“Volga
Hüznü” Raşel Rakella Asal, Boşders
Kitapları-Epigraf Yayınevi, İstanbul, 2003
“Volga bilir. Volga oradaydı. Volga meraklıdır. Anlamak ister.
Sözcükleri söküp alır en derinlerden, acıları, anıları, öykülerimizi
ırmağın ta ötelerine taşır, denize ulaşırken çoğalır öykülerimiz.(...)
Bazı ırmaklar sert, bazıları yumuşak ve sakindir. Kimisi sığ, soğuk,
çamur rengidir. Irmaklar millerce taş yataklarından sürükler öyküler
getirir bize. Öylesine çok ki, ırmak taşıyamaz hepsini, öyle çok ki
anlatacakları öyküler.” (s.69)
Raşel Rakella Asal’ın kaleme aldığı Volga Hüznü
ilk bakışta, çeşitli gezi izlenimlerinin yer aldığı bir gezi kitabı gibi
görünüyor. Okur, yapıtın derinliğine indiğinde Volga Hüznü’nün
“klasik” bir gezi kitabından ayrılan öyle çok yönü olduğunu görüyor ki;
kitapta anlatılan dünyaya kendini bırakıyor. Sayfalar boyunca Volga
üzerinde bir gemide yazarla birlikte yol alırken, bir taraftan da
anılara, geçmişe, tarihe, yazın yapıtlarına, mimari güzelliklere ve
kültürel, sanatsal değerlere açılıyor. Yazarın kaleminin açtığı yolda
ufuklarını genişletme olanağı buluyor. Anı, gezi, deneme, mektup, roman,
öykü, biyografi, günce, şiir gibi birçok türün birbiriyle kaynaştığı,
yoğun duyguların derin düşüncelerle bütünleştiği bir “zaman senfonisi”
sunuyor okura bu kitap.
Volga Hüznü için
“metinlerarası ilişkiler” kurularak yazılmış bir yapıt denilebilir.
Metinlerarası yöntem kullanılan yapıtlarda “yazınsal metin, farklı
metinlerin bir kesişme yeri olur ya da söylemsel parçaların bir
“kolaj”ına dönüşür. Geleneksel romanda olduğu gibi, böyle bir yöntemle
dünyanın bir görünümü değil, yazının kendi başına anlam üretebileceği
metinsel bir görünüm sunmak söz konusudur. Metinlerarası göndergelere,
yani ayrışık sözcelere çok yer veren postmodern yapıtlar, çeşitli
yazınsal türlerin de bir kesişme yeri olurlar; yani aynı söylem
içerisinde özyaşamöyküsü, roman yazısı, yazınsal eleştiri; tarihsel,
ruhbilimsel, bilimsel vb. söylemlere de yer verilir.(...) Marc
Angenot’un belirttiği gibi, klasik metnin benzeşiklik ve birlik
ilkelerinin karşısına metinlerarası söylem ile bir ayrışıklık ve çokluk
(çokseslilik) ilkesi çıkar.” (1) Metinlerarasılık bir biçem
seçimidir ve bu seçimin nedenlerinden biri de yeni bir okur profili
yaratmaktır. Metinlerarasılık ve parçalılık konusundaki bir söyleşide
Doç Dr. Kubilay Aktulum şunları belirtmektedir: “ Okur artık edilgen
bir alıcı değildir, yönlendirilen, yazarın kaprislerine uygun olarak
devinen, onun metnindeki bilmeceyi çözmeye zorlanan, eğitilen biri
olmaktan çıkarılır, bir iletişim aracı olarak yazınsal metinden kendi
anlamlarını da çıkarması beklenir. Dolayısıyla da yapıt tekanlamlı,
tekodaklı, kısacası teksesli olmaktan çıkarılır, alımlama estetiği
çoksesli bir okuma alanı yaratılarak okurun önüne çokboyutlu, devingen
bir metin konmasını gerektirir. Bu çoksesliliği yaratmanın yollarından
birkaçıdır metinlerarasılık, uzatısallık ve parçalılık.”(2)
Okurken bazen durup düşünüyor, bir şeyleri sorgulama gereksinmesi
duyuyorsunuz. Bazen anlatılan kentleri, yerleri gözünüzde canlandırıyor,
bilgi dünyanızı zenginleştiriyorsunuz. Arada bir Rus edebiyatının
başyapıtlarının içinde buluyorsunuz kendinizi.Volga Hüznü’nü
okuyup bitirdikten sonra ruhunuzda hüznün değil umudun izleri kalıyor.
