Dokunan 
                                               Öyküler

                  


  

 

                      ŞAŞI BUNLARIN HEPSİ!

 

                                                                                                Çiğdem Ülker’e

                                       

Otobüs durağının yıpranmış, kir pas içindeki plastik koltuğuna bıraktı kendini. 

Gelen ilk belediye otobüsüne binip hem dinlenecek, hem de şu kundura işini enine boyuna bir kez daha düşünecekti.

Biletli yolcular; yaşlıların avare gezmelerinden, koltuk kapatmalarından hoşnut değiller ya olsun.  Önünde duran otobüsün alınlığındaki semt adlarına bakmadı bile.

Kısa bir gezintiydi istediği. Nereye gittiğinin ne önemi vardı ki?

Yavaşça kalktı. Otobüse doğru yürüdü. Temkinli adımlarla çıktı ön kapı basamaklarını. 

“Çok şükür, buna da şükür. Ayakta olmak dünyanın malına değer” diye mırıldandı.

Çoklarının yaptığı gibi avucundaki yaşlılık kartını şöyle bir aç kapat yapıp otobüsün içine daldı.  Evde sıkılıp kendini belediye otobüsüne atan yaşlılara hoşgörü avansını çoktan tüketmiş genç sürücü terslendi, “Dayı!,  adam gibi göster kartını, göz boyar gibi değil!” diye azarladı ihtiyarı.

Duymasa, sürücü söylediğiyle kalacak üstüne gitmeyecekti belki de.   İhtiyarın ağır işiten kulakları bu azarı algılamıştı.  Geri döndü.  Kartını çıkarıp sürücüye göstermek için güç bela yakaladığı tutamağı bıraktı.  Otobüsün yürümesiyle yorgun bedeni sarsıldı. Yardıma koşanlara tutunmaya çalıştıysa da ayakta kalmayı başaramadı.  Toz içindeki döşemenin üstüne boylu boyunca serildi.   

Bilinci yerindeydi. Başına geleni kendi hatası gibi görüyor, kimseye kırgınlık duymuyordu.

Tüm yolcular ayağa kalkmıştı.  Utanç içindeki sürücü, ivedilikle sağa yanaşıp el frenini çekti.  Özür dilemeyi beceremezdi ama yine de “Dayıcığım!  Her lafı duymak zorunda mısın?  Gidip yerine otursana yahu.” diye söylenmeden kendini alamadı.  Hareket etmek için onun oturtulmasını bekledi.

Her kafadan bir ses geliyordu ama asıl yaşlı yolcular gemi azıya almış, bağırıp çağırıyorlardı.  

“Utanmasanız, yaşlılık kartını elimizden alıp yırtacaksınız!”

“Parasını cebinizden mi veriyorsunuz, size ne?

“Karta ne gerek var, görmüyor musun adamın hâlini?”

Sürücü akıl yolunu seçmiş söylenenleri duymazlıktan geliyordu.  Deneyimleri, böyle durumlarda tartışmaya girerse, işin karakolda biteceğini öğretmişti ona.  İhtiyarın boylu boyunca devrilmesine neden o değilmiş gibi cık cık yapmaktan da geri durmuyordu.

Ortaya bakan üç kişilik koltuğa; biri orta yaşlı, diğeri genç iki adamın arasına oturtuldu ihtiyar.  Şaşkınlık okunuyordu gözlerinde.

Söylenmeler azalırken otobüs yavaşça hareket etti. O görkemli vites geçirme sesi nedense duyulmadı bu kalkışta.

Yolcular, bir süre sonra konuşmaya başlayan ihtiyardan adının Ahmet olduğunu, Kunduracı Ahmet diye bilindiğini öğrendiler.

İyiliksever yolcuların yardım etmek, gönül almak, acıdıklarını göstermek için çırpınmaları ihtiyarı fazla etkilemiş görünmüyordu. Yolcular, onun hüngür hüngür ağlamasından yanaydı sanki.

Genç irisi biri, kağıt mendiliyle ihtiyarın toz içinde kalmış ceket kollarını temizlerken “Amca” dedi, “Hava çok sıcak, biz bile bunalıyor zorunlu olmadıkça sokağa çıkmıyoruz.  Sizin için en iyisi bu saatlerde evden çıkmamaktır.”

