ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 

Sara


Uykuların en tatlısıdır o!

Kabarık bir yün çilesinin içinden ayrıksı olan bir tek ipin çekilişi gibi, yavaşça ayrılır bedeninden can. Sonsuz boşlukların derin katmanları açılır önünde. Büyük bir hızla yuvarlanırken oraya, nereden kaynaklandığını bilmediğin çok garip bir güven duygusu eşlik eder sana. Doğruyu söylemek gerekirse; ürkütücü, ama yine de güzel bir duygudur bu.
İnsan geri dönünce, kaslarının gevşediğini, ruhunun da en az bedeni kadar yenilendiğini görür. Ve bunların tümü, kötü alışkanlıklardan yeni başlangıçlara açılan beyaz sayfaların tutsak umudunu taşır gizliden.
Ama her zaman her şeye burnunu sokan insanlar yüzünden, ne yazık ki kısa sürer. Kargaşanın alıp yürüdüğü, birbirine çarpıp parçalanan seslerin cam kırıkları gibi beynime saplandığı o son anlarından nefret ederim. Zavallı belleğim! Geri dönebilmek için amansız bir çaba gösterir. Bırakırlar mı hiç! Kokusu birbirine karışan bir yığın kolonyayla, günlerce acısı boğazımdan gitmeyen soğanlarla saldırırlar. Her toplulukta, nereden geldiği belli olmayan tokatları savuranlar çıkar. Bir de o aptal çığlıklarıyla ortalığı inleten beyinsiz kadınlar! Gözlerimi güçlükle aralar, kendimi bön bakışların diyarında bulurum. Belki de tam o sırada, Uzakdoğu seller altında kalıyordur. Ve Ortadoğu’daki ateşin dilleri, iyice uzamaktadır sellere inat. Dünya kan ve kinle dönüyor, çocuklar her yerde ölüyordur. İnsanoğlu, yine de benim ağzımdaki köpüklere hayretle bakar!
                                                                     ***
Yağmurların şakır şakır yağdığı karanlık bir eylül sabahı öldü annem. Yüreğimi yoklar gibi yaptığımda, ömrümün sonuna dek kaldıramayacağımı bil-diğim bir enkazla karşılaştım orada. Korkuyla çaresizliği perde yapıp sıkı sıkıya çektim üstüne.
Yıllar sonra ilk kez, yaşadığı o uzak kentten kalkıp geldi ablam. Geçim sıkıntısından, çocukların her gün artan giderlerinden ve kocasının çok çalışmaktan dökülmüş saçlarından söz etti.
Birkaç gün sonra, salonun camına “SATILIK” levhasını asıp gitti.
SATILIK... SATILIK...
İçinde doğup büyüdüğümüz evdi satılan. Sobasız kışlarımız, babasız yıllarımızdı. Annemle sarılıp ağlaştığımız uzun, karanlık gecelerimizdi. Onun, duvarından tavanına, odasından kapısına dek her milimetre karesine sinmiş olan emeğiydi satılan. Üzerinde hiç düşünmediği gibi, bana sormaya da gerek görme-miş; yasımı paramparça eden o korkunç duyarsızlığın içinde çekip gitmişti.
Herhangi bir biçimde güçlük çıkarmayı aklımdan bile geçirmedim. Onun tüm davranışlarına sinmiş olan öfkesiyle baş edemeyeceğimi biliyordum!
Dişine göre bir alıcı bulduğunda, yeniden çıkıp geldi. Ve sokağın başındaki notere götürdü beni. Avucuma bıraktığı sadakayı, ona geri verdim; çünkü anılarımın, parayla ölçülebilen bir karşılığı olduğuna inanmıyordum.
                                                                     ***
Çok gerekli olan birkaç parça eşyamı küçük dükkânın arka tarafına taşırken, doğrusu hak verdim ona. İnsanın bir ailesi olunca, elbette daha fazla para gerekirdi. Oysa ben... Bir tek kişi! Nasıl olsa idare edebilirdim kendimi.
Korktuğum kadar zor olmadı yeni yaşamıma alışmak. Eş, dost! Vardı işte birkaç kişi; arayıp soran, saatlerce karşımda oturup bana acıyan. Bir gün, bir çift çorapla iki mendil satılıyor; öbür günü birkaç çile yün kurtarıyordu. Doğrusu, yetip artıyordu bana.