Yazar, yoğun anlamları, farklı imgelerle oluşturduğu için düşle
gerçeğin uyumlu birlikteliğinden özgün tatlar alıyorsunuz okudukça.
Giderek yaşamınızdaki anlamların çoğaldığını, zenginleştiğini; yaşamın
senfonik bir şiir gibi ufkunuza serildiğini duyumsuyorsunuz.
Raşel Rakella Asal, 1998 yılında, değişim ve dönüşümlerin çalkantıları
ve çelişkilerini yaşayan Rusya’ya gidiyor. Önce St. Petersburg’dan
başlıyor geziye, Volga üzerinde bir nehir gemisiyle Moskova’ya doğru
uzanırken, anıları, izlenimleri, birikimleri ve düşlerini de harekete
geçirerek, bizi Rus Edebiyatı yazarlarının yaşamöyküleri ve yapıtları
içinde gezdiriyor.
Volga Hüznü’nde en
merkezde yer alan kavram bence “zaman”. Zamanın içinde insanın,
kendisini, toplumu ve dünyayı anlama çabası... Geçmişe ve şimdiye gidiş
gelişlerle bir “zaman yolculuğu” bu. St Petersburg, Moskova ve diğer
kentlerde şimdiki zamanın akışını verirken, kültürel ve mimari
yapıtlarda, müzelerde geçmiş zamanın nasıl yoğunlaştığını da gösteriyor
okura. Şimdide yaşayan geçmişin, tarihin tadını, rengini, kokusunu
duyuruyor. Raşel Rakella Asal; tarihin soluk alışına tanık ediyor
bizleri. Bir yandan da çağrışımların kapısını aralıyor. Bir bakıyoruz
Dostoyevski, Puşkin, Gogol, Tolstoy canlanmış, yazarla konuşuyorlar.
Geçmiş zaman, sürekli olarak şimdi’ye sızıyor. Düşsel söyleşilerle bu
yazarları daha iyi tanımamamızı sağlıyor R.Rakella Asal. Dostoyevski’yi
canlandırıyor düşlerinde; onu, birlikte yol alacakları bir serüvenin
içine çekiyor: “İşte geliyordun. İlk kez senden önce gelmiştim.
Yaklaşıp karşında durdum. Hemen söze girecektim ki ‘Neden beni izliyor,
rahat bırakmıyorsun?’ dedin.(...) ‘Senin ülkene geldim, sırf senin için.
Seni görmeye geldim. Hayatı olağanüstü yansıttığın eserlerinde gezinmek
yetmedi, ülkemden kalkıp buralara seni bulmaya geldim’ dedim.(...) Neydi
bu suskunluğun adı? Sürgün çığlığı vurmuştu yüzüne. Kendi korkularına
bakıyordu sanki. Gözlerindeki erimişliğe, incelmişliğe bakarak sormak
istiyordum hep: N’oldu? Senden, yüreğinden neler gitti? Ama soramıyordum
nedense; sana bakmaktan, seni uzun uzun incelemekten başkası elimden
gelmiyordu. Sen de öyleydin; konuşmuyor; bana bakıyordun hep.”
(s.76-77) Düşsel bir aşka tanık oluyoruz ilerleyen sayfalarda. Daha
sonra başka bir yazarın; Tolstoy’un yaratma sancılarıyla özdeşleşiyoruz.
Yaratıcılığındaki gizin çok çalışmak, gözlem yapmak, araştırmak ve
sabretmek olduğunu kavrıyoruz. Savaş ve Barış’ı yedi defa gözden geçirip
yeniden yazdığını, bu eserle ilgili taslakların büyük sandıkları
doldurduğunu, savaşın geçtiği yerlerde Tolstoy’un at üzerinde iki gün
dolaştığını öğreniyor; insanlar arasında, kütüphanelerde en ufak bir
ayrıntıyı bile kaçırmadan sabırla araştırma yaptığına tanık oluyoruz. On
dokuzuncu yüzyıla özgü gerçekçiliğin romandaki olağanüstü başarısının
kaynaklarına iniyoruz böylelikle. Raşel Rakella’nın, başyapıtların
yaratılmasıyla ilgili yorumu çok ilginç: “ Bir insanın kendini
yaratması tıpkı ‘şaheserlerin’ yaratılması gibi zaman alıyor. Zamanı iyi
kullanıyor muyuz? Yeteneklerimizin olgunlaşmasına ve meyve vermesine
olanak veriyor muyuz? Becerinin temeli tekrar. Ustalaşmak ise süre
istiyor. İstiyor, hep istiyor doyumsuz bir biçimde, hep istiyoruz...