Kendini toparlamaya çalışan ihtiyar, döşemeye diktiği yorgun bakışlarını kaldırmadan, “Kundura alacaktım ayağıma.” dedi.  Ayaklarını kaldırıp ileri doğru uzattı.  Rengini yitirmiş, lastik ayakkabılar vardı ayağında.

Önünde dikilen genç bir yolcu “Oğlun kızın yok mu amca?”  dedi, sevecenlikle.

Soru, yolcular adına sorulmuş gibi geldi ihtiyara.  Ortaya konuştu “Var. Oğlum da var kızım da.” dedi.  Bir süre bekledi.  Söyleyeceklerinin birilerini rahatsız edip etmeyeceğini anlamaya çalışıyordu sanki.

“Elli beş sene hiç ara vermeden çalıştım da...” 

İnce derisi altında, damarları açıkça görünen nasırlı ellerini görücülerin önüne uzattı.  Önce avuçlarını, sonra sırtını gösterdi. 

“Herkes nasıl oluyorsa, ben bir türlü emekli olamadım.” dedi.

Otobüsün akasından alaycılığını gizlemeyen bir ses geldi “Amcamın ne devlete, ne oğluna kızına ihtiyacı var.  Daha aslan gibi maşallah.”

Başka bir yolcu, soruşturmanın yönünü değiştirmek istedi “Peki madem çıktın bu sıcakta, neden bir ayakkabı almadan dönüyorsun? Aradığını mı bulamadın, ayağındakileri atmaya mı kıyamadın?”  

 “Doğru söyledin efendi oğlum” dedi ihtiyar. “Aradığım kundurayı bulamadım.  Elime alıp altını üstünü inceleyince her birine bir kusur buluyor geri bırakıyorum.  Hastalık benimkisi!”

Yolcular, hep bir ağızdan güldüler ona.

Sağında oturan adam şaşırmıştı.  Merak içinde sordu, “Amca!  Gerçekten alacak paran var da ayakkabı mı beğenmiyorsun?”

“Öyle yaa” dedi.  “Her biri başka tarafa bakıyor kunduraların.  Şaşı bunların hepsi de!”  Duraksamalarla sürdürüyordu konuşmasını.  “Nasıl modaysa anlamıyorum… Bazılarının burnu tuğla gibi… Bazılarınınkini de leylek gagası gibi uzatmış da uzatmışlar!…  Onun içinde ayak nasıl rahat eder?... Ben bilmiyor muyum neyin ne olduğunu.  Ne köselesi kösele, ne sayası saya.  Lastik giyerim daha iyi.” 

Bildik ellerini bir kez daha uzattı ileri doğru.  Eş kunduraların nasıl durması gerektiğini gösterdi yolculara.  Gülüşmeler, konuşmalar birbirine karıştı.

 “Togo’ya git, orada mutlaka bulursun.”

“Yok orda bulamaz, Beymen’de bulur bulsa bulsa.”

                     

Aşağılandığını fark eden ihtiyarın aklı gençlik yıllarına doğru kaydı gitti…  

Cumhuriyetin gözde mekânlarından Meşrutiyet Caddesi’nde, Altın Kundura Mağazası’nın işliğinde buldu kendini.  Reisicumhur İsmet Paşa ve kızından, devrin ünlü sanatçılarına varana dek Ankara sosyetesinin göz bebeği Genç Ahmet Usta, elini uzattı ona. Isınan, yenilenen yüreği, damarlarına daha çok kan pompalamaya başladı.  Rengi değişti ihtiyarın. 

Kopardı tüm bağlarını otobüsten, öğle sıcağından ve çevresindeki kalabalıktan.

        

O gün sabahı zor etmişti.

