“Saçmalama!”
diye bağırmıştı Otos Bey, sesinin bu kadar yüksek çıkmasına kendi de şaşarak.
“Yerinizde
olsam” demişti Sakine, “Odamdaki eşyaları bir bir arardım. (Bir sözcüğünü
öylesine uzatarak söylemişti ki bundan binler anlamı çıkarılması gerekiyordu
kaçınılmaz olarak.) “ Domuz yağı bu, illâ ki muskası vardır!”
Otos
Bey’in ensesindeki tüyler derisine batmış yine de alayla kaşlarını kaldırıp
konuşabilmişti: “Nereye bakmam gerekiyor?”
Gözler,
çerçevelerin arkasından, koltukların dikiş yerlerini, çekmece ve kitap içlerini,
hatta saksıdaki toprağı işaret etmişti.
Adam,
kulağının arkasını kaşımıştı; “Delirmişsin.”
“Olabilir,”
demişti kadın, “Sizin durumunuz benden kötü ama. Bilmiş olun.”
[Saat
10.30 sularıydı. Otos Bey’in dün gece eve gelmediğini (dedikoduya neden olmasın
diye) bana telefon edip sorduklarında gizledim,evet, içimden öyle geldi. Evde uyuduğunu,
rahatsız edilmeyi istemediği söyledim. E, şey yani ben onun yine uygunsuz bir
şey yapmış olabileceğini düşündüm. Erkek haber vermeksizin evine gitmiyorsa
eğer… Karısı Hindistan’daydı, bunu herkes biliyordu. Sonra metresi olduğunu da
bilmeyen kalmamıştı. Efendime söyleyeyim; geçenlerde oğlu iş yerindeki
dolabında kondomlar bulmuştu da kıyamet kopmuştu. Benden çıkmasın diye
düşündüm. Bunca yıldır evlerinde hizmetçilik yapıyorum. Aman, aman al başına
belayı sonra…]
22 gün önce
Muska
çok az kullanılan çekmecelerden birinde, o eski gözlük kılıfındaydı. Rulo şeklinde
balmumuna, onu açınca yedi kat hayvan bağırsağına sarılmıştı. Arapça siyah
mürekkeple yazılmış yazılar ve işaretlerle dolu kâğıdı can havliyle lavaboda
yakmıştı.
“Na’aptınız,
na’aptınıııız?” dedi Sakine kulaklarına inanamayarak. Başka laf çıkmadı
ağzından. Bir muskayı atmak-olmaz ya- ama yakmak için kişinin canına susamış
olması gerekti.
[Tüm
odaların yedek anahtarının dolabında da Otos Bey’in anahtarının bulunmayışı
üzerinde fazla durulmaksızın çilingir çağırdım. Tabi evine telefon ettik
önceden, hizmetçi çıktı, odasında uyuduğunu söyledi. O yüzden yani… Bu arada
leke, meraklı bakışlarımız önünde giderek büyüdü ama ne olduğu anlaşılamadı. Mazot
falan -ne arayacaksa içeride, âlem adam şu bizim Sosyal İşler Şefi de yahu-
olabilir diye sigara ve ateş uzak tutuldu…]
21 gün önce
Otos
Bey, odasındaki “areka chamaedorea” saksısında gömülü mum bebeği bulmuştu.
Ertesi
gün. Bitkinin neden Türkçe adı olmadığını
düşünüp üstündeki etiketten
sözcüğü
okumaya çalışırken, dibini eşelemişti. Erimeye başlamış, boynuna
on iki numara
bisturi bıçağı saplanmış bebeğe şaşkınlıkla baka kalmışken
Tuğçe odaya girmiş,
kendini tutamayıp çığlığı basmıştı. Elbette bu arada Otos
Bey’in odasında domuz
yağı, muska bulunduğunu bilmeyen kalmamıştı.
“Aman
Otos Bey o büyü ile ne yapıyorsunuz?” Eliyle göğsünü bastırmış, ters tuttuğu
kalemden gömleğine yayılan mürekkep lekesini hiç fark etmemişti. “Hiii, bu
sizin suretiniz ayol!”