Yalnız, dar olan arka tarafta ‘yemek yaparken nöbet gelirse,’ diye korkuyor; önlem olarak aldığım uzun saplı tavaları kullanamayışıma üzülüyordum.
                                                                     ***
Birkaç ay sonra yine geldi ablam. Ayağı alıştı, diye düşündüm. Dükkânın satılması gerektiğini söylerken, vereceğim tepki ne olursa olsun püskürtmeye hazır şirretliğiyle karşımda duruyor, gözlerinde sonsuz bir açlığın kıvılcımları çakıyordu. Düşüncelerimin arasında, direnişe dönük zayıf bir ışık belirdiğinde, noter işlemleri sırasında imzalattığı bir yığın kâğıdın içine karışan bir senetten söz etti.
Dükkânı sattı ve hakkım olan parayı da alıp gitti.
Ne bakıyormuşum öyle aval aval? Belediyenin yardım sandığı ne güne duruyormuş? Hani, insanlar birbirlerini güldürmek amacıyla der ya, ‘sana belediye baksın’ diye; bu söz benim için gerçek oldu.
                                                                     ***
On yedi yaşında kocaya kaçtığından beri doğru dürüst görmediğim üvey ablamın yıllar sonra baba evinde giriştiği temizliği düşünüyor, yeni duruma alışmaya çalışıyordum. Yedi sekiz ay kadar ses çıkmadı ondan. Ben de satacak bir şey kalmadığına seviniyor, bazen ihtiyar amcamın evine, bazen de birkaç arkadaşımın bekâr odasına sığınıyordum.
Sibirya’dan, Balkanlar’dan; bulduğu her yerden soğuk hava taşıyıp getiren berbat bir kışı yaşıyorduk. Babamın emeklisinden kalan ‘sakat evlat’ maaşımı almak için bankaya gitmiştim. Veznede parayı sayınca, almam gerekenin yarısı olduğunu gördüm. Yanlışlığın düzeltilmesi için gidip memurun tepesinde dikildim. Bilgisayarını epey takırdattı. Sonra kalkıp arkasındaki tozlu raftan kalın bir dosya aldı. Uzun uzun karıştırdı. Sıkılmıştım. Yeni bir nöbete karşılık, duvarın dibindeki sandalyelere doğru yaklaştım.
Memur neden sonra çağırıp, “Ablanız boşandığı için maaş ikinize bölün-müş,” dedi.
Bir dilekçeyle, sadece birkaç satırlık bir dilekçeyle ele verebilirdim onun hâlâ kocasıyla yaşıyor olduğunu. Eğer isteseydim tabii! Her türlü kötülüğün karşısında iştahını tümüyle yitirip, kabuğuna sinen bir zavallıyımdır ben. İşte bu yüzden maaşın yarısını alıp çıktım bankadan.
                                                                     ***
Yeryüzünün güneşle yıkandığı, börtü böceğin topraktan kafasını çıkarıp baktığı güzel bir ilkbahar sabahıydı. Dudağımda ıslığa dönen moda şarkılar, kahvenin yolunu tutmuş gidiyordum. Önce o eşsiz parfüm kokusunu duydum. Sonra yanı başımda, sanki adımlarını benimkine uydurmaya çalışarak yürüyen bir kadının varlığını sezdim. Geçip gitsin, diye yavaşladım. Gitmedi. Hızlandım, o da hızlandı. Sonunda dayanamayıp döndüm. Tepeden tırnağa garip bir ürpertiye tutuldum. Düşte olmalıydım! Ya da nöbetlerime böyle görsel ve sanatsal boyutlar ekleniyordu artık... Nerede bulunduğumu, ne yaptığımı ve neden kıpırdayamadığımı bilmiyor; beni kuşatan ağır havanın içinde gözlerime inanamayarak dikiliyordum. “Merhaba!” dedi. Bu sözcüğü birkaç kez yinelemiş olduğunu o zaman ayrımsadım. Benim çocukluk aşkım Sevgi’ydi bu! Sevgi... Şaşkınlığım hoşuna gitmiş, gülümsüyordu. Yüreğimde kıpır kıpır sevinçler! Ve bu sevinci tehdit eden, geri planda bir şey... Varillerce petrolü içmiş denizin yüzeyi canlanıyor belleğimde. İyiden iyiye koyulmuş suyu. Rengi katran kara! Yayılmış kanatlarıyla binlerce ölü kuş çalkalanıyor üzerinde. Ağır, yapışkan ve tiksindirici bir sıvı! Midem ağzımda. Kuşlar ters dönmüş boyunları, sırtlarına çevrilmiş açık gagalarıyla korkunç görünüyorlar. Belleğimi arındırabilmek için, hemen ona baktım. Ne kadar güzel, hiç değişmemiş. Ve birden anımsadım nöbetin çoktandır gelmediğini. “İster misin şimdi gelsin,” dedim. Tüylerim diken diken oldu. O güzelliğiyle sokak ortalarında rezil edilecek kız mıydı Sevgi! Hele bunca yıldan sonraki ilk karşılaşmamızda!