Akşama teslim edeceği bir çift çizme vardı. Baş Hanende Şükran’ın çizmesi.  Aah. Ne denli hoş duygular yaşamıştı o çizmeyi tamamlayıp sahibesine verinceye kadar. Düşlerinde, hanende Şükran’la çizmeleri aynı ağarlıkta yer alıyordu. Bu çizmede tüm hünerlerini göstermeye kararlıydı. Yaptığı kunduraların hangisinde olursa olsun, kusur bulana bedava kundura yapmayı vaat edişi meşhurdu ustanın. O zamanlar, hangi babayiğit vitrininde dokuz çeşit kundura, beş çeşit çizme sergileyebilirdi ki.  Altın Kundura Mağazası onu başarmıştı. İnsanlar, marka diye önüne ne konulursa üstüne atlamazdı şimdiki gibi. Zevkine göre giyinebilmek için akla gelmedik fedâkarlıklara katlanırlardı.                                                             

 Mağazanın genç sahibi Fadıl Bey:

 “Hiçbir şey esirgemeyeceksin!  Ne malzeme ne emek!  Bu çizme benim için çok önemli!” diyordu ikide bir. Kuyumcuda yaptırılmış altın kopçaları takıp işini tamam etmeden, çizmeyi kimselere göstermiyordu usta. Hanende Şükran’a patronunun vurgun olduğu dolaşıyordu dillerde. Babası öleli iki yıl kadar olan Fadıl Bey, Allah için yakışıklı çocuktu.  Çevresinde sayısız kadın vardı ya Şükran’dan başkasını gözü mü görüyordu?

Hanende Şükran mı?  Âlem bir kadındı doğrusu.  Bebek ayağı gibi tombul, süt gibi beyaz ayacığının karton üstüne izini çizip gümüş uçlu mezürüyle tarak, kontrpiyer ve bilek ölçüsünü aldığı gün, bir batman yağı erimişti Ahmet Ustanın.  Hınzır bakışları, kuğu boynu gibi ak gerdanı, düğme dinlemez göğüsleri…  Şükran’ın tenine dokunan parmak uçlarından yürüyen sıcaklıkla kızarıp bozardığında, ustayla eğlenmekten kendini alamayan yosma,

“Ahmet, gözün dizimden yukarıya kayarsa oyarım ha!”  demiş, kahkahayı basmıştı.

Ahmet Usta, “Bir kadına dokunmadan” derdi, “onun güzelliğini asla anlayamazsınız.”

Ankara’nın tüm zengin hovardaları Şükran’ın peşindeydi.

                                                  

Fadıl Beyin rahmetli babası, Ahmet Usta’nın dünyada en çok saygı duyduğu adam, hayata gözünü yummadan bir gün önce:

“Ahmet!  Evlâdım.” diye söze başladığında, can kulağıyla dinlemişti onu.  

“Bana bir şey olursa, üç beş kuruşa tamah edip mağazayı bırakma.”  

“Hiç yapar mıyım” demişti dolu gözleriyle.  “Domuz yelesinden koparılmış kıl iğne ile kundura dikmeyi öğreten, saya nakışlamanın kuyumcu işçiliğinden farksız olduğunu kafama sokan, bana ustalık payesi veren, sonra da ustalığıma hürmeten akıl danışan adama ihanet edersem, Allah benim bin türlü belamı versin.” diyen yaşlı gözleri, ölümün pençesinde inim inim inleyen adamı nasıl da rahatlatmıştı.

Ustası, tükenen soluğuyla “Birbirinize destek olun, birbirinizi kötülüklerden koruyun.” demişti oğlu Fadıl Beyin gözüne bakarak.  

Ahmet Usta, “Sen onu oğluna söyle, bana göre hava hoş.” diye bakmış; ustasının son sözlerini kendisine bağışlanan bir onur olarak algılamıştı.   

Babanın göçmesiyle Altın Kundura’nın kapanacağını sanıp hayıflananlara da sevi- nenlere de yanıldıklarını göstermek en büyük arzusu olmuştu.

                                                  

Otobüsün içe bakan koltuğunda dalgın oturan ihtiyar, kimden ve nereden gelirse gelsin tüm saldırılara karşı, tertemiz geçmişinin koruması altındaydı.

Dinleyen birini bulmaya görsün; coşkuya kapılıp, hemen anlatmaya başladığı, her anlatışında gururla dolup taştığı bir anısına daha yol verdi. 

Altın Kundura’nın işliğindeki en pahalı ve verimli makine olan İngiliz malı Singer saya makinesinin gürültü yapan yatak arızasını bulmuş, bulmakla kalmayıp onarmayı da başarmıştı.  Makinelerinin üstünde değişikliğe gidildiğini; önemli bir parçasının sökülüp atılarak, yerine küçük bir torna işliğinde yapılan uyduruk bir parçanın takıldığını duyan Singer uzmanları, onu sorgulamaya kalkmışlardı.  Sorgulama tamamlandığında Ahmet Usta ceza yerine, o koskoca şirketten dolgun ücretli bir iş teklifi bile almıştı.  Ustanın buluşu, taa İngilterelere kadar gitmiş baş mühendislerce takdirle karşılanmıştı. 