“Nas-nasıl
yani?”
[O gün
odasına girmiş tabi. Kayıtlarda bu varmış. Öyle söylediler. Ben de her sabah
içtiği bitki çayını masasına bıraktım. Hayır, o sırada odasında değildi. Bilmiyorum.
Yani onu çayını bırakırken görmüş değilim. Seslenmedim hayır. Sabah sabah her
yaptığıma kusur bulunması sinirimi bozuyor. Siz olsanız dayanabilir misiniz?
Ben otelcilik okulunu bitirdim, öyle kıraathanede yetişmiş garson değilim
yani.]
20 gün önce
Otos
Bey, hemen o gün, odasına kimin girip çıktığını ama özellikle bu muska ve domuz
yağı sorumlusunu bulma kararıyla, gizli kamera koydurdu. Düzenli olarak kayıtları
gözden geçirmeye başladı. Canlı ya da
eterik bir yaratık arıyordu. Günler boyunca tık çıkmadı. Sonra beklenmedik bir anda, kamera
kayıtlarında hafif karıncalanma, küçük üç beş kıpırtı…
- Yok çizikler… Ha bir de ayak sesleri fark
ettim.
Yalnız irkiltici olan, merceğin, tüm odayı,
Otos Bey’in koltuğunun açısından kaydedecek biçimde yer değiştirmiş olmasıydı.
Öyle ki izlerken bedenini kılıf, kamerayı da bunun içine girmiş bir çift göz
olarak algılıyordu.
-
İnanır mısın ayak sesleri nereden geliyor
diye merak eder etmez, kamera sağa ve
sola dönmüştü tam da o sırada. Görünürde
hiçbir şey yoktu oysa.
Görünürde hiçbir şey olmadığı gibi odadaki
eşyalar kuşku uyandıracak kadar dingin görünüyordu. Apansız olmadık bir kuytudan bir cin
fırlayacaktı sanki.
[Hayır, kimsenin onun yanına uğradığını
sanmıyorum. Oranın eskiden Fa’ari Bey’in odası olduğu söylendi mi size? Zorunlu
kalmadıkça –nasıl desem- uzak durmayı yeğlerler… Odasından çıkmaması günün
piyangosuydu. Evet, birkaç kez telefonla aradım cevap alamadım ama yani ne bileyim,
yerinde olmayan her insan için santral başından kalkıp telefona niçin cevap
vermiyorsun diyemem ya. Hele Otos Bey’e Tanrı korusun!]
Kıpırtısız olması gereken kamera, koltuktan
yavaşça doğrulan bir insanın açısıyla yükseldi. Odada dolaşıp, kapıyı yavaşça
aralayarak koridora baktı. Otos Bey’in kalp atışları hızlandı. Çünkü dehşetle
kameranın aslında kendi göz algısı olduğunu fark etti.
- Tam da domuz yağı mı ne zımbırtıysa, onu
bulduğum günkü gibi! Her şeyi tüm
ayrıntısıyla anımsıyor ve aynı duyguları yeniden yaşıyordum!
Odaya girişi, ayağının halıya takılışı,
kıvrılan halı, görülen leke…
-
Boynumu hafifçe Allah Allah dercesine
büküşüm, o sırada görüntülerin biraz
açılanması, masaya
yürüyüşüm, az daha
gözüme girecek olan areka bilmem
nenin yaprakları…
Bitkinin yaprakları kameraya çarpmıştı.(Yüzüne
çarpar gibi!) Koltuğuna oturmuşken ayağa kalkmıştı tekrar, çünkü karşısındaki
çekmecelerden birinin aralık olduğunu görmüştü.
- Bu olaylar aynı gün değil, gün aşırı olmuştu
aslında ama garip bir kurgulama söz konusuydu olayları peş peşe izliyordum.
Kamera
çekmeceye giderken merceğe yaprak yine çarpmış, bu arada sehpanın üstündeki
dergileri görüntülemişti.