İri, kapkara gözlerinde alazlanıyordu ruhumu okuyan bakışları. Elim aya-ğıma dolaşırken yüreğim yerinden oynuyor, sakarlıklarımın bir türlü sonu gelmiyordu.
Boşuna dememişler, “Her işte bir hayır vardır,” diye. Ablam beni evsiz barksız bırakmasaydı, sokak sokak gezecek miydim ki Sevgi’ye rastlayayım. İlk fırsatta ablama teşekkür telefonu açmalıydım.
“Ne düşünüyorsun?” dedi.
“Hiiç!”
“Haydi bize gidelim, anneme sürpriz yaparız. Kimbilir ne kadar şaşıracak !”
Taksiye bindik. Konuşmak, onca yılı nasıl geçirdiğini öğrenmek için yanıp tutuştuğum halde, koltuğun köşesine büzülüp sıkıntılı kıvranışlara giriyor; üzerimdeki paranın taksiye yetip yetmeyeceğini hesaplamaya çalışıyordum.
Hep kötü gitmezdi ki insanın talihi. Biliyordum işte, biliyordum. Bu günlerde, hele de bu sabah, iyi bir şeyler olacağından emindim. Sonunda çektik-lerimin hepsine değmişti doğrusu.
Kentin dışında bir yerlere mi gidiyorduk; yoksa yol aslında kısaydı da, bana mı öyle uzun gelmişti. Bilmiyorum, bilemiyorum!
Sonunda taksiden indik. Dış cephesinde mozaik kaplı, bakımlı bir apar-tmana girdik. Nefret ettiğim o ecza kokusu çalındı burnuma. Nasıl tanımayacaktım ki! Çocukluğum hastane koridorlarında geçti benim.
“Üst kattaki muayenehaneden geliyordur,” dedi kaçamak olduğunu düşün-düğüm bir tarzda.
                                                                     ***
Uyandığımda, gökyüzünün aceleci bir ressam tarafından hızla maviye boyan-dığını gördüm. Sırtım donuyordu. İri bir buzun üstünde yatıyordum sanki. Başımı kaldırınca, o çok iyi tanıdığım binayla karşılaştım. Pazar günlerine özgü bir sessizliğin içinde, eski evimin karşısındaki parkın girişindeydim. Nasıl uzanmıştım ben böyle yere boylu boyunca? “Kıpırdayayım,” dediğimde böğrüme bir bıçak saplandı. Soluğumu kesen sancı dayanılır gibi değildi!
O çok tatlı uyku gelip, sonsuz şefkatiyle sardı beni.
                                                                     ***
Ablam haklı çıktı. Hayırsever vatandaşların kargatulumba götürüp önüne attığı belediye doktoru bana baktı. Ayılır ayılmaz sorduğu ilk soru, yakında geçir-diğimin ne ameliyatı olduğuydu.
Halsiz halsiz güldüm. “Bilmiyorum,” dedim. “Bilmiyorum, ama keşke aklımı aldırmış olsaydım!” diye de geçirdim içimden.
Dikişlerin iltihaplandığını söyledi.
Yeni bir nöbet yaklaşıyor gibiydi. Güçlükle söyleyebildim ameliyat olma-dığımı.
Korktuğuna uğramış insanların yıkılmışlığı içinde, epey bocaladı doktor. Çekilen röntgen ve dikişlerin bulunduğu bölgenin her şeyi açıkladığını söyleye-bilmek için, kırk dereden kırk su getirdi.
Belli bir yüzdenin karşılığında bu işi de ablamın tezgâhlamış olduğundan eminim ben.
O tatlı uyku bir an önce gelip varlığımı tümüyle alsa; hoş bir köprü olup, öbür dünyaya uzansa!
                                                                                                               16. 01. 2006

   
 

Rahime Dilek


2001 H@vuz Bilgi Bankası - 2005 Havuz Dergisi

design by tema-solutions