Dünya malına tamah edip ustasına verdiği sözden geri mi dönecekti? 

“Anlamam öyle şeylerden” deyerek teklife gülüp geçmişti Usta.

                                                     

“İşiniz de paranız da sizin olsun.” diye sayıklayan ihtiyar, otobüsün son duraktaki parka çekildiğinin de farkında değildi.

 Kendini bağışlatmak için her fırsatı değerlendirmeye çalışan sürücünün “Dayı son durağa geldik, bu otobüs yarım saat kadar burada kalır, geri döneceksen şu ilerdeki otobüse geçmen gerekir.” diyen sesini, omzuna konan elin ağırlığı ile birlikte duydu.

“Ben Singer’e filan gitmem, benim yerim burasıdır.” diye sayıklamasını sürdürüyordu.

“Dayı, nereye istersen oraya git” dedi sürücü. “Buradan her semte otobüs kalkar, merak etme.”

İhtiyar kalktı, özenli adımlarla arka kapıya doğru yürüdü.

Sürücünün,  “Önden de inebilirsin dayı.” diyen, alttan alan sesini duymadı bile.  

 

 

        

Ürün Yayınları, Ankara
128 sayfa
ISBN 9789756083420











              Murat Özmen

 
  
 
               Dokunan / Öyküler / Celal İlhan
               Ürün Yayınları 2007 Ankara
 
Celal İlhan, öykülerinde önceliği işçiye-emekçiye, onun sorunlarına veren bir yazar.

İlk kitabı Ateşle Dans’ta, çalışan üreten, emekleriyle geçinen insanların sorunlarını içten ve yalın bir dille anlatmış, kitapta yer alan iki öyküsüyle de önemli iki ödül kazanmıştı. (Kum Yayınları 2005 Ankara)


On beş öyküden oluşan, “Dokunan” adlı ikinci kitabında da aynı izleği; derinleştirerek, incelterek ve kararlı biçimde sürdürdüğünü görüyoruz. Kitabı açar açmaz, bu niyetini ortaya koyan bir tümce karşılıyor sizi. “Emeğe, Sevgiye ve Babama” diyor İlhan.


Yaşayanlar iyi bilir(!), tek düze bir olgu değildir yaşam. Edebiyat ve güzel sanatlar olmasaydı belki de öyle olacaktı. İncelikler, sevgiler, aşklar, nefretler yaşamın vazgeçilmez ya da yok sayılamaz renkleridir.  Bütün yazarların yapıtlarında bu renkler, farklı tonlarla da olsa görülür.


İlhan’ın öykülerini bu gözle görmek gerekir diye düşünüyorum.


Onun sevdiği, tutkun olduğu renkleri ve katmanları görmeye çalıştım. O, kesinlikle çok sevecen bir insan. Özellikle, hep sade insanlardan ve işçilerden yana gönlü. İçinden geldiği bu çevrelerin sorunlarını iyi biliyor ve tüm açıklığıyla edebiyatın hızla bozulan gündemine taşıyor.


İlhan’ın öykülerinin birbirine koşut üç izlekte geliştiğini görüyoruz:

1. İşçi ve emeğin sömürüsünü konu edinen öyküler: Şaşı Bunların Hepsi (s. 9);
    Sıfır Vardiyasında (s. 17)

2. İnançların öne çıkarıldığı ve irdelendiği öyküler: Bin yıl yaşamak (s. 23);
    Darboğazın Cinleri (s. 123); Hastanede (s.37); Anamı Ağlatan Adam (s. 93)

3. Özyaşamı ile ilgili gibi görünen öyküler: Hep O yıllar (s.103); Eski Dost
    (s. 45); Törende Vurgun (s. 111); Nafiz’e Haksızlık Ettik (s. 115);
 
        Sade ve sevecen bir kişiliğe sahip olan İlhan, dostluğa ve aşka çok önem veriyor. Aşk’ın ölümsüz olmasından yana gönlü. Ne yazık ki dostlukların çıkara, sonu gelmez hesaplara dayandığını; ölümsüz aşkların söylencelerde kalmış birer anı olmaktan öte geçemediğini buruk bir yürekle yaşıyor ve yaşatıyor.