- Anımsıyorum,
kırmızı dudaklı o kapak kızı, derginin kapağında…
Görüntü, eğilmiş insanın görüş açısından, çekmecenin
içine, sonra karşı duvara yönelmişti.
- Çekmecenin dibini yoklarken nasıl baktıysam
öyle; duvardaki postere, sonra
eğilip çekmecenin içine. Bir şey görememiştim
karanlıktı.
Ekran
da karardı. Kamera yükseldi. Bu kere pencereye doğru yönelmiş, dışarıyı görüntülemişti;
tül perde, camdaki yağmur lekesi, bitişik binanın kırık kiremitleri…
- Kiremitlerin üzerinde ayaklarının
ıslanmasından korkarak yürüyen kedi. Onun
kulakları üstündeki akasya
yapraklarının dalgalanışı, dalların arasına sıkışmış
uzaktaki binaları ve
şehrin tüten hayaletini.
[Ben
nereden bileceğim? Odasından çıkıp çıkmadığını denetlemek benim işim değil. 16
vardiyası giriş çıkış formları Personel Şefine teslim edilmişti, ben
geldiğimde... Valla bu konuda çok titizlik gösteriliyor. İşi biten güvenlik
görevlisi Personel Şefine formları teslim eder öyle çıkar. Ortalıkta kalması
sorun yaratıyor diyorlar. İnsanların fabrikada var olup olmadığını tekrardan
sayacak halimiz yok. Ben ne bileyim, kuralı ben koymuş değilim ki. Hayır, Fahri
Ala kimlik bilgilerini ben yazmış değilim. Bu isimde personelimiz de yok.
Misafir diyeceğim ama o saatte paydostan sonra yani, misafir falan olmaz. Ben
geçen hafta işbaşı yaptım. Güvenlik şefine sormalısınız. Bir Fahri’den söz
edildiğini duydum, Fa-ari diye söz ediyorlar, geçen yıl üst katta tatsız bir olay yaşanmış.
Bunun konumuzla ilgisi yok tabii.]
Bugün
Kamera,
kapıyı gösterecek şekilde; Otos Bey koltukta otururken nasılsa öyle kayıt
yapıyordu. Hoparlörden korku filmlerinde kullanılan türden hafifçe yankılı ayak
sesi duyuluyordu
- Kahretsin, kamera dönmüyor,kapıyı
gözetlemekte ısrar
ediyordu.. Ne var ki kapıda? Biri
beklenircesine gözünü
kırpmadan.
Oysa
girecek olan çoktan yerini almış, sezgiyle algılanıp gözdağı verecek biçimde ortalıkta
dolanıyordu!
- Ne ol… Yalnızca… Rüzgârını mı
desem, kokusunu mu, öyle bir duyum…
Garip,
o güne değin bilinmedik bir koku vardı da sanki insanın burnu
korkuyordu. Ekrandan
izleyince, anımsıyordu. Belki sesler konusunda da yanılıyordu. Sesler
hoparlörden
değil belleğinden geliyordu da… Durup dururken ekranın üst
kısmı karardı; Otos
Bey içgüdüsel olarak ellerini gözlerine
götürdü; sanki gözlerinde siyah bir
örtü...
-
Ah hayır, gözlerim değildi!
Kumandayı karıştırdı, görüntüde değişme
olmadı. Kumaşın altındaki ince ışık çizgisi kadar yerden bir çift ayakkabı
ekrana…
- Ya da kameraya, ya da bana doğru
geldi!
Hem
kadınların hem erkeklerin giydiği türden botlardı ve büyüklüğünden de
cinsiyetini kestirmek olası değildi.
- Hem cinsiyetinin de önemi yoktu
ki, ha kadın ha erkek…
Korkuyordu.
Deri botlar hemen önünde duruverdiğinde Otos Bey titredi, hafifçe öne; parmak
ucuna doğru esnetmişlerdi görünmeyen gövdeyi. O şey adama yaklaşıp uzaklaş…
[24
vardiya kayıtlarında da göze çarpacak bir şey yoktu. Servisler her zamanki gibi
gelmiş, boşalmış, insanlar kart basmış içeridekilerle dışarıdakiler yer
değiştirmiş, çalışma sürmüştü. Hayır, hiçbir sorun gözükmüyordu. 24 deki
nöbetimi devraldım, binanın gezilecek noktalarını da düzenli olarak gezdim.
İşte denetlemeye ilişkin cihaz kayıtları. Hayır, Otos Bey’in odasının
yakınından geçmiş değilim, o kata çıkmıyoruz, çünkü saat 18’de katın tamamı
kilitleniyor. Fahri Ala saldırıya uğradığından beri böyle…Otos Bey’in arabası
otoparkta yoktu, odasında da olmaması gerekiyordu, yürüyerek gidecek hali yok
ya. Hayır, arabanın çıkış kaydı da yoktu listede. Şimdi ben adamın fabrikada
olduğunu bilmiyorum ki gidip gitmediğini bileyim efendim.]
İrkildi-belki
öngörü-bir tür savunma güdüsü
mü demeli? Ama kıpırdayabildiği söylenemez,
çünkü
kaşla göz arasında bir sürtme sesi duydu. O dakika ekrandaki
görüntü seğirmiş,
doğal olmayan bir biçimde çarpılmıştı. Elektrik
kesilmişcesine apansız kararıp ortasına
beyaz bir nokta gömülüverdi!
İşte
tam da o sırada Fa-ari Bey girdi kapıdan. Üstü başı biraz pasaklı, tozlu hatta…
-Allah Allah neden bu garip giysi
var üzerinde Fa-ari Bey? Gecelik midir nedir? Nereden geliyorsun? Beyaz desem
değil, böyle bir erkek giysisi de hiç görmüş değilim.
Fa-ari Bey, Otos Bey’in bölük pörçük anlatmaya
çalıştığı olan biteni sabırla dinledi, sonra ;
- Otos Bey artık buradan gitmelisiniz, dedi hafifçe.
Otos Bey birden anımsadı;
- Yahu seni öldü dedilerdi!
- Öyle mi efendim?
Cümlenin anlamını çözmeye çalıştı Otos Bey.
Fa-ari Bey alınmış mıydı? Kızmış mı? Yoksa ömrünün uzadığını
mı düşünmüştü? Hani öldü diye duyarsın da ömrü uzamış derler ya… Hah ha!
Hiçbir anlam çıkmıyordu söyleyişten. Bu arada
aynanın önünden geçerken, nasıl göründüğüne bakmak istedi ama…
Fa-ari Bey yüzünde yeşeren anlayışlı gülümseme ve dingin bir
sesle;
- Artık
ayna kullanamayacaksınız efendim, dedi.
[Döner
koltuğun arkası dönüktü, keli görünüyordu. Kolları iki yana sarkmış… İlkin Sosyal
İşler Şefi yanına gitti, yaklaşır yaklaşmaz da bayıldı. Düşerken koltuktan
kapıya dek uzayan lekenin üstüne bastığından o şey neyse işte, üstüne başına
bulaştı. Otos Bey’i koltuğuna oturtmuşlar, atardamarını boynundan özenle
kesmişlerdi. İçi mumya gibi boşalana dek beklenmiş olmalıydı. Akan kan sızmasın
diye-bir insanda bu kadar kan olur mu şaşarsın- kapının altına sünger şerit konmuştu ama para
etmemişti. Otopsi raporunda maktulün- anla işte ölen demekmiş- bilincini
yitirmesine engel olacak ama direncini kıracak miktarda bir ilaç verildiği
yazıyormuş, sonra şah damarının kesildiği ve yavaşça canı halıya aka aka öldüğü
yazıyormuş. Valla odanın önünden geçerken hala ödümüz kopuyor. Birden kapı
açılacak, boynunda çarpık ve açık, kanlı ikinci bir ağız gibi duran kesikle,
inadına beyaz suratıyla o çirkin mavi gözlerini pörtletip üzerimize yürüyecek
diye… İnan ödümüz kopuyor.]