara,
geleneksel tanımlara cesaretle meydan okuma işidir.
Ama bu meydan okuma yeni önerilerle beslenmedikçe havada kalacak ve
sadece bir yakınmadan öteye geçmeyecektir. Buradan baktığımızda
sanatçının kötüyü gösterirken iyiye ilişkin önerge ve gösterimlere de
ürününde yer vermesi gerekliliği açıktır.
Yaratmak ve Tüketmek
Sanatçı, toplumsal bellekteki ezberi bozmaya ve bu belleğin yeniden
inşasında yer almaya gönüllü olandır. Bu nedenle toplumsal vicdanın da
bir temsilcisidir ve sorunların, soruların, arayışların, kuşkuların da
sözcüsüdür. Günümüzde en gelişmiş olarak kabul edilen toplumlar
bile, bir çok haksız uygulamayla, yanlı yasalarla ve yasaklarla
donatılmıştır. Hangimiz günümüzdeki herhangi bir toplumun sınıfsal bir
temele dayanmadığını öne sürebilir? Bu anlamda cesaret, kararlılık ve
araştırıcılık, sanatçının sanatsal kişiliğini belirleyen başat elemanlar
olmak durumundadır.
Sanatın ve sanatçının kaynağı, hayat ve onun birikimleri ve insana
sunduğu olanak ve olanaksızlıklardır. Yani geçmişi, bu günü ve geleceği
ile hayatın ta kendisi. Ancak sanatçı, ayrıntıları dikkatle izlerken
bile ayrıntının içinde boğulmamaya dikkat etmeli, hayatı bütün
yönleriyle algılamaya gözlemeye çalışmalı, onu bir yapı işçisi gibi, her
taşını dikkatle inceleyerek toplumsal inşaata eklemlemelidir.
Toplumsal, ekonomik-siyasal hayatın çalkantıları, hastahaneler,
hapishaneler, rüzgârın fısıltıları, insan ruhundaki çelişkiler ve insani
olan her şeyin yanı sıra acunsal olan, evrensel olan her türlü kuşku,
korku, haz, acı ve sevinç, kişisel ve toplumsal sarsıntılar,
gelenekler, yeni-eski çatışması, umut-umutsuzluk, özlem, hayal
kırıklıkları, direnişler, vb. onun için birer çıkış noktası
olmalıdır. Sanatçı, kendi içindeki ve dışındaki, yani, yaşadığı ve
başkalarınca yaşanılan ilişkiler, duygular bütününü yeniden ve yeni bir
biçimde üreten insandır. İşte bu noktada, bilinçli seçim, bilinçli
eylem, siyasal-ideolojik doğruluk, onun sanatına mührünü vuracak
olandır.
Her bireysel duruş ya da eylem, aynı zamanda ideolojik bir tavrın
dışa vurumu olduğuna göre sanattaki içerik ne olursa olsun, sonucu
bakımından siyasal bir eyleme dönüşme potansiyeli taşır. Çünkü her sanat
eseri, şu ya da bu biçimde insanı ve onun hayata bakışını etkiler.
Sanatçı Kimdir?
Sanatçı, kendisine toplum ve çevre tarafından öğretilmiş olan
her şeyi yadsımakla başlamalıdır kendine giden ve kendinden insan
figürüne uzanan o çetin yola.Sonuçta sanatçı gökten melekler tarafından
yeryüzüne zembille indirilmediğine göre, yaşadığı çağın ve içinde
yetiştiği toplumun bir ürünü olarak vardır yeryüzünde.
O ki, çağımızda sınıfsız toplum yoktur diye savladık, o halde
sanatçı da sınıflı bir toplumda vardır. Bundan ötürü gözünü ilkin,sınıf
çelişkilerine ve çatışmalarına dikmelidir. Örneğin Türkiye'de yaşayan
bir sanatçı, Ortadoğu'da oynanan Ortadoğu'da oynanan oyunları, egemen
güçlerin ince ve kaba hesaplarını,Susurluk olayını, Sivas yangınını,
darbeleri, işçi yürüyüşlerini, mafya-devlet ilişkisini, bankaların
hortumlanmasını, işkenceleri... görmezlikten gelemez. Tıpkı sokak
çocuklarının verdikleri yaşam savaşını, bir çiçeğin açarkenki
usulluğunu, bir kar tanesinin coşkusunu, yeni doğmuş bir bebeğin tatlı
kokusunu, tan yerinin kızıl pelerinini yeryüzüne sererken toprağın
yanaklarındaki pembeliği...görmezden gelemeyeceği gibi...
Benim anlayışıma göre, sanat insanî bazda yanlış olana bir karşı
çıkışı, doğru olanı ifade etmedeki coşkuyu hep içinde barındırmalıdır.
Eğer özgürlük sadece bir ütopya, ya da içi boş bir kavram değilse, ki
insan onun varlığına hep inanacak ve onu hep isteyecektir, sanatçıya
yakışan, ne kadar yaklaşılmış olursa olsun hep bir adım daha ilerde bir
özgürlüğü istemek olmalıdır.
Çünkü sanatçının kimliği sanatındaki görüngülerden hiç de bağımsız
değildir ve yaşama nereden baktığıyla da sıkı bir ilişki içindedir.
Sanatçı düş kırıklığını, hoşnutsuzluğu, acı çekmeyi ve hâttâ
mutlu olmayı bile göze almış olandır ve bütün bunların bedelini de
mutlak bir yalnızlıkla ödeyendir her zaman. Onun için her biçimsel
niteliğin özdeşi bir duygusal nitelik vardır. Onun işi gerçeği bu
niteliklerle hiç bitmeyecek yorumlama çabasıdır. Gerçeğin görünen
yüzünün altındaki görünmeyeni açığa çıkarmak için ilkin gerçeği kendine
değen boyutlarından sıyırmak ve onu evirip çevirerek yeniden
yorumlamak...Bunun için de durmaksızın dışındaki ve içindeki dünyayla
boğuşmak, boğuşmak... Bunu belki de yalnızca sanatçılar anlar. Yine de
dünyayı düzeltmek için izleyeceğimiz temel yol budur.
Bu yalnızca nesnel bir
düzeltme midir? Hayır, çünkü gerçek bir sanat yapıtı alıcısıyla iletişim
kurar ve onun için mümkün olanın ya da güzel ve iyi olanın daha iyi
algılanmasını sağlar.
Sanat Ve Sanatçının Savaşa Bakışı *
Goethe, sanatçıların
insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamasa
da savaşları daha az kıyıcı kılacağını söylüyordu. Dostoyevski de "İnsan
özgür bir varlık olarak 'kötü'den sorumludur" diyor ve hiçbir amacın bir
insanı öldürme hakkını doğuramayacağını da vurguluyordu...İnsan türünün
bir birikimi olan "sanat", "insan olmanın" da birikimi... Sanatın
tarihi, aslında insanca yücelişin tarihidir. Sanatın hangi alanına
bakarsak bakalım merkezinde 'insan'ı görüyoruz. Sanat daha iyi yaşama
tutkusunun da kurgulandığı bir alan. Bu yüzden "barış" düşüncesi çağdaş
sanatın ve sanatçının kafa yorması gereken bir olgu olarak gündemden hiç
düşmüyor... İnsanların savaştan, yokluktan, açlıktan kırıldığı bir
dünyaya herhangi bir 'insan'ın kayıtsız kalması düşünülemez zaten...
Sanat-edebiyat adamının 'kötü'ye karşı tavrını, bu açıklığıyla
kavramsallaştırılmış olarak ilk Homeros'un kaleminden okumuş olsak da,
bu tavır çok daha eskilere uzanıyor olmalı...
Camus'nün sanatçıya
yüklediği "zorbalığa karşı çıkma" işlevi ortadadır . O, ne susmayı, ne
yansız kalmayı benimsemez. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin
onların yerine konuşması gerektiğini söyler: "... ama sanatı bir tür
toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla".Solohov, bir yazarın
"kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos tepelerine
yükselmiş ve insan ıstıraplarına kayıtsız bir tür tanrı olarak değil,
kendi halkının bir evlâdı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi
gerektiğini ve bir görevinin de dünyada barış için savaşmak olduğunu"
belirtir."İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye
rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı... Korku değil cesaretle savaşın
karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük
görevlerinden biri budur" diyor Aytmatov. Sanatçı, insanı 'insan' yapan
duyguları yüreğinde duyduğu, insanoğluna olan ilgi ve sevgisini duygusal
olmaktan çıkarıp düşünsel düzeyde belleğinde var ettiği sürece
insanoğlunun onuruna, kişiliğine, özgürlüğüne ve varoluşuna yönelik her
eylemin karşısında yer alır. Böyle bir duruş sanatın da varoluş
nedenlerindendir. Sanatçı, savaşın topuna-tüfeğine karşı kalemini,
fırçasını, notasını koymasının bir zorunluluk olduğu anlamına gelir.
İşte o zaman insanın özüne ilişkin o gizli güç Eluard'ın deyişiyle "Asıl
adalet"e dönüşür;
"İnsanlarda en sıcak kanun
Suyu ışık yapmaları,
Düşü gerçek yapmaları
Düşmanı kardeş yapmaları"dır...
Sanatçı -ya da "bir insan"- kendisini ilgilendirmeyen işler
olduğunu düşünme lüksüne sahip olmamalıdır.. Ne diyordu Cibran: "zalim
zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz olamaz". Savaşın varlığına
direnmenin bir yolunu da kendi varlığını yok etmekte bulan sanatçılar da
az değildir. Örneğin; Virginia Woolf, II. Dünya Savaşı'nın devam ettiği
günlerde eşine yazdığı kısa mektupta; "Çıldıracağım, bu tüyler ürpertici
günlerde yaşamımı sürdüremeyeceğim gibi bir duygu var içimde. Bu duyguyu
yenmeye çalıştım, olmuyor" diyordu. Bilindiği gibi bu Woolf'un son
mektubudur.
"Şiddet, sözün bittiği
yerde başlar" diyor Arendt, söz ise siyasetin tek aracıdır. Siyasetin
bittiği yerde ise silah sesleri, patlama uğultuları, insan
çığlıklarından başka ses duyulmaz olur.
Barış, taraflar arasında bir eşitlik, karşılıklı varsayılma temelinde
yeşerir. Savaşsızlık durumu, yani insanların şiddete başvurmadığı ortam
bir başına barış kavramının içini doldurmaya, içeriğini yansıtmaya
yetmez. Özgürlük, eşitlik gibi demokratik kavramlarla pekiştirilmemiş
bir 'barış' eksik bir barıştır. İşte sanatçı, savaşı yaratan sosyal,
ekonomik ve siyasal nedenlerin tümüyle ortadan kalktığı bir dünyayı
özlüyor. Bunun gerçekleşmesi için de Einstein'ın deyişiyle "savaş uğruna
hiç karşı koymaksızın göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze
almakla yükümlüyüz."
*Bu
bölümdeki alıntılar çeşitli kaynaklardan derlenmiştir.
|