başarıyı, parayı, sıhhati, sevgiyi, aşkı... Her şeyi... VE HEMEN
ANINDA!” (s. 103) Bu satırlarda, çağımızın hız üzerine kurulu
dünyasında başyapıtların ol(a)mayışının nedenlerine iniyoruz. Her şeyin
anında oluşup anında tüketildiği bir dünyadayız çünkü...
Ne çok şey öğreniyoruz farkında olmadan. Bilinç akışını ilk deneyen
yazarın Tolstoy olduğunu; Anna Karenina’da bu tekniği denediğini,
Puşkin ve Lermantov’un düelloda öldüklerini... Nazım Hikmet’in mezarını
ziyareti sırasında derin bir heyecan yaşadığını anlatıyor yazar.
Nazım’ın yaşamından bazı kesitler aktararak onun güzel dizelerine de yer
veriyor. Sonra Gogol’ün Burun ve Palto öykülerinin içine giriyoruz
birdenbire. Küçük, yoksul memurların acıklı yaşamlarına gömülüyoruz..
Tolstoy’un Anna Karenina’sının iç çelişkilerle dolu dünyasına da konuk
oluyoruz yazarın yolculuğu içinde. “ Arabayı
Theodore sürmekte, uşak Peter de arabacının yanındaki yerinde
oturmaktadır. Anna, Obilralovka trenine binmek üzere istasyona doğru yol
alır. İstasyona doğru giderken bilinç akışı yeniden başlar: ‘ Son olarak
o kadar iyi düşündüğüm şey neydi bakayım?’ Anna hatırlamaya çalıştı.
‘Tıyvtkin, Coiffeur’ mü? Hayır, o değil. Hah tamam! Yaşvin’in söylediği:
İnsanları birbirine bağlayan biricik şey, hayat kavgası ve kindir.’”
(s. 39) Bu noktada Umberto Eco’nun kurmaca karakterlerle ilgili
düşüncelerine değinmek yerinde olur: “Kurmaca
karakterleri ciddiye almak, metinlerarası bir anlatı da yaratır; böyle
bir anlatıda, bir başka romandaki bir karakterin bir romana ya da bir
oyuna girişi, neredeyse bir gerçeklik işareti işlevi görmektedir.(...)
Kurmaca karakterler bir metinden ötekine göç edebildiklerinde, gerçek
dünyada yurttaşlık hakkı elde etmiş ve onları yaratan anlatıdan bağımsız
hale gelmiş olurlar.” (3)
“Bu kitapta birbiri içinde kaç yolculuk var?” diye düşünmeden edemiyor
insan. Bence birçok yolculuk var bu kitabın sayfalarında. Birincisi,
yazarın Volga üzerinde bir nehir gemisiyle, somut gerçekliğin içinde yer
aldığı yolculuk. İkincisi, geçmiş ve şimdiye gidiş gelişlerle
oluşturduğu “zaman ve tarih yolculuğu”. Üçüncüsü, Rus Edebiyatı
yolculuğu. Bu yolculukta yazar “anlatı ormanlarına” dalıyor ve bizi de
bu ormanlarda dolaştırıyor. Dördüncüsü, yazarın anıları, izlenimleri,
duyguları ve düşlerini harekete geçirdiği “iç yolculuğu”. Yazar, kendini
zamanın içinde anlamaya ve yaşamı anlamlandırmaya; dolayısıyla kendini
var etmeye çalışıyor. Beşinci yolculuk ise gezdiği yerlerde toplumu,
toplumsal değişim ve dönüşümleri gözlemlediği “ toplumsal yolculuk”...
Her anlatı bir yolculuktur aslında. Bu konuda değerli araştırmacı Jale
Parla şunları yazıyor:“Bu eğretilemenin
kapsadığı bir de yazarın yaratıcılık ve okurun okuma yolculuğu vardır ki
bunlar da hesaba katılınca yolculuk metaforu açık uçlu, bitmemiş bir
metafordur.”(4)
Metinlerde yolculuk, Jale Parla’nın bakışından şöyle anlatılıyor:
“Yeni çağın bireyi gelişen, değişen, büyüyen,
olgunlaşan birey olarak görülmektedir; o artık temel bir özellikle
belirlenmiş tek boyutlu, değişmez bir kişilik değildir. Kısacası yaşam
ve yaşamla gelen her şey bir kişisel yolculuktur. Buna okumak da
dahildir. Okur, kitabı bitirdiğinde ve yeni bir kitaba başlamaya hazır
olduğunda değişmiş sayılır. Okumak artık bir katekizm değil, her türlü
yeni değerlendirmeyi, hatta hesaplaşmayı içeren bir değişim süreci, bir
yolculuktur.(...) Bu yolculukta yazar ve okur tam anlamıyla birer
yoldaştır. Metne dahil edilen tüm yabancılaştırma öğeleri ile yazarlık
oyunları bu yoldaşlık süresince boy gösterir. Yolculuğun bir amacı
metnin metinselliğini sergilemek, yazılma sürecine okuru ortak etmekse,
diğer amacı da yaşamın rastlantısallığına işaret etmektir.”
(5)
Volga Hüznü için “çok
katmanlı bir gezi kitabı” diyebiliriz. Bu katmanlar birbiri içinde
kaynaşmış, sayfalara, metne öyle başarılı sindirilmiş ki yapaylığın veya
ilişkisizliğin izleriyle karşılaşmamız söz konusu olmuyor. Bu çok
katmanlılık, yapıtı özgün bir düzleme taşıyor. Az rastlanan bir çalışma
olarak dikkati çekiyor Volga Hüznü.
Yazınsal yapıtlardan, şiir ve felsefe kitaplarından alıntılar, yapıtın
özünü, can damarını besleyerek metnin dokusuna zenginlik kazandırıyor.
Bu özgün çalışmayı roman olarak değerlendirmek doğru bir yaklaşım
sayılamaz. Çünkü yapıtta roman kurgusu bulunmamaktadır.
Volga Hüznü’nde egemen
olan; yaşanmışlıktır, gerçeklerdir. Bunlar dış veya iç gerçek olarak
yazarın dünyasından bize yansıyan yaşanmışlık parçalarıdır. Gezi boyunca
yazar, gördüklerini anlatırken bazen nesnel, bazen öznel bakış açısını
kullanıyor. Bu bakış açıları yapıta duygu, düşünce ve düş boyutu
kazandırıyor. Yazar zaman zaman düşlerine, düşsel kurgulamalara da yer
veriyor fakat sonuçta bunlar da yaşantıdan, o anın yaşanmışlığından
kaynaklanıyor.
Volga üzerindeki geziden de öğrendiklerimiz var. Örneğin St.
Petersburg’a kuzeyin Venedik’i dendiğini, 42 ada üzerine kurulduğunu,
kentte 70’e yakın kanal ve 300’den fazla köprünün olduğunu... Moskova
sözcüğünün anlamını; yörenin bataklık olması nedeniyle rutubet anlamına
gelen “moskva”dan geldiğini... Volga’nın “cömert” anlamını taşıdığını...
Yazarın “Sevgili
Volga Ana! Yörenin bereket tanrıçası.”
seslenişindeki derinliği... Onega bölgesinde hiç çivi kullanılmadan
yapılan ahşap kiliselerin varlığını... Bir köylünün en az yüz yıl önce
yaptığı katedral maketinde hiç çivi ve yapıştırıcı kullanmadığını;
yalnızca tahta iğnelerle çalıştığını; katedralin 1/166’ sını temsil eden
bu maketle imparatorun hayranlığını kazandığını... Schlüsselburg
Kalesi’nin tarihini; şimdiyse serüvencilerin yeri olduğunu:
“Günümüzde bir turizm şirketi burasını maceraperestlere
açmış. Bu şirket bu hapishanenin herhangi bir hücresinde müracaat
edenleri iki haftalık bir maceraya davet ediyor. Yanınıza yalnız bir
şilte, kalem ve kağıt alabiliyorsunuz. Günlük psikolojik kontroller ve
günlük yemek ihtiyacınız temin ediliyor. Amaç, insanın kendini denemesi
ve kendi ile baş başa kalabilmesi yani kendini keşfetmesi. İki haftanın
sonunda bir sertifika ile ödüllendiriliyorsunuz. Elimdeki kitap not
düşmüş. ‘Bu maceranın enteresan tarafı insanların kendilerine yaptıkları
bu işkence için para ödemeleri.’ diyor.” (s.
54)
Sessizliği yaşıyor, durgunluğun içinde yol alıyor; bir büyünün
yansımalarını okuyoruz. Dinginleşiyor içimiz, tıpkı Volga gibi...
“Akıntı düzdü. Sessiz bir durgunluk çökmüştü
kıyılara. Sarmaşıkların, yerden fışkıran her otun birbirine bağladığı
ağaçlar sanki son dalına, son yaprağına dek taşlaşmışlardı. Uyku değildi
bu, doğa dışı bir şeydi, sanki bir büyü altındaymışlar gibi. En küçük
bir ses bile işitilmiyordu. İnsan doğaya şaşkınlıkla bakıyor, sağır
olduğundan kuşkulanıyordu. Göğe yükselen binlerce ağaç, üzerlerinde alev
alev top gibi duran güneşi gördüm. Hepsi
kıpırtısızdı.”
(s.71) “Volga hüznü” artık içimizde...
Raşel Rakella Asal, dikkatli bakışıyla yalnız doğanın değil kentlerin de
ruhunu çözümlüyor: “Uçsuz bucaksız bir gök
içinde ince ve karışık yapılar belirdi. Her kent bir anı birikimiydi.
Kentin öğretici, bilge bir yanı vardı. İnsanlarına koşmalıydım. Kenti
öğrenebilmek için insanlarına yönelmeliydim(...) Her köşesinden yaşam
izi taşan ve bana sonsuzluk duygusunu yaşatacak bir koca tarihi de
içinde barındırıyordu. Kentlere koşuyordum. Kentleri gezmek değil
ardında bıraktıkları tarihi de anlamaya çalışıyordum.”
(s.86) “Mekanlar insanlarla
anlam kazanıyor. Kentin öyküsü insanla başlıyor.”
(s.87)
Yazar, Moskova’da metroyu ve kent insanını başarılı gözlemleriyle
anlatırken okurda yaşantıların derin izlerini bırakıyor:
“Metroya yöneldim. Üç dört kat yerin altına indim. O
müthiş koşuşturma. Karmaşık insan coğrafyasının ortasında buldum
kendimi. Yaşam dalgasına yelken açan metro! Gözlerim tünellere giriyor,
çıkıyor; gözlerim yine tünellere giriyor, çıkıyor. Dönüyorum, sonra yine
bir koşu, bir koşu daha, merdivenler, merdivenleri üçer beşer atlayarak
çıkıyorum.(...) Ayak sesleri. Her yerden ayak sesleri geliyor. Bir
öğrencinin toy yüreği, kadını, erkeği, ekmek kavgasının katı gerçekliği,
işçinin gece vardiyaları, iş yerinin tozlu ampul ışıklarının
nasırlaştırdığı hüzünlü bakışları, seyrelmiş saçları, göz altında
kırışıklar... Ve elleri. Önce elleri.” (s.
100) Emekle, kentin telaşıyla dolu metro... Raşel Rakella Asal,
Moskova’nın yoksul yüzüne de çeviriyor bakışlarını:
“Ellerim boş ilk kez çarşıdan ayrılıyordum. Moskova
çarşısı “malını” değil, “yoksulluğunu” sergiliyordu. Yoksulluk önce
tene, sonra ruha mı işliyordu?(...)Mallar donuk, insanlar cansız.
Yüreğim o yoksullukta takılı kaldı. Yorgun yüzler! Şehrin yükü, kiri,
pası kanıyordu solgun yanaklarda. Hava kurşun gibi ağır. Yürek yakıcı
bir hüzün! (...)Avuçlarımda yüzlerce soru işareti. Sesim kanıyor. Bir
dilim güneş, bir lokma gökyüzü dileniyorum!..”
(s.101) Değişim ve dönüşümün sancıları, yoksulluk acısı
yaşatıyor halka... Eski ve yeni zamanlar birbiri içinde sürüyor.
Çelişkiler ülkesi Rusya, tıpkı yaşam gibi.
Gezi bitiminde yazar, Volga’yı kendi hüznüyle bırakıyor öylece.
Volga’nın hüznü tarihin de hüznü gibi. Kitap, doğma büyüme İzmirli Raşel
Rakella Asal’ın, yüreğine yağan Ankara yağmurlarını anlatan dizeleriyle
sona eriyor. Bu dizelerde bireysel ve toplumsal umuda vurgulamalarda
bulunuyor yazar.
Gerçeğin ve düşün tarihle, toplumla, insanla harmanı; geçmişle, şimdinin
ve geleceğin uyumlu bir dansı diyebiliriz
Volga Hüznü’ne. Zamanın bu kitaptaki en
önemli kavram olduğunu belirtmiştim. Bence kitabın baş kişisi de zaman:
“Zaman şaşkın şaşkın, daha çok da acıyarak
bana bakıyor, varlığını hissettiriyordu. (...) Zaman özür dilemedi
benden. Çekip gitti. Ne de şakacıydı. Niye kaçmıştı? Niçin hep suskundu?
Neden gelmişti? Görünmez, renksiz, kokusuz, bilinmez cüssesiyle nasıl da
etkili olmuş ve bu uyuşukluğuma yol açmıştı. Onu bulmaya çalışmak niye?
Mekan değişmekteydi. Zaman da.” (s.48-49)
Umberto Eco’nun zaman konusundaki saptamaları ne denli düşündürücü:
“Hiç kimse doğrudan şimdiki zamanın içinde
yaşamaz: Hepimiz bireysel ve kolektif şeyleri ve olayları, belleğin
birleştirici işlevleri aracılığıyla derliyoruz (ister mitoslar söz
konusu olsun, ister tarih). “Ben” dediğimizde, belli bir yerde belli bir
yılın belli bir gününde belli bir saatte doğan kişinin (anne-babamıza ya
da nüfus kütüğüne göre) doğal uzantısı olduğumuzu sorgulamaya
açmadığımızda, tarihsel bir anlatıyı yaşamaktayız.”
(6)
Olağanüstü zengin, dolu dolu bir yaşamı var Raşel Rakella Asal’ın. Bu
yaşamın kalıcı izlerini, yoğun anlamlarını yapıtında güzel bir dille
yansıtırken, Volga Hüznü’nü
yüreğimize taşımayı ve iç dünyamızda da Volga gibi dingin bir akış
yaratmayı başarıyor.
Notlar:
(1) Kubilay Aktulum ,
“Metinlerarası İlişkiler”, Öteki Yayınevi, Mayıs 2000, s: 9-10.
(2) Kamuran Semra Eren,
“Dilbilimsel Açıdan Yazım ve Anlatım Yöntemleri” , K.Aktulum’la Söyleşi,
Cumhuriyet Kitap Eki, 14 Ekim 2004, sayı: 765.
(3) Umberto Eco, “Anlatı
Ormanlarında Altı Gezinti”, deneme, Türkçesi: Kemal Atakay, Can Y. s:143
(4) Jale Parla, “Don Kişot’tan
Bugüne Roman”, İletişim Y. sayfa: 154.
(5) Jale Parla, a.g.y. sayfa:
144
(6) Umberto Eco, a.g.y. sayfa:
148
Raşel Rakella Asal Kimdir?
1949’da
İzmir’de dünyaya geldi. 1969’da İzmir Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi.
1969’da İngilizce ve Fransızca dillerinde ülkesel turist rehberlik
kokartını aldı. Lozan’da “Diavox Institut Moderne de Langues”, Paris’te
“Cours de Civilisation Française de la Sorbonne”, Besançon’da
“Universite de Frache-Comte Cours de Français”, Royan’da “Centre
Audiovisuel de Royan pour l’etude des Langues”da kurslara devam etti.
Besançon’da sanat tarihi derslerine, Paris’te Louvre Müzesi’nin sanat
tarihi seminerlerine katıldı.
1992’de
Besançon’dan Fransızca yeterlilik sertifikası, 1995’te İspanya’nın
Salamanca kentinde “Escuela Salmantina de Estudios İnternacionales” dan
ileri düzey İspanyolca belgesi aldı.
1997-2000
yıllarında Ankara’da Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfında
yazarlığa hazırlık, uygulamalı yazarlık, yazın- felsefe ilişkisi
seminerlerine katıldı. İki çocuk annesi olan yazar, çalışmalarını
İzmir’de sürdürmektedir.
|