İlhan’ın, özyaşamını çağrıştıran bir öykünün ilk tümcesinde söylediği şu sözler içimin burkulmasına neden oldu. “En çok istediğim o yıllarla ilgili güzel öyküler yazabilmek.” Hani yarası olan gocunur derler ya. Bu söz dokundu bana. Anlayabildiğim kadarıyla yazar, “Hep O Yıllar” diyerek ilk gençlik yıllarının, çok da anmak istemediği karanlık olaylarına vurgu yapmak istiyor. Anadolu’nun küçük bir kentinde okuyup aydınlanmaya çalışırken, çevrenin türlü ayırımcı ve horlayıcı tutumlarıyla hangimiz karşılaşmadık ki? Bu baskılar ve ona karşı geliştirdiğimiz savunma yöntemleri değil midir kişiliğimizi oluşturan ögeler?

Yazdıklarına bakarak; ortaokula başlamasıyla köyden kente göç eden yazarımızın “köylülük” ten tam olarak kurtulduğunu da söyleyemeyiz. Öykülerinin çoğunda, kahramanlarının bir ucunun köye dayandığı ilk bakışta fark edilecek açıklıkta.  Örneğin, “Bin Yıl Anılmak” adlı öyküde, bacaklarının ağrısını (romatizmayı) yabani bitkilerin şifalı suyuyla iyileştirmek için yaşamını tehlikeye atan inatçı ihtiyar, daha birkaç yıl önce Ankara’ya gelmiş bir köylüdür. “Hamide Nine” de öyle. 

Köylülüğü gibi işçiliği, fabrika yaşamı da içine işlemiştir İlhan’ın. “Sıfır Vardiyasında” Horoz Hasan ve Kemal Usta’yla; “Şaşı Bunların Hepsi”nde ayakkabıcı Ahmet Usta’yla sıradan insanları, göz yaşartan bir ilgi odağı yapmayı başarmasının gizi de buradadır sanırım.

İlhan, aşktan ne anladığını da “Ölümsüz Aşk” adlı öyküsünde anlatıyor okura. Yetmişli yaşlarında, uzun arayışlardan sonra bulmayı başardığı ortaokul aşkı Nurten’i tüm sıcaklığıyla bağrına basmak isteyen Hamdi Karaman’ın hüznü var bu öyküde. Bir cami avlusunda, planlayarak avladığı ölümsüz aşkının onu tanıyamamasıyla, ihtiyar delikanlının nasıl birden çöktüğünü, ihtiyarladığını resimlemiyor yaşatıyor bize.


Sade ve yalın bir anlatım biçemi seçmiş İlhan. Zaten bu öykülere de böyle bir anlatım gerekiyor. İçinden geldiği gibi yazmış öykülerini. Öykü kahramanları, onlara giydirilen kişiliklere uygun davranmakta hiç zorlanmıyor. Örneğin, Horoz Hasan, Vinççi Ömer’in yaptığı dedikodular karşısında kendini tutamayıp şöyle konuşuyor:

“Doğru mu bu lan? Kanına mı susamış bu adam! Denizli horozunun eline düşmüş kel tavuk gibi gagalamaz; hışırını çıkarmazsam; bana da Horoz Hasan demesinler.”

Yazar öykülerinde; kuş uykusu, ırgalamak, ayrıksı, kurtağzı bağlatmak, ırzı kırık, kakıçlamak, itin eniği, uçkunmak gibi halk deyimlerini ustalıkla kullanıyor.

Kısaca söylemek gerekirse Celal İlhan, sanayi işçilerinin; öğrencilerin; halktan kimselerin ilişkilerini ustalıkla ele alan ve ilginç tipler yaratan usta bir yazar. “Anadolu da Bir Nokta”, “Ateşle Dans”, Dokunan” adlı üç kitap yazmış. Bu alandaki çalışmalarını büyük bir coşkuyla sürdürüyor. Okunması, tanınması ve incelenmesi gereken bir öykücü. Öykülerini okuyunca, onu benim gibi sizlerinde seveceğini söyleyebilirim.
 


  



  
 Celal İlhan - Murat Özmen